YER KILÇIK SU BALIK

Çankırı Ilgaz’ın köyü Hacıhasan’da yetişen 30-40 kiloluk beyaz Hacıhasan lahanası ünlüymüş. Kelem diyarı yani lahana ülkesi gibi. Lahana kolay depolanır. Ocak ayına kadar tarlada durabilir. Serin ortam olsun yeter, soğuk havada gelişir. İnekler de lahana severler. Pek çok özelliğiyle pancarı andırır. Ilgaz’da istiridye mantarına kavak mantarı diyorlar. Kanlıca mantarı ise kendisinden baharatlı. Oralarda ‘Kurt işleyen mantarı yiyeceksin,’ derler.

Ilgazlı avcı genç var. Yürüyüşü seviyor. Tüfekli ve sertifikalı. Avcının köpek de beslemesi gerekiyor. Av sertifikası bir masraf, belgeyi dondurmak zorunda kalmış. İstanbul’da av için yalnızca Beykoz çevresinde gezebiliyorlar. Kastamonu’da, Çankırı’da üç gün dağ bayır gezdikleri olurmuş. Avcılık ona ata sporu, torunlardan bir ona kalmış. Dağ yalnızlığı, köpek sesi, toprağa ait olmak, adrenalin. Sefere çıktıkça vücudunun vitesi oturuyor. Köpek sesi ona operanın yerini tutuyor. Köpek için fırınlardan artık ekmek toplanır. Satışı yapılan köpek ekmekleri de var. Babaannesi köpek hayranıymış. Benim ninem ise av köpeklerini boşuna zorluk olarak görürdü, gönülsüz beslerdi. Tepiti var, yalı var, tamamen de ekmek iş değildir.

Burada şehirde av yerine balıkla idare ediyor. Çinekop, istavrit; kafa dağıtmak için. Boğaz oltacılığına alışkın değil. Olta balıkçılığında sakin durmak, hareketsiz kalmayı becermek gerekiyor. Ilgaz’da elle balık tutarlardı. Kilolarca. Holta bilmezlermiş. 8-10 kişi dereye balığa birlikte çıkar, bağır çağır, tutuş pek güzel olurmuş. Çocuklar büyüklerin peşinden gider, büyükler çocuklara elle balık tutmayı öğretirlerdi. Sanat elden ele geçiyordu. Hem köyden çıktı ve tempoyu kaybetti, hem artık babası kaza geçirdi, kırığı var, eski seferleri yapamıyorlar. Çiftçinin tatil kışı yoktur, toprak da hayvan da her zaman belli bir ilgi ister.

Ilgaz’ın GDO’suz sarı kılçık pirinci vardır. Henüz endemik üretim patentleri, coğrafi işaretleme vesikaları yok. Bilen biliyor yine de. Zengin pirinci de derler. Sarı kılçık pilavını bilen İstanbul’da pilav yiyemez. Etli tereyağlı ve bol katkılı yapılır. 2017’de sarı kılçık pirincin fiyatı 8-9 lira arasındaydı. Büyük pazarlarda Tosya pirinci ünlüdür. Bilmezsen onun yerine Osmancık pirincini itelerler. Sarı kılçığı doğada yaban hayvanı yiyemiyor, deriye dokunursa çok kaşındırıcıdır, sert kabukludur. Sofrada yüzde yüz verim verir. Bir bardağı tüm aileyi doyurur.

Ilgazlı sıvı yağ istemez, sevmez. O bakımdan İstanbul’da dışarıda lokantaya bile gidemiyor. Ayrıca sulu yemek sevmez, bir de yemeklerde alıştığı tadı bulamayınca lüks harcama zehire dönüyor. Bu tutumluluğu değil, lüksü. Gördüğünden geri kalmama inadı. Organik yeme, tadı koruma bilinci. Salam sosise yatkın değil. Her sabah bir kaşık pekmez yutması gerekir. Bakkaldan nadiren peynir alır. Eti de nadiren satın alır. Ilgaz’da çok hindi beslerler. Orada hindinin adı ibi, hindi yavrusu ise ibi cibisidir. Evde kurban eti ve hindi eti buzlukta onu bekler. Şehir eti, sevmeden seks yapmak gibi. Doğa oksijeninin tadını özlüyor.

