Düşümde birçok kapalı servisin akıl hastası tedavilerini göstermeye isim listeleri var. Gözlem defterleri isimlerden ibaret. Hatta bazı defterler kare not kağıdı çapında, ama cilt cilt kalın kalınlar. İsmail Güzelsoy yerine İsmail Güzelyaşlı adını seçebildim. Tanıdık, askerlikten. [Burda bir köşeli ayraç: Düşü kaydederken kaç kez üstünden geçtiğim halde asıl gördüğümün askerden tanıdığım olanın Ali Güzelsoy olduğunu, İsmail Güzelsoy’u başka yerden tanıdığımı görmezlenmişim.] Bu tutuklu servisi saydığım esasında asylum (koca tımarhane) tipi kapalı servis. Düşte tutuklu servisiydi ama herhangi bildik bir kapalı servisten özelliği ve farkı yok. Düz açık mavi pijama tipinde giysiler. Solukluk, ruhsuzluk rengi benim için. Yüksek mi yüksek tavanlar, eşyasızlık, gri duvarlar. Eski tanış hastalar…
Ayrıca binada doğuya doğru diplerde bir hemşire odası var. Kahvaltıdalar, bir aradalar. Taa, tavana yakın parmaklıklı pencereler var, binanın kuzey yakasında. Alel acele merhabalaştıktan, biraz oturduktan sonra gözümü yukarılardaki ufacık pencerelere dikiyorum. Dışarıda yakında olduğunu hesap ettiğim ağaçtan armudu almaya çıkmak üzere o pencereye tırmanıyorum. (Binanın kuzeyindeki armut ve konumlanışı benim köyümde Kabaarmut denilen mevkideki bize evimiz kadar kıymetli on dönümlük sulak darı tarlamıza denk geliyor. Bina demek ki tam bizim tarlanın içinde sayılır -bizden, benden.) Önceden görmediğim ve fark etmediğim biçimde demir parmaklıklılar. Çıkış -yoksa kaçış mı, ben öyle düşünmemiştim- çok zor! Hastane güya İstanbul’da, kentte. Hemşire odası doğudaydı, çıkış kapısına yakın, daha beride ve batıda sağlık memuru odası var, daha ufak. Sağlık memurunun güzel yüzlü düzgünlüğü, odasında uyuyuşum. Çok yorgunum ondan uyuyorum. Orada ziyarette gibi ve geçici bulunuyorum. [Uyanık düşünce: Hani kaçacaktım?]
Akıl hastanesi binası, bu kapalı servisler bizim darı tarlasının orada. Bazı hastalar kaçış arıyor bazısı kabullenmiş. Geziniyor, oturuyor, bulunuyorlar. Koltuklar uzanınca-açılınca ayrıca 100 yatak oluyor dedi sağlık memuru. Düğüncü kalabalığını ağırlar. Hastalar, içerinin sakinleri güneş arıyorlar. Yattım, uzandım sağlık memurunun odasında. Çok yorgunum ama zaman kaybı farkındalığı var. Sağlık memuru da benim kenarımda uzandı kestirdi galiba. Benim gibi başkaları da girebiliyorlar; dışarıdan ziyaretçiler var.
Oraya geliş nedenim, ağaçtan armut gibi bir şey koparıcam, sonra gidicem, acelem var. Gereksinim o. Şehre veya eve dönmüşüz, ailem beni bekliyor. Şehirde veya ülkede fırtına, karışıklık gibi bir şey olmuş. Araçların çoğu arızalı veya kazalı. Herkes kaza yapmış, araçlar hasarlı ve onarım bekliyor. Tüm şehir öyle. Bizim üç aracımız varmış, ikisi kazalı, onarılacak, biriyle hareket etmişiz, hafta içinde ötekilere baktırılacak. Biz bu fırtınalı tatilden dönmüşüz, günlerden pazar, benim alacağım (armudu?) alıp eve gitmem, gelecek haftaya hazırlanmamız gerek. Yorgunum, sakinim, sadece acelem var, oyalanıyorum. Kapalı serviste nasıl bu kadar dakika geçirdiğime, onların yaşamını nasıl ince ince gözlediğime şaşıyorum.
Bakırköy’den hemşire arkadaşım Nazmiye’yi de gördüm serviste, hemşireler odasında. Grup olarak garip bir uzaklıkları ve kendi arasında toplaşmaları vardı. Sağlık memuru iyi ama. Hemşire odasında Nazmiye’nin kalıbında, ona benzer bir kız daha vardı, yanlışlıkla mı, rastlantıyla mı çok sıcak merhaba dedim, dokundum. Sessizce şaşırdı, renk vermedi, sırasını atlattı. Hemşire defterlerinde rapor yok, satır satır sadece hasta adları var. İlgisizliğin, yalnızlığın liste hali…
Dışarıda bir bölüm daha gezicem, birilerini görüp pazar günü ve tatil sonu dinlenmesini tamamlamaya eve gidicem. O ortamda kocaman kübik yapılı tımarhanenin asıl kitlesini gördüm.
Bazı hasta grupları şadırvan gibi piramidal yuvarlak koltukta. Herkesin sırt sırta halka olur gibi oturduğu. Bazısının yarı açık kapısız koğuşları var. Bazıları ayak üstü toplaşmışlar, bazısı eğilmiş veya oturmuş kendi başına. Koğuşlar genelde kapısız, eşyasız. Kalın, iri duvarlar mekanı belirliyor. Mavi ve gri. Koridorlar, koridorlar. Üç ana dilim koğuş şeridi, aralarında iki büyük geçiş koridoru varmış da dönüşte farklı koridordan gelince daha çok deli görmüşüm. İçlere doğru giderken sağdan, insanın az olduğu koridordan ilerlemişim.
Delilerde hiç kaba gürültü yok. Sessizce düşünüyor, aranıyor, bakınıyor veya kabullenmiş oluyorlar. Sanki sessizlikle anlaşıyorlar. Tamam tedirgin edici ama korkutucu değil. Saldırgan değiller, bir kısmı orada kalıcı bir kısmı kaçak ruhlu. İsim listesi ortak bağımız. Biz de isimliyiz, biz de akıl hastası adayıyız. Hemşireler de öyle. Onlar bunu biliyor, diğerlerinden daha iyi biliyor. Kalabalık ve arta kalanlar bu ortak bağı düşünmüyoruz. Örgütlenme yok, örgütsüzlük var. Hayvani, koklaşır gibi haberleşme ve anlaşma var. Deliler de dağınık ama birbirini anlıyor, anlayışla karşılıyor. Koca bir halk toplumu gibi değiller. Onlardan biriyle el ve baş selamıyla tanışlık teyit ettik. Çarşıdaymış gibi kaldı. Konuşmadık. Ben de az konuşuyordum. Bir acelem vardı. Hep pencerelere ve çıkışlara baktım. Ben geçici ve konuğum diye düşündüm. Nedenlerim var ve acelem var. Ben deli olsam veya deliysem kaçak tavırlı, çıkış arayan biri olurdum, öyleyim.
Hemen dışımızda kuzeyde tarla sınırını çevreleyen su argı var, tarlamdan biliyorum. Hastanenin yapıldığı yer en değerli tarlamız olan darı tarlası. İçeride koğuşlar ve koridorlar var, kapı ise çok az veya yok. Girişler var, gölgeler ve aydınlıklar var. Bölmeler koridorlar var. Tavanlar çok yüksek. Dışarıda da bir hareket var. Kuzey ve sokak tarafında. Güney tarafına ya gitmedim ya belki pencere bile yok. Çok büyük, komple tek çatı bina olmalı. Tutuklu servisi ama düşününce tipik kalabalık kapalı psikiyatri servisi. Tutukluluk dışarı çıkış olmayışından, nöbetçili güvenlikli kapıdan.
Tekrar akıldan geçiriyorum, ağlama bağırma yok, kabullenme ve sessiz arayış var. Delilik bir bilmeme hali değil. Deliyken çok iyi biliyorum, kendimden eminim. Ama dünyadan, şeylerden kopuğum gibi bir hisse kapıldım. Örneğin yeri ortamı hem içinden hem dışından çok iyi biliyorum. Ama deli tekrarı biçiminde yerli yersiz hep aynı aynı şeyi, biteviye ve etkisizcesine düşünüyorum.
İnsanın bir tasarısı, gözünü diktiği hedefi olunca deli de olsa odaklı ve anlamlı yaşıyor. Başarsın başarmasın. Düşte bir sarı armut tanesi alıp geçip gidiververme tasarım tüm akıl hastanesi düşü boyunca beni diri ve dışarıda tuttu. Bir deliden hiçbir eksiğim olmamasına karşın ruh olarak dışarıda ve planlarımdaydım. Bir içeride kalmışlık gerçeğim vardı, bir de karşı kutup olmamışlardan yani olacaklardan tasarılarım. (9 ekim 2018)
Ek ve eşzamanlı düşler (çoğu Düş Ekimi)
Rüyamda eşim İnci bir ev almaya girişiyordu. Aracı olan adam haber veriyor, “Yirmi bin lira, hemen alın,” diyordu. Daha uyanmadan, rüyada bile “O İki yüz bin liradır, ama olsun alırız,” diye düşünüyor, destekliyordum onu. Memorial hastanesinin orada haber almışız. Arkasındaki mahalle geniş bahçesiymiş, köprüler, sular da var. Suların kenarında telefon görüşmesi yapıyorum. Çok umutluyum. (11 ekim 2018)
Ölmüş arkadaşım Hakan’ın yazlığına tatil ya da gezi yapar gibi ailecek konmuşuz. Ölü sandığımız Hakan Amerika’daymış, tam biz evdeyken çıkageliyor. Aynı eski suratı, hafif olgunlaşmış, durulmuş ama bildik biçimde sırıtıyor. Tokalaşıyor ve yanaktan öpüşüyoruz. Pencere kenarı veya geniş balkonda somya yatak gibi bir şey var, onun üstüne sırtımızı duvara vererek oturucaz. Tam Hakan’ın oturduğu, benim de oturacağım kenarda sırt tarafı tam dolu değil. Nasıl yaslanıcaz? Sanki pencere gibi bir boşluk veya oyuntu var. Hakan daha kolay yerleşmiş, kabullü. Ben temkinle, ölçüyle yanına oturmaya çalışıyorum. Hakan “Bu herif iyiliğime mi kötülüğüme mi böyle şakacı ve senli benli” çözmeye çalışarak bakınıyor. Ben biraz utanmaz gibi veya şaşırdığımı belli etmez gibi, “Bizde bavul ve eşya çok, onları dağıtmaya devam edicez her halde,” deyip bavullardan gösterişle birkaç giysi daha çıkarıyor oraya buraya saçıyorum. Karım kızım da burada. Hakan’ın aileden kimse yok veya bir kişi var. Evine konmuşum da sanki gelmesi beni rahatsız etmiş, renk vermiyorum. Zaten gece öyküsünü ve görüntülerini anımsamadığım önceki düşümde Kocampaşa’daki eski asistanlık evimizdeydim. (12 ekim 2018)
[Şu sıra kısa hatırladığım ama görüşü uzun olan alacakaranlık düşler görüyorum.] Geçen günkü düşümde üç kişi bir daireyi, evi adam etmeye çalışıyoruz: Veteriner Şeref, psikiyatrist Ayşegül ve ben. Bütün düş gecede veya karanlıkta geçiyor. Nasıl bir şeyler görebiliyorum şaşıyorum. Dip köşe temizlik yapmamız gerekiyor. Daha önce de orada biz oturmuş olabiliriz. Belki daire benim, ötekiler sadece yardım ediyor. Ama çabamıza bakılsa ev Ayşegül’e verilir. Kırklıyor evi. Ben de köşeden, derinden bir şeyler çıkarıyorum. Atıyor muyum, grupluyor muyum belirsiz. Tek olsam yılardım. Aylar veya yıllar boyu bakımsız kaldığından sanki ev kararmış ve kirlenmiş. Uyandığımda hem Şeref hem Ayş’a minnet doluydum. Daha uyandığımda Ayş’ın aynı zamanda Ali arkadaşımın simgelenişi olduğunu düşünüyorum. Ona (Ali’ye) dişillik ve ruhçuluk atfetmiş olabilirim. Gündelik yaşamda her iki erkekle, ayrıca Ayş’la rahat ve yaratıcı hissederim. Belki düş “Tekrar yaratıcı ol,” diyor. Veya kendi keşfedilmemiş pisliklerime bakayımmış. Bu sabahki düşümde ise köyümüzde askeri darbe olmuş. Askerler basmış, bizi ovadan tarlalardan yürüyüp çaydan geçip Seki tarafına iltica etmek üzere taciz etmiş veya ölümle korkutmuşlar. Çoluk çocuk, yaşlı ve genç kadınlar, erkekler olarak ufak yollu bir mülteci kafilesiyiz. Sırtımızda taşıdığımız yataklar ve bohçalar var. Seki gibi görünen kasabada caddede kamp kuruyoruz. Bir yandan gizlenme çabası içindeyiz. Burada darbe olmamış ama askeri inzibat kolluyor, araştırıyor. Veya buraya da yavaş yavaş yayılacaklar. Üç beş askeri kontrol ederek bize yaklaşırken görüyorum. Göğsüm sıkışıyor. Ya yerin dibine girmeliyiz, ya görünmez olmalıyız, ya öldürüleceğiz, ya tartaklanacağız ve sürüleceğiz gene. Yere daha fazla kapaklanıyoruz, gündüz olduğu halde üstümüze akşam inmesi için yalvarır hissediyorum. Kalabalık olduğumuzdan hızlı hareket etmek olanaksız. Aynı zamanda bu grup bir eylem, oturma eylemi grubu gibi. Birbirimize yaslandığımızdan bunu hissedebiliyorum. Bu böyle gitmez. Galiba kardeşim Mustafa’ya, “Sağ taraftan, ters yön ve yollardan, dağlardan geçerek evimize varabiliriz,” diyorum. Askerler köy içini ve ovaları ablukaya almışlar da sanki evlerimiz boşaltılmış şekilde sakin ve askersiz. Uyandığımda bu mantıksızlığa hayıflanıyorum. Nasıl tekrar işgal altındaki eve gitmek istiyorum? Düşte ise bu fikrin gelişi bile bir hareketlenme ve umuttu. Yoğun bir çaresizlik ve çevrelenme hissediyordum. Uyandığımda baktım göğsüm ter dolu. Sil sil bitmiyor. Tüm gecemi almış gibi uzayan bir düş duygusu vardı. Unutmayayım diye iki sözcükle İnci’ye anlattım, işyerine gitmeyi bekledim. Şimdi beni aşırı yormadığını, sadece etkilediğini anlıyorum. Yoksa gerçekte bir solunum yolu enfeksiyonu geçireceğim de bu düş sadece hastalığın sıkıntısı veya ön sıkıntısı mı? (20 ekim 2018)
Bu sabaha karşı son uyandıran düşümde, Osmanlı Sarayı Topkapı Sarayı gibi bir yerin hem görüntüleri hem kesit çizimleri var. Bilgin veya bilge görünümlü belki sarıklı, belki kendisini görmediğim biri konuşuyor. “Bu sarayda ve saray gibilerinde,” diyor, “xxx (neydi bilmiyorum çıkaramadım) önemli değildir; boğulma ve zehirlenme önemlidir. Ölüm oralardan gelir.” Bunlarda da evelallah diyelim şu engin bilgili zat (kimdi?), bir de Şehmus değerlidir. Dert sahibi onlara başvurur. Zehirlenmede çok geç kalınmadıysa zehir ilacı yapabilen Şehmus veya ilgilisi karın gazı serbestleştiren bir karışım hazırlarlar, savuşturur adam. Kurtuluşunu zehri dönüştürülmüş pis zehir kokulu osuruğundan anlar. Oradan Şehmus görünüyor, gülümseyen, hatta belki sinir edici şekilde sırıtan suratıyla “Evet efendim…” onaylıyor, doğruluyor. O anda hem çok beğeniyorum Şehmus’u hem kıskanıp gıcık oluyorum. Niye ben değil de o? Bende başka bir yeti yetenek var mı? Bilmiyorum, hissetmiyorum, bana söylenmemiş. Ama çok üstünde durmuyorum, anlatılanı dinliyorum. Şehmus galiba Şahmaran sülalesinden geliyormuş. Üstüne eğitim de görmüş, eğilimi yetisi soydan inip gelmiş. Topkapı Sarayı’nın eskizi gözümün önünde. Atlama ve gözetleme burçları var. Çepeçevre ve ara haliçlerle suyla çevrili. Boğulmanın önemini gösteriyor. Bir yandan bir savunma suyu gibi. Derin ve belki ilaçlı, asitlidir suları. (30 kasım 2018)
Lise yatılılık arkadaşım Murat’ı bir hastanenin bodrum katı gibi yerde septik müdahele odasında ameliyata almışlar. Tam uyutulmamış, o da dinliyor ve görüyor. Çevrede bir sürü insan işlemi seyrediyor. Cerrah/ürolog girişen. Murat’ın tüm vücudu soyulmuş. Sedye veya ince yatak üstünde yatıyor. Sakinleştirici verilmiş. Ürolog elindeki bistüriyle büyük emek çekerek gerilimli kesiler atıyor. Bir kere göğsünün sol tarafında kalbin altı ve sağından ani kesiler. Kan çıkmasını görmüyorum. Kesiyi cerrah gibi değil doğrultu belirleyen fırça veya bıçak darbeleri gibi atıyor. Deri derialtı birden ortaya çıkacak ama daha görünmedi. Gene aceleyle, biyopsi sakinliğinde değil, acil girişim telaşında bu sefer vena saphena magna izdüşümünde bacağın iç yanından kasıktan ayak bileğine kadar çizgi üzerinde Murat’ın bacak kıllarını gene bistüriyle kazımaya başlıyor. Allah allah oluyorum, bu da nesi, ne yapacak? Yan taraftan Murat’ın hiç fena görünmeyen erkeklik organını dikizliyorum. İçimden helal, normalden iriymiş diye geçiriyorum. Murat hafif leyla, hafif devrede. Bir ara sanki yeni bir duruş vermek için Murat’ı kaldırıyorlar, belki kısaca ayağa dikiliyor. O sırada sorguyu derinleştiriyorum. Niye böyle yaptınız? Bu vahşice, doğrusu aseptik ameliyat olmasıydı, yangından mal mı kaçırıyorsunuz? Aslında ameliyatın ürolojik mi, kalp veya ciğer mi, bacak mı olduğu karışmış, belirsiz. Ne yaptıklarını bilmiyor olmalılar ama biliyor gibi davranıyorlar. Orada cerrah “Zaten zor ikna ettim, o yüzden böyle atipik bir durumda yapıyoruz,” diye açıklıyor. Kalabalıktan bir homurtulu onay dalgalanması. Murat da, “30 yıldır ihmal etmiştim, sağ olsun arkadaş razı etti,” diyor, doktorunun arkasında duruyor. Ortam çok karışık ve kaygı verici. Yerlerde kan ve parçalar zaman zaman paspas ediliyor veya tek tek bezle toplanıyor, orası var. Ama ürocerrah da büyük ciddiyetle, hem mühendis hem sanatçı gibi ciddi emek çekiyor. Kılları tıraşlarken mesela, yakından görmek için hızla bistüri kaydırırken kafayı gözü iyice yaklaştırıyor. Ben hem kaygılanma kutbuna hem samimiyete güvenme kutbuna aynı anda çekiliyorum. Cerrah ortadan uzun boylu, adını bilmiyorum, sakin ve neşeli, saçları sarı kıvırcık, burnu biraz laz kemerli, ince yüzlü. Kalabalığın onayıyla daha bir rahat ve özgüvenli oluyor. Kalabalık işsiz mi, yakınlar mı? Yakına benzemiyorlar, belki iş ilginçliğini veya tehlikesini yitirince ortadan kaybolacaklar. Benimse gitme şansım yok, yoğun şekilde oradayım. Oysa rastlantıyla görmüştüm, haberli çağrılı değildim. [D]üş beni uyandırdı, unutmamak için birkaç sahnesini o ara uyanıkken gözümde evirip çevirdim, kafama not aldım, sonra bir – bir buçuk saatliğine tekrar uyudum. Murat benim için içtenliğin, sahiciliğin, alçakgönüllülüğün temsilcisi. Otuz yıldır neyi ihmal etmiş olabilir veya ben neyi gözden kaçırmış olabilirim diye sormama neden oluyor. (1 aralık 2018)
Bir şiir var. Ya yazılan, ya çevrilen, ya uyarlanan. Adım adım, aşama aşama onu yazıyoruz ve üstümüzde deniyoruz. Çok yakışıyor. Elbise, giysi gibi. Nasıl oluyordu unuttum ama şiir giysi, şiirsi uyuyor mu diye gerçekten bakıyoruz. [B]ir cep telefonu zili sesi duyar gibi oluyorum, sonra İnci beni “Mehmet, Mehmet!” diye uyandırıyor. Uyandım. Bu düş bana bir haiku düş gibi geldi. (24 ocak 2019)
Ağır rüyalar, okurken zorlandım.
BeğenBeğen