Sarı kılçık pilavı – İzmir’den

Bir 9 ekimde kardeşini yitirdiler. Anası üç gün önceden bilmeden yasını tutmuştu. O yas üç gün sürdü, gözünden şıpır şıpır yaş dökülüyordu. Herkesin iğli tarihi başka. Bui olacağı bilmeden fark etme olabilir. Tam bilme olsa çocuğu o yola gönderebilir miydi? Kardeşi ise sabah dalgını olabilir. Ilgazlının da traktörden düşmeleri olmuş, kazalı mazalı büyümüştü. 300 yıllık evlerinde tahta gevşeyip duvara, oradan kümese, kümesten yere düşmüşlüğü var. Römorktan düştüğü oldu. Bağ evinin önünde açılan direk kuyusuna düşmüş: Düşmek için fırsat kolluyor. Gene de hayatta, ayakta. Hayvan süstü, çoban kurtardı. Hem atik hem sakar olduğundan bunlar. Her sefer yoluna devam etmiş. Öte yandan el şakası seviyor, eli de bir ağır! O da babası da güreşe yatkınlar, onu babası güreş antrenörü gibi büyütmüş. Güreşin zevki için “alt üst kün pus” toplamı gibi hissettiğim “altüst kümpuz olurduk” diyor. O acılı günde ilçe dışında okuldaydı da, kısa süre köye gelmişti. Ondan çok daha becerikli olan kardeşi traktörle hız yapmış. Yanındaki arkadaşı gazlamış, devrilip altında kalmışlar. Hem ailenin yıldızı o değil kardeşiydi. Ondan sonra tansiyonları daha artmış, öne üste fırlamış.

‘Kötüyüm hamdolsun,’ demeyi öğrenmeye çalışıyor. Geliştiriyor. Orucunu aksatmıyor, çalışırken oruç tutmak ona ayrı ferahlık veriyor. İşyerinde yönetim laçka. Kişiye göre muamele. Yürümeyecek yöne zorla sürüklüyorlar. İşi ilkyardım ve acilden farksız, iyi dinlenmesi gerekiyor. Bereket babasını emekli ettirdi de, tapan ekmezse aylığı döke saça yeter. Burada onun pirinci, ekmek, yağ, nohut, fıstığı köyden. Kendi evinde olsa bir tuz bir çay dışardan alınırdı. Üç yüz yıllık yıllık dede evi anavarzalı. Bu tarihe sarılamazlar, olanaklar dar. Patoz vardı sattılar, mibzer işe yaramıyor. Kesenlik var çamurla suyu karıştıran, merdaneyle de toprak sıkılaştırılıyor. Biçere palet takılıp çeltik tarlasına sokuluyor. Ot ayıklamanın yerini kimyasal ilaç aldı. İlaçlanması sırt makinasıyla olurdu, traktör arkasına takılan boruyla üç yüz metre ilaçlama çapına kavuşuluyor. Çeltiğin hasadı ekim kasımda. Yukarı ovanın pirinçleri daha iyi olur. Çünkü pirinç güneşi ve nemi sevmez. Teknoloji pirinci çoğaltıyor, tadını azaltıyor.

Pirinç hasadı başladığında tarlalara biçer sokuluyor. Bir dönümden çıkan pirinç 25 kilo. Öte başı elli kiloya varabilir. Toptan satışı 6.5 lira, perakende 7.5, markette 8-9-10 lira. Ilgazlılar, onlar bir ölçüye kadar kendileri işleyip fabrikaya satıyorlar. Onların işlemesi kabuk soyumu. İşlemelerini sağlayan küçük çapta ekim yapmaları. Osmancık pirinciyle baldo tarladan kabuklu satılır. Pirinç hacim ölçeğine hak diyorlar. Hak 9-10 kilogram gelir. Esas ahşap haklar vardır, eskiden kalma. Boğumlu değil, terazi gibidir, bakraca da benzer, uzunca. Tohumu kendileri üretiyor, patentli ve satım işi değil. Sarı kılçık, kemikli etin buhar suyuyla on sekiz satte pişiyor. Onu yiyince başka şey istemezsin. Osmancık dolması adıyla tanınır. Düğün dernekte yapılır. Aynısı başka tür pirinçle yapılamaz. Ufacıktır, pişince çok artar. Normalde iki yüz kişiye iki yüz kilo pirinç gerekir. Onların sarı kılçığında elli kilo iki yüz kişiyi doyurur.

Onların elle balık tutmasında iki el de kullanılıyor. Yem kullanılmıyor. Heyecanla yaralanma zaman zaman olası. Bu balıkçılık balıkları güder gibi yapılıyor. Tuttuğunda, solungacına basınca duruyorlar. Yoksa tutulmaz, elde durdurulmaz. Balık tutarken de tehlike geçirmiş. Bir buçuk metre toprak altına doğru girmiş, ölümden dönmüş. Balık büyüktü, ağaç kökünün altına girdi. Peşinden dalınca kök arasından tuzağa girmiş oldu. Balığın kafasını tuttuğunda eli kafayı kaplamıyormuş. Solungacına parmak geçirdi sonunda. Toprak kök ve su içindeydi, olabilecekler kimsenin aklına gelmezdi. Bir çıtılkı bulmuş, köklerin arasından dönüş yolu bulabilmiş. Balığı bıraksa kolay kurtulacak, balığı da bırakmamış, tutmuş yanında getirmiş. Soluğunu su altında en fazla bir buçuk dakika tutabiliyor. Dede çağında balığı şalvarla suya oturarak tutarlarmış. Balık tutmak bir yana gırgır ve şamatası için giriliyor dereye. Girdi! Kaçtı! Kocamandı! Küfürler, gülüşler… Ufakken haftanın iki üç günü balığa giderlerdi. 15 temmuza kadar balıkların yavrulukları sürüyor, dere izni ağustosta başlıyor. Hedef elli kilo tutmak değil, yiyecek kadar. Tutulan balık bölüşülüyordu. Söğüt çatalına balıklar asılırdı. Solungacından asılıyor, yolu o. Tırıvırı denen bir olta takımı düzerlerdi. Üç dört beş gün bağ evinde kalır, tırıvırıyı akşamdan döşerlerdi. Devasa balıklar gelirdi. Babaanne balık pişirme ustasıydı. Unlamayla kızartma yapar. Tek geçer, eline su döken olmazmış. Babaanne gençliğinde bir olay yaşayınca balık pişirse de yemez olmuş, tek tük. Ocak ayında bile balık tutulur. Karda soğukta balık tutmaya giderler. O balık ölmeyi bilmez, tavada canlanırmış. Sıçrıyor, ev ortasına düşüyor! Bunu görünce babaanne ürküp balık yemeyi bırakmış. (Balık ruh ise, babaanne ruhtan korkmuş; artık ruhun ölmezliğine daha saygılı olsa gerek.) Ocak şubat gibi balıklarda yumurta görülmeye başlanır, o zaman tutmayı keserler. Kışın suya girmek de çok zahmet. Geçmiş yaşantı aynı sürüyor olsa, bugün köyden çıkmayı bile düşünmez. İstanbul’da nem onu öldürmek ister gibi, şehir yorup kendinden bıktırır gibi. Yalnızlık hayata küstürür gibi.

***

Şimdi birden bire bir hal geldi başına. Bir anlık dalgınlığıyla, trafoda elektriğin beş bin dereceye ulaşan bir alev topunu görmüş. Kumanda odasında yanlış hücreye dalarak enerji hattını kestiğini sandığı kabloya elini uzatmış. Eline yüzüne alev yürüdü! Yanmaz kıyafet olaydan sonra sarı kömür rengi almış, tıngır tıngır gevremiş. Cin çarpmasından beter. Geceleri düşünü tekrar tekrar uzun süre gördü. Düşte alevin yüzüne gelmesiyle uyanıyor. Artık prize dahi yaklaşamıyor. Büyük şeyler atlatan abileri kadar sabırlı ve sakin değil. En sevdiği, gönüllü yaptığı mesleğinden soğudu. Ailesinin gözü hala onda. Arada kaldı, yoksa doğasında işi üstlenmek var. Öteyi ve beriyi gördü. (Bizim yörede ötelik berilik olmak diye türevi var.) Ateşten, ateşle birlikte ışığın içinden geçti. İş arkadaşıyla sürdürdüğü didişmeli kardeşlik onu iyi kötü oyalıyor. Ne yapacak, iyiden iyiye şaşırdı.

Ilgazlının anıları, geçmişi eşsiz, dolu dolu. Günü sıkıntı içinde, çıkışı belirsiz, kendisi de kalmış karısız, eşsiz.

Mehmetİbish tarafından yayımlandı

Bu benim , içimden gelenleri, parmağımdan taşanları yazarak, gözümden dökülenleri fotoğraf olarak paylaşacağım, sevdiğim ve etkilendiğim filmleri yorumlayıp, favori kitaplarımdan küçük alıntılar yaparak edebiyatçılık, sanatseverlik havalarına gireceğim kişisel bloğum olsun.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: