Ama beni bıraktın
Bunun için hoşum sana
Umudum göçmüş
Öteyerde
Gözlerin artık benim
İçimde rahatsın
Suçun açıldı
Sevincim -güzele vurgun
Sona mı vurgundu?
Yosunlu -ıslak -kara -yorganım
8 Şubat 1998
Ama beni bıraktın
Bunun için hoşum sana
Umudum göçmüş
Öteyerde
Gözlerin artık benim
İçimde rahatsın
Suçun açıldı
Sevincim -güzele vurgun
Sona mı vurgundu?
Yosunlu -ıslak -kara -yorganım
8 Şubat 1998
Bedenine dokunmadıkça sana bulduğum tüm sıfatlar yalan ve havada gibi geliyor. Dokunsam ne adlar bulurum, çıkarırım. Bilgiyi bedenselleştirmem gerekiyor.
Demek ki sen kendine ekşiyecek et muamelesi yapıyorsun. Demek ki senin sevgiden bile korunman gerekiyor; inancın artık “serin sevgi” mi? “Çok muhabbet, tez ayrılık; uzaktan sevmek iyisi,” uzlaşma ve uzaklaşmasına mı ulaştın? Her şey olacağına varır derken olmayacağına vardırma çabası göstermediğin nereden belli?
Ortamımıza ne bilinç getiriyorsun? Gündelik yaşam trajedisinden başka ne konularımız olacak? Beni zorla bozuk yazar yapmaya mı niyetlendin? Seninle yazdıklarımı konuşmuyoruz; yazdıklarımla seni konuşuyoruz. Olmaya sine-i millet cihanda, bir kokumluk kalp atımı gibi, bir öpümlük sevgili dudağı gibi. Sen düşlerine yaslan, ben sözlerime. Yalnızca sözümün mü eri olacağım, bıktım bu esirlikten. Hey gidi söz denizi, sözcük labirentleri. Kaşık kaşık doldur hiç eksilmesin, yol yol gir akışı yön göstermesin.
Yazmam için seni beni üzmen mi gerekiyor?
Belki de ne kadar aşağıda hissetsem o kadar umutsuzca yapışacağım imgene. Beni ince ince üzüyorsun; ne zaman göreceksin gözümdeki değerini?
Çekindiğim sıkıcılığımla sınav yapar gibiyim; bir öğrencinin öğretmenini sınava çekmesi; saçma bir şey. Ne çingeneymişim! Kararın her türlüsüne saygılıyım diyen masum suçluyum, akıntıdayım. Çırpınmıyorum. Boş inancımca çaba göstermek uğursuz. Kollarımı açtım, yalnız gözlerimle “gel” diyorum.
Bir bırakılma ruhsallığı bu. Kendime ve ilişkiye ancak koşullu güvenebilirim. Sessizim. Sessiz tekilliğim. Tanınmıyorum diye gözlerim yaşarıyor; kendime acıma oyunu. Algım, bağıntım daraldı.
Aşk birleştirip ayırmadı, sevgi olasılığı yaklaştırıp belirsizleştirdi. Yakınlaşmaya o kadar çekinirken. Senin içinde isteklerle kaygıların kuyrukları dolanmış. Hep, hep tek başına sürerek ilişki sorunlarından enerjini sakınmak istiyorsun. Tek kalmak da girişmek de iç eğilimle olmalı, kaçınmayla değil. Unutuyorsun. Eski çılgınlıklarını ilk fırsatta göstermekten geri durabileceğini sanıyorsun. Kurban olmamak için temkinlisin. Güdülerini bulmak zor.
ARM Bülten, Haziran 2001
Önümde vicdanlarım dans ediyor
Zorluyor gösteriyor
Mutlaka mı? Kaçamaz mıyım?
Bakmasam da yerinde dursalar.
Görevim bu.
Zevkim olunca gidecekler.
İşim iş, yüklü işsizim
Bağırmayacağım
Baksam da görmeyeceğim
Usulca söz ağlayacağım
Beyaza
Acındırmayla kurtulacağım, utanarak
Başlayacak
Başladı bile.
Side, 2 mayıs 1998
Işıl ışıl üzgün mavi
Jestin mimiği, özür dileyen özgürlük
Ağlayan pervasızlık
Suçuma suç katıyor
Utancıma yalnızlık
Umudum değerli, değersizliğim umarsız
Hep çevrendeki hiç olayım
Büyümeyişimdekini omzumda dinleneyim
İstemeden
Side, 2 Mayıs 1998
Ya sen beni benden fazla seviyorsan? Kendini anlatma güçlüğün varsa duygusal olarak yüklüyken? Hiç olmayacak bir şey değil. Benim biraz geri çekilmem mi gerekiyor? Sana anlatım ve eylem alanı bırakmam mı? Kendimi hem salak, hem akıllı-dengeli hissediyorum. Hata yapsam da (herkesin hata diye adlandıracağı) seni yitirmeyecekmişim, sana itici gelmeyecekmişim gibime geliyor. İstiyorum. Seninle her şeyi yapabilirim. Sensiz de yaşayabilir, reddetmene katlanabilirim. Zaten sevmezsen reddedeceksin; ya söyleyecek, ya göstereceksin, ben sevmesem benim de görevim bu olurdu.
Sakın soğuk biri olmayasın?
Bu hep/hiç demenle uymuyor. Soğuk olan kendisi için öleceğin birinin yanında bile sıcak, verici ve alıcı olamazdın. Gene de senin şu yaşamının cinsel yönlerini bir araya koyup konuşalım. Ne gibi bir aralıkta yaşadın, halen nasılsın?
Sevgimi sen istemeden sundum, çünkü yapabileceğim bir şey yoktu. Yaşamımı sen istemeden sunacak değilim. Yaşamımdan hoşnudum, elden çıkarma kaygım yok. Saklamaya ise zaten niyetli değilim. Keşke istesen, yaşamımı isteyince beni istediğin açığa çıkacak diye merakını göstermiyorsun.
Sen sevgini bana değil çevrendekilere yansıtıyor olmalısın. Seni kafaya alacak olan onlar. Onların karşısında yumuşak ve utangaçsın sanırım.
Eğer beni sandığımdan daha derin seviyorsan, benim sığlıklarımda dolanmak nasıl geliyor? Dipler çok havasız değil mi? Ölmek, sessiz kalmak mı niyetin?
Artık her yazdığımı görmesen daha iyi olacak…
Bir hafta sonra…
Sevgim elimden kayıyor mu? Sevgimi bana vermiyor mu? Boğulmaktan korkuyorum. Sevgim yalan mı, yanılsama mı? Ondan tamamen soğuyacak mıyım? Beslenemiyor muyum? Soğuma sandığım yalnızca düş kırıklığı izleri mi? Böylesine dayanabilir miyim? Tutukluğum geçici mi? Ondan ne bekleyebileceğimi, ne kadar basınç uygulayabileceğimi bilmiyorum. Zaten basınç anlamlı gelmiyor. Tek esprisi isteğimi, tutkumu rahatça izlemesi olabilir.
Bu bir önsızı mı?
Dokunulmasını istemiyor da yazılmasını mı istiyor? Vızır vızır mesajlaşmaktan vazgeçmeli mi? Atak mesajlarımı biriktirmede sakınca görmüyor, bir yakınlaşma bile didişmeye dönüşüyor. Hızını ayarlayamayan baskıcı görünmekten korkuyordum, oysa şimdi süklüm püklüm dilenci gibi görünüyorum. Bu da mı hız ayarlayamama?
Ey sevgili! Sevgimi bildim bileli boşa harcıyorsun, boşa harcıyorum; sana ne demeli? Sevgi adına ellerinden başka neyim var? Bakışların bile benim değil, bana değil. Eller yalan söyler mi? Beni sıkıcılığın hangi aşamalarına çıkartacaksın, diyelim bıkmak için, diyelim vazgeçip bana bakmak için?
Seni nasıl da sevdiğimi başkasına anlatacağım. “Sevgin nerelere vardı?” diyecek; “ellerine kadar vardı, o da tepkisiz değil.” diyeceğim. “Peh, peh,” diyecek, “dikkatli olun; sürat felakettir!” Kulakların utanmayla çınlamayacak mı?
Şimdi sadece sevilen misin, sadece seven miyim?
Beni habire köşeye; kendime ve kağıda sıkıştırıyorsun…
ARM Bülten, Mayıs 2001
Giderek Umutsuz Mu Oluyorum?
Nereden çıktı bu? Varmışsa fark etmek için geç, yokmuşsa ortaya çıkması için geç.
Yerli mi, gezici mi?
Dünya işleri umutlu da olsa umutsuz da olsa gidiyor, kendi kendine. Korku üretmek için uygun bir alandı. Şimdi daha sıkı alanı buldum galiba: sevgi alanı. Daha başlangıçta kendini belli ediyor uyumsuzluk. İlk görüşte sevmek bile tehdit edici: Hiç doymayacak mıyım yoksa? Alternatif: Tek yanlı bir sevgiyse bitiksindir. Acı çekmek meslek olur. Seveceğim mi değil mi sorularının sahnelenmesini beklemek çok zevkli bile sayılır.
Ya şimdi? Her sevgi yanlış bir sevgiyse? İki yan da kendi tarafından kendi yanlışıyla seviyor ve güreşiyorsa? Birbirimize hiç ulaşamamak olasılığı… Yapımdan gelen, sevilmeye hiç değer olmama düşüncesinin sökün edip baskıya alması da cabası.
Upuzun bir karanlığın enli enlemesine yayıldığı bir uzamın ufak yaşam kıvılcımları ve olasılıkları olarak varlığımızın ne kıymet-i harbiyesi olabilir? Sıkıntılı ömrümüzde kendimizle cebelleşmek lanetli varoluş. Sevinç yasak değil, acı. Dikenli taç her birimizin başını ayrı ağrıtıyor. Anlamsızlıkla anlamsızca boğuşarak ölümümü yaşlanıyorum. Özgürlüğü tanırsam bir anım daha değerli olacak mı?
Eskiden sevgi bir umut, bir kurtuluştu. Şimdi nasıl oluyor da umutsuzluklaşıyor? Ölüler bile daha ölmeyi sürdürüyor. Daha beter olalım demek, demeye kolay. Başı-sonu karanlık bu bildiğim tünelin, başkaları aydınlık, kendisi alacakaranlık tüneli biliyor. O zaman her sonlu sevinç, her küçük varoluş, umutsuz olmaya umutsuz, işe yaramaya yaramayacak, ama tutunulacak bir an oluyor. Acı an. Acınacak bir şey yok ama. Acımasız bir çelikliğe gelmeliyim kendimde. Duyarlı sert çeşitlerimiz var mı? Sulu körlerimiz var biliyorum ama? Her edimim keyfimce mi belirlenecek, renkler duygularımın tekelinde mi? Duygularım benden daha acımasız ve rastlantısalcasına buyurucu.
Geleceğin soğuk dokunuşunu hemen duyuyorum.. Kaçışın yolu yok, yanılsaması var. Herkes için böyle. Canavar olsa savaşırdım, o bir iklim. Beceriksizleşmem sınır tanımıyor. Kayıp kayıp üstüne… Mutlu olmayı kurup duruyorum. Oysa bütün mutluluklarım yaşanmış mutluluklar, geriden geliyor ışıkları, önümü değil arkamı ışıtıyor. Mutlandıysam mutlandım, gelecekten dilenmeyi bırakmak istiyorum.
Öyle karanlık olasılıkları var ki sevginin… Sanırsın ki aşk, sanırsın ki kabus. Sanırsın ki uyanacaksın.
Sen bana umutsuzluk eğitimi yapıyorsun. Seninle umutsuzluk altında sabrı öğreniyorum. Olanaksızı istemeksizin, hatta olanaklıyı istemeksizin.
Ben acaba sana ne öğretiyorum?
Ne için sürdürmektesin benimleliği? Yalnızca sevilmenin zevkini çıkarmak içinse öyle üzülürüm ki ayırt edemem kendime mi sana mı.
Sana sevgilim dememek, istememek, öpmemek, sevişmemek, aldırmamak mı tek çıkar yol? Hatta yazmamak? Düşünmemek? Düşlememek? Söylememek? Söyletmemek? Söyleşmemek? Anlamamak, kavramamak, görmezlik… Ürkek kaplanım, giyotin dillim, ince ısırışlım, yakalanmaz bakışlım, gönülsüz öpüşlüm…
ARM Bülten, Nisan 2001
Yapamayışım seni de rahatlatacak, olmayacaktı zaten dedirtecek olmaya da bilir hani. Kendime ve biraz da sana karşı uğraş veriyorum. Temkinin, kıskanışın bana azim mi veriyor, umutsuzluk mu bilemiyorum. Kaygan zeminde sağa sola, ileri geri yalpalıyorum. Hayalim özgürlük içinde dayanışmaydı. Bunun dengesini başaramadım. Giderek kısıtlılık içinde dayanışma olur mu diye umar oldum. Kayıpları azaltma endişesi mi, bir kurtuluş yöntemi mi bilmiyorum. Yapamadığım her şeyi kabullenmek de var. Bunun için olanlarla olmayanların seçilmesini bekliyorum. Beklerken eriyorum. Çürümediğime inanmaya çalışıyorum. Çocukluğumu yitirdim mi? Erişkinliğimi bulamadım ya, gücümü bilemedim ya bana yeter. Verileri toplamaktan değiştirmeye azmim kalmıyor.
Benim gizilgücüm ne, çırakça işleyeyim? Olduğuma saygım, yaptığıma saygımdan fazla. Geleceğe korkum geçmişe güvenimi yeniyor. Hazsız bir katlanım halindeyim ama buna da bir şey diyemiyorum; neyin neye gebelik olduğu bilinmiyor ki.
Kaç gebeliğimi düşükle bitirdim acaba? Ya da düşecek kaç gebeliğimi aşırı sakınımla doğuma ulaştırdım?
Çalışkan mıyım, zeki mi? Aptal mıyım, tembel mi?
Bunlara tutumum bunların varoluşunu, doğasını bozma gücü içermiyor mu?
‘Adlandırmak her şeydir ve bitiricidir’ diyene gizli onaylar veriyorum. İçimdeki doğayı çıkarsayamıyorum. Kendime karşı yatıştırıcı davranıyorum. Durumu kurtarmaya yöneldiğimden kuşkulanıyorum. Kendimi acıdan korumaya kalkarken yaşam korkağı olmam olasılığı…
Karşımdakileri acıya sürüyor muyum, acılarından uzaklaştırıyor muyum? Ne uyandırıyorum? Kendimi onda mı gözleyeceğim?
Benim olgunluğum kendimden sıkılmaya katlanışım.
Aşk ilişkisi olgunluğa karşı darbelerle dolu. Biz insanlar ilişkinin elinde çocuk oyuncağı gibiyiz; ama bu darbelerle olgunlaşıyoruz. Adam olacak çocukları bunlar seçiyor. Önerilebilecek olan gönüllü sabır.
Ya o, gelişini bilemediğim, soğuklama, uzaklaşma? Arkadaşlarımı uzaklaştırma. Alacakaranlık bulutları gibi. Pat diye bütün bakışımı kaplar, neden bulut gibi dağılır? Bütünüyle kendimken başka bir durum alırım. Bekleyişim bazen daha hazırlıklı, bazen daha umutsuzdur. Umutlu-umutsuz oluşum bir anda belirlenivermekte ve sönmektedir. Bu dalgalar kararlılık gösterecek mi diye hep bekler gibiyim. İlk işim farkına varmak. Durum değiştirme görevlisi değilim. Bir çıkış…
İsteme ve isteğimde ısrar etme hakkımı görmezden gelmek. Bu hal kararsızlığıma başkalarını ortak etmeye zorluyor. Oluşturabileceğim güven ve netlik kendi elimle örseleniyor. Bunu da görmezden gelmeye bakıyorum.
Elde var, bir. Ne garip, üç kişi dağılsa en fazla üzülürsün; ama bir kişi dağılsa dehşete düşülüyor.
ARM Bülten, Mart 2001
Bir evlilik gördüm, koskocaman da olmayan evde iki yalnız, yabancı, zavallı insan dip dibe vermişti. Nasıl sürdüreceklerdi evin bütünlüğünü?
Tanınmaz hale geldiğini düşünmek… Rol yaptığım, kendim olamadığımı da içeren bir eleştiriyi davet edebilir mi?
Verdiğim ödünlerin geri alınmasında tek sorunum incelikle mi ilgili? Artık hesap çağına mı geldim? Olanakları daraltmayan temkinli hamleleri yeğlediğim görülüyor.
Aşkım bitti mi? Bitip de sürüyor gibi mi yapıyorum? Yapaylık, içi boşluk duyurumlarımla, aksi gidişle ilintisi var belki. Belki tam da bitikliğimden daha canıtezmişçe sokuluyorum sevemediğime. Benimseyemediğime mi? Benimsenemediğime mi? Bitsin diye koyulmamıştım yola. Hangi kritik an sağlamıştı bu yer kaymasını?
Çok ciddiye alıyor olabilir miyiz kendimizi, ilişkimizi, duygumuzu? Artık ayrı yürüyelim demek hepi topu. Saygısızlık gibi geliyor. Süregitmeye bırakmanın saygısızlığını görmezden geliyorum. Mışmışın kışkışlamasında uyutuyorum bizi. Gerçeği şimdi de bilmiyorum, gerçeği görmezden geldiğimi, kendime güvenmediğimi biliyorum. Sevmemin başında kendine güven olası mıydı?
Eleştirilelim, görülelim istiyorum. Ayna olmadan göremeyeceğim.
Dünyaya, kişiye bir etkim olmasından korkuyorum. Etkinlik korkusu mu, cezalandırılma beklentisi mi, sorumluluktan kaçışın kaçıncı derecesi?
Evlenmeme ortak arıyorum, ediyorum da. Yalanlarım önünde sonunda kendimi ve eşimi kandırıyor, uzun hevessizlik uykusuna yoruluyorum.
Şeytanımı aylarca dizginledim. Şimdi beni de hiç zorlamadığı halde bilmişçesine sırıtıyor. Oysa şeytanlar bilmez. Bekler, ister, halt eder, karıştırırlar. O kadar saygı duyulacak bir şey yok. Kaçınıp tapınılası sanılan salak bencillik ve körelmeyen açgözlülük.
Kendimle judo oynuyorum. Rol çalma judosu bu. Sinsice, konuşma sırası gaspı. İçimi açacak bir suç ya da günah bulmalıyım. Böyle boğuluyorum. Köşe kapmacamdan yok yere yoruldum.
Kendimi açıklamak istiyorum. ‘Bütün öngörülerin haklı olabilir, görüşünü engellemeyeyim, -sorumluluk istemiyorum da,’ deyip sıramı sonsuzca savayım. Neden yüküm altına girdim ki? Savaşma gücüm hevesini yitirdi, belki bu hakkımdır, açıklaması zor olan da bu.
Belki eşim direnme gücümü denemek zorundaydı. Ve lakin denemeyi başarısız bitirdim gibime geliyor. Bunu esindiren perilerden sormalı.
Kılcal damarlarım ve dantellerim yetmiyor. Dolaşım, açılım, saçılım bozukluğu çekiyorum, düzenin sorumluluğunu alamıyorum. Güvenceler dindirmiyor korkumu. Evlenmeye yalancı cesaretle atılıyorum, daha beter olalım da gör diye bizi korkutmaya yelteniyorum. Nitekim korkuyorum da. Ciddiyetimi bilemiyorum. Gönlümün ayarını kim biliyor?
Neyden kuşkulanmalı, kime pişman olmalı, nereye katlanmalıyım? Yarış kaygısından kurtuldum, gökler arasında yerimi arıyorum. Yitik yıldızım. Güvensiz tanrıyım; geberesi karasızlığım, güce tapan güçsüz, delik cimri, sarsak kasıntı, kabız hoyratlığı benden dağıldılar. Ölmeden önce bir kaderim olmayacak. Olasılıklar henüz ortada, ben yoksam da.
ARM Bülten, Şubat 2001
İnsan ne zaman ölümü düşünür? Ne zaman yaşamın ta kendisini? Kim mutludur? Kim mutsuz? Anlam arama çabasına ne zaman vakit ayırırız? Yaşam aslında sanıldığı kadar uzun mudur? Ya da acele etmemiz gerektiği kadar kısa. Size de zor geliyor mu yaşamak? Yemek, içmek, çalışmak, koşmak, belki de sevişmek? Ne zaman sorgularsınız bunları? Ne zaman bıkarsınız yaşamdan? Ölümle arkadaş olduğunuz zamanlar… Beklenmeyen kişilerin intiharları. İyi insanlar neden kenarlardadırlar? Niye gündelik hayatta karşılaşmazsınız onlarla? Sevdiklerinizi gerçekten ne kadar seversiniz. Sizi anladıklarını düşünür müsünüz ya da emin misiniz? Sevginizi gösterirken ne kadar samimisiniz? Ya şüpheleriniz, korkularınız? Onları göstermekte ne kadar içtensiniz? Siz hiç bir insanın gözlerinde kaybolduğunuzu hissettiniz mi? Onda var olduğunuzu ya da onda bitip tükendiğinizi. Yoksa kendi kendinizi mi tüketip bitirirsiniz? Hiçlik nedir sizin için? Yitmek, yok olmak. Bir şey olmadığınızı bilmek nasıl bir şeydir aslında?
İnsanoğlu bunları düşünüyor zaman zaman. Varlığımızı hissetmek korkutuyor bizi herhalde. Yokmuşuz gibi yaşayıp gidiyoruz. Toprak oluyoruz, ama bunu bilmek istemiyoruz. Ya yaşadığımız sıkıntılar? Değer mi bunları yaşamaya, ya da en azından bu derece yaşamaya? Eski sevgilileriniz geliyor mu aklınıza? Size öğrettiklerine. Size yaşattıklarına. Ya sevmemiş olmak, ya aşık olamamak, duygularını ifade edememek? Aslında yakında iken çok uzaklarda olmak. Yani varken aslında yok olmak. Yaşama tutunamamak neyi ifade eder sizde? Hayatta tutunamamış olmak, hep kıyısında yaşamaya mahkum hissetmek yaşamın? Sizin gibi birçoklarının olduğunu görmek ve onların gözlerinde yok olmak, bitmek, tükenmek. Yitikler ordusunun anlam arama çabası içinde direnen bir üyesi olarak debelenip durmak. Ve bunun farkına varmak. İnsanın kendisine acıyarak yaşaması nasıl bir şeydir? Bunu bilmek, bunu düşünmek, hiçbir şey yapamamak. Öylesine, işte öylesine yaşamak. Kıyıda, tutunamadan ve bunu sadece bakışlarında ifade ederek yaşamak zorunda kalmak.
ARM Bülten, Şubat 2001
Hiç başlamış mıydı bu ilişki, var mıydı? Olacağı buydu herhalde. İki arada bir derede kaldım. Hayranlığım pörsüdü gibi geliyor, eğer haksızlık etmiyorsam. Güzellik gereksinimim karşılanıyor, direnç gereksinimim karşılanıyor, ne yapayım, korkumu nereye koyayım? Korkum, güvensizliğim bir gereksinim mi? Bu ilişki son durağım olsun mu? Çocuk oyuncağı mı değil mi insan buluşması? Kendime ne yanımı kılavuz edeceğimi bilemiyorum. Mutluluk istiyorum, mutsuzluğa alışıyorum, çıkışsızlığa alışıyorum. Kendim adım atmayayım da kendim hayır demeyeyim de kızım beni bıraksın mı dileğim?
Pire için yorgan yakanlara hayranım ama ben de öyle görünüyor olabilir miyim? Eski arkadaşımla görüşmek istiyorum, söyleşisini özledim. Yatmak değil, yeniden sevmek değil eski sevgimi, sevgimizi yad etmek… Zaten beni nasıl karşılayacağını bilmiyorum. Acaba görüşmek istemez mi? Beni tanınmaz hale gelmiş mi bulur? Ben tanınması zor hale geldim; işim gücüm iş oldu. Beni yadırgayacak, istemeyecek de olsa aramayı özledim. Kendimi bıraktırmak için mi bunu istiyorum? O zaman bırakmazsa ne olacak demem gerekir. Deneme konusu yapacak çok şey var. Başka kimse ile ilgilenmemek başarı yolunda bir deneme hala. Sevildiğimi duyuncaya kadar uğraşıp, sevildikten sonra sabotaja başlamış – başlayacak olabilir miyim? Evlenmiş olsak kaç günde buna pişman olur? Ben hala baştan ikircikliyken başıma büyülü değnek dokunur mu? Rahatlar, genişler miyim? Çekmem ve çektirmem sürer mi? Bunca soru yüklü yaşamam, bir yandan da sevgilimle krizler dışında konuşmamak zor geliyor. Alfabelerimiz farklı sanmaya başladıktan sonra konuşmaya soğudum, kendimle dertleşmelerim de azaldı nedense. Eskiden birikeni kağıda dökmek kısa zamanda zorunlu olurdu. İlişkimi, sevgimi rölantiye aldım, kendimi yaşlanmaya bırakıyorum. Aslında sevgilimin kendi korkularından ürkmem gerekir, ama onlar değerlendirme sırasında yükselmediler.
Yaşamdaki yerim ne? Giderek pısırıklığım, sorumluluktan kaçışım, karmaşaya – örgütlenmeye dayanamayışım daha belli oluyor. Arkadaşlarıma yük oluyor gibiyim. Yok, olmuyorsun demelerini gereksiniyorum, ama demeleri içimi rahatlatmayacak. “Ne köy olurum ne kasaba” sabit gerçek oluncaya dek koşturacağım. Bunu öğrenebilirsem koşturma enerjim de kalmayacak. Durarak nereye varırım bilmiyorum. Gelecek korkutuyor beni, yaşam korkutuyor, kendime güvenmiyorum, iyiliğim yetmiyor bana ve çevreme. Ne diye benimle arkadaş oldular ki diyesim geliyor. Farklılıklarımızın çoğu aleyhime. En fazlası ayrılırız, ayırırlar beni içlerinden, ama arkadaşım ya, bunu da kolay yapmazlar. Şefim, “arkadaşlığa güvenme,” demişti, kendi yanılgısını söylemiş. Arkadaşlarım hep kendimden daha sağlamlar. Özgüvensizliğim dışında iyiyim de, az sorumlu hazırlık yaşamında iyiydim. Kalıbım konumumun isteklerini karşılamıyor. Kavrayıştan yoksunum, yalnızca çabalıyorum, güçsüzce de olsa uğraştayım. Kendini açığa çıkaramayan, günışığı korkağı, kibirli bir kabız olduğumu söyleyebilirim. Pencerelerden mahalleye bunu duyurayım da yıllar sürmüş yükümden kurtulayım. Kibirli alıngan izleyici beniii…
Bir ucundan tuttuğum var mı dansın, onarımın? Adım başı ürküyorum, eski güvenim ve gücüm olsa şimdiki aklımı kullanabilirdim. Önceden hem aklım hem güvenim vardı. Kendime göre isteyebiliyordum. İstemek artık ayıp geliyor bana. İstemeden gene vazgeçmiş değilim. Sırıta kırıta, gözü yaşara yaşara, dilenci gibi istiyorum istediğimi. Pençemle değil. Güçlüleri kıskanıyorum. Kendimi mi güçsüzleştirdim? Nerede neleri yanlış yaptım? Yanlıştan kaçınma şansım var mıydı. Diyeceğim, yanlışlarım gelişimimin doğal sonucu mu? Acaba ben yaşamımda gol atmaya mı ürküyorum? Bu bataklık yaşantısı ölüm korkumun bir uzantısı mı? Bu yanıt bulunmaz, yanıt beklenmez sorular neden içimi rahatlatıyor? Geçici doyum, yalancı doyum olabilir bu yaptığım. Geçici olmayan doyum yoksa da. Ben kendimde ve yaşamda neye katlanamıyorum? Aslında kaybetmeye alışkın değilim, yitirmek pek güç geliyor bana. Reddedilmek de öyle. Yitirmemek için isteklerimi küçük tuttuğum çok oldu. Bu yanlışımı kabul edip sahiplenebilirim. Hatta sınava çekilmesin diye gücümü de düşük gösterdim eskiden. Artık gücümün gerçekten yetersiz oluşuna alışmam zaman alıyor olabilir.
ARM Bülten, Ocak 2001
— Öpüşelim!
— Öpüşemeyiz, aramızda duvar var.
— Aramızdaki duvarı yıkalım!
— O zaman biz de yıkılırız.
— Yıkılırken öpüşelim, hem sarılırız da.
— Kısa sürerse öpüşmemiz?
— Korkun bu mu, kısa sürmezse hiç öpüşemeyebiliriz.
— Kişiliğin etkilenebilir. Hem senin pişman olacağın bir durumda kalmanı istemem.
— Engel olan duvar mı, duvar olman mı?
— Sen de duvarsın ama?
— Duvar duvara benzer, ama duvar var, duvar var.
— Sana ulaşamıyorum duvar. Arada hem duvar hem hava var.
— Ben sana ulaşamıyorum. Ama anlıyorum seni. Arada duvar olsa da, hava da.
— Derdin gücün öpüşmek, macera. Bizim durumumuzda olacak şey mi bu?
— Sen gölgenden korkuyorsun. İstediğin olmasın, istemen ve sızlanman doyuruyor seni.
— Çok oluyorsun. Bana ne üstünlüğün var orada? İkimiz de aynı durumdayız. Senin derdin öpüşmek değil üstte kalmak. Yıkılırken bile olsa.
— Sus, duvar duyacak. Yoksa o akılları duvardan mı aldın? Bir fitleyen var seni.
— Gene aynı havalar! Ne istediğimi şaşırdım, sen de hiç yardımcı olmuyorsun. Durduğum yerde dağılacağım.
— Gamlanma. Yıkılışımız olur. Sırt sırta verelim. Elden ne gelir? Bekleyeceğiz. Bu halde zor. Duvar olacağımıza çatı kirişi olaymışız. Dokunurduk hiç olmazsa. Aynı hedefe bakardık.
— O zaman bir gözümüz çürümede, yıkılmada, yerde olurdu. Şimdi sağlamından yerdeyiz. Seni bilmem, ben güvenli hissediyorum.
— Böyle ne kokar ne bulaşırız duvar. Başka bir mimari gerek bize. Birbirimizin içinden geçiyor olsak ne zevkli olurdu varoluşumuz?
— Anlam sorunu biçimde çözülemez duvar. Her biçimde anlam yeni baştan sorun olur, yeni baştan çözümlenmelidir.
— Ama o zaman hem duvar olarak, hem geçişen duvarlar olarak daha doyumlu olurduk. Anlamla uğraşmaya zamanımız olurdu en azından.
— Biraz müebbet hapislik gibi de olsa böyle dik ve paralel duvarlar olarak anlam için dövünmeye bol zamanımız olacak. Belki anlamı doyumdan değil doyumsuzluktan çıkarmamız gerekiyordur.
— Deli saçması. Hiç çileci bir duvarla karşılaşmamıştım. Ensene vur çatını çökert. Sen sandığımdan da kadeciymişsin.
— Bu koşullarda devrimci olacak değilim. Hem keskin sirke küpüne zarar. Gerçeğimi değiştiremiyorsam bakışımı değiştiririm duvar olarak.
— Bakışın değişince gerçeğin değişecek mi a duvar suratlı?
— Ne onu ne bunu biliyorum. Bilsem alim olurdum, duvar olmazdım. Hatta kanatlanır uçardım. Bak aramızdaki duvarın bir kapısı var çift kanatlı.
— Ama o uçamıyor?
— Bu da bir bakış…
ARM Bülten, Ocak 2001
Güven, bağımsızlık, istenç, özgürlük, zorunluluk, yazgı, sevebilme, mutluluk, mutsuzluğa katlanma, sevememeye katlanma, pişmanlık, öngörü, kabullenme, doyma, doyumsuzluk, karmaşa, uslanma, yetmezlik, bekleme, rastlama, karşılaşma, etkileşme, sessizlik, suskunluk, üzgünlük, anlatım, coşku, kaygı, öfke, arama, bilemeyiş, güçsüzlük, sonluluk, inkar, kuraklık, çöl, çürüme, çeliklenme, sertleşme, yumuşama, bilgelik, kaybolma, heplik, hiçlik, zamansızlık, başağrısı, dişsizlik, diş çektirme, çene tutulması, cayma, zamk, damga, akma, çam akması, ateş suyu, oksimoron, enantiodromi, küllenme, şekillenme, seçim, belirme, yaratma, yaratılma, yaratıklaşma, sünme, sarkma, buruşma, göz, göğüs, saç, ten, ses, koku, ısınma, gizem, isim, renk, süre, kırılganlık, duyarlık, güç, us, yapı, adım, içtenlik, karagöz oluş, esneme, vazgeçiş, egemenlik, acı, deneyim, duruluk, irin, kandırma, koşul, zehir, fırlama, özleme, cenk, kuşku, kurnaz, zırnık, kuş, koşum, kurcalama, kıllanış, kasma, kaşıntı, elleme, ilenme, cinayet, ceza, çukur, cehennem, vadi, küfür, deneme, alışma, kanıksama, kan(a)ma, kayık, şans, fesat, tutum…
sevi bireysel öznel macera yol izlek süreç alttan alta
eşikaltı zıddının eşiküstündekini güçlendirmesi
öncelik üstünlük
tek hedefe gidiş
salınım
belirlenim nedensellik
eşzamanlılık
anlam
yenilgi – değişim – dönüşüm –
öngörü, doğal ürün, beklenmedik sonuç
uygunluk, açıklama, cilve
karşıtı üstünden aslına dönme, dolayısıyla (çember oluşuyla) her halin hem yalan hem asıl, hem belirleyen hem belirlenen olması.
Kaos – düzen – dağılma – tanrı – şeytan – tanrı – yok – var – hep – hiç – asıl görünen – kaos – etkin – edilgen – mayalanma – korku – cesaret – uçurum – derinlik – liman – su – fırtına.
Aura, 2 aralık 1996
Papatya falım olasılıksız dökülüyor
“Seviyorum –
sevmiyorsun –
Seviyorum –
sevmiyorsun..”
Bu ne fal, umudum kalmadı
Ben hep seviyorum çıkıyorum?
Sen hep sevmiyor çıkıyorsun!
Tek yol kendini bilmek, tek macera kendinden kaçmak.
Yaşam, kendini bilmeyle bilmeme, sorumluluğunu almayla almama arasında savaşalaşım olarak sürüyor. İnsanın kendini zamanla tanıması özünde ve zorunlu olarak otoerotik, otoagresif bir süreç. Öbür yanından bakarsak, kendiyle tanışmadan ölmek bir kısmet mi, kazanç mı?
Kendini bilmek (hele sabit nokta olmadan) olanaksıza yakın. İçe bakış çok önemli, daha çok iyi niyet göstergesi; yeterli yöntem değil. Uçuş dedikleri aşkınlık için bile bağlantılar, ilgiler, tezatlar, yakınlıklar gerekiyor. Başkası/öteki olmaksızın kendini bilmek tanımak olanaksız. Hatta ötekinin varlığında da kendini bilmek sadece bir olanak, olasılık. Bu olanak için ötekine muhtaç olduğumuzdan cehennem başkalarıdır. Dünya cehennemdir, ben de bir başkasıdır. Cehennem bir zorunluluktur.
Ademoğlunun evrimsel ilk cenneti belki de hayvanlar alemiydi. Hayvanlardan bir hayvan, sibernetik, an bilgisiyle yaşayan bir canlı. Kendinin değil anın gerekirinin bilincinde. Sonra zeka, ego, elmayılan ne olduysa oldu, insan içinden çıktığı cennetten kovuldu, hayvanlar arasındaki kafaca rahat, doğal yaşamını yitirdi. Yasak elma bilgi, belki de bilinç veya iki ayak üstüne dikelten zekaydı. Kovuluştan sonra insanın bir doğallığı değil bir psikolojisi, bir büyüme koşulu, kötüsünden iyi veya kötü anası babası çocukluğu olur oldu. Ensest arzusu ve yasağı büyüme karmaşasının en azı ve en basitiydi olasılıkla.
Bir düzeyde, “hayat ilişki ve ilişki sorunlarıdır,” mı demeli. İlişki sorununda dengesizliklerinde, sınırlarını ve kendini bilmek, içinde açmaza veya güçsüzlüğe izin vermek, kararını yönünü seçimini fark etmek, kahretmemek, aşırı alacak biriktirmemek, batık alacakları tanımlamak önemli. Eylemeyen alacaklı, sadece etik üstünlükle idare eden biridir, saçını süpürge eden anaya dönüşür, ekşir, dolaylı öçler alır.
İç ilişkiler.. Kendine karşı hataların ve düşmanlığınla, iç canın, nefsin sana sopalı karşı çıkabilir. Çıkaracağı karışıklık ve ceza atom enerjisinden az değil. Bir akla gelen de, kul sıkışmayınca Hızır yetişmezmiş. Hızır’ın, yetişmeye çıktığı yer içindir, senin içinle uyumludur. İçben, hakkı yenmiş bilinçdışı, vücut ve duygu diliyle, “Akıllı ol, aklını alırım!” diyebilir. Bu protesto bireyin yaşamına çok çok artmış riskler, mutsuzluklar veya ruhsal rahatsızlık olarak yansır. Bir ruhçu veya amatör insan sarrafı, olanları bireyin bilinç diline çevirebilecektir. İçerdeki, işçi sınıfı veya düz halk niteliğindeki esas sahip, son ceza olarak sahibini infaz edebilir: kendini öldürebilir, delirtebilir. Ne kadar kıllı vahşi olursa olsun, iç-hayvan iletişimseldir, sabırlıdır, halden anlar, yüreklidir, akıllıdır. İyidir diyeceğim ama; saf kötülüğe aitler, şeytana hizmet kişileri (içbenleri) iyicil olmak zorunda değil. Kötüye ait kişinin ruh sorunu nasıl olur ben de merak ediyorum, belki iyilik için kıvranan fısıldayan bir taraf olarak. Aynı evren gibi, içben de sadece duygu, eylem ve imgeden anlar. Kişiye özel içruh olduğundan, kişinin dilini de bilir, yalnızca az ve simgesel konuşur.
Konuşmasını, dilinin yapısını, işleyişini, içeriğini değiştirmeden, bilinç bireyi kişisel dinini değiştiremez. Bu temeller sanırım kısmen kendiliğinden oluş, kısmen seçim ve emek. Kendine yeniden bakıncaya kadarki otomatik yaşamında, insan kendini ya yaratmamış da bir şey’in içine doğmuş oluyor, ya nasıl yaratmış bulunduğuna karşı kör yani bilinçsiz oluyor.
Bilinçdışını kabul etmezliği üzerinden denebilir ki, Jean-Paul Sartre kendi ile ilişkiyi her an her şeyi bilme, kendine karşı ayna veya tabak gibi olma olarak kavramlaştırıyor. Oysa insan, külçe halinde değil, su gibi hava gibi, burgaçlanarak, karışıp kendi içine kıvrılıp, durulup, dışarı doğru çözülerek, kendinden kaçarak, kendini bularak, kayaysa kendini kazarak, dönel, döngüsel ve faz gecikmeli biçimde davranıyor yani öz-ilişki kuruyor. Özbilgi söz konusu olduğunda, kendini her an bilmek, bildiğini bilmek olanaksız. Kendini kaybetmek ile kendine yalan söylemek aynı şey değil.
“Var olan tek fobi kendini bilme fobisidir.” Adam Phillips
“Doğru bölünmez, bu yüzden kendini bilip tanıyamaz; doğru’yu tanımak isteyenin yalan olması gerekir.” Franz Kafka
“Bilginin hedefi yoktur; bilecek hiçbir şey yoktur, yalnızca bilen vardır.” Osho
Ne zaman kendimi arasam, hep meşgul çıkıyorum.
Vallahi, kendime neden ulaşamıyorum, ne meşguliyetim var bilmiyorum!
“Ucuzluklarda, kampanyalarda kendimi soruyorum.”
— Ama ben hep sen’i arıyordum?
Araman gerek, ruhunun besini bu arama,
Hep ben, hep sen değil.
(Kaç farklı kişiye “Sen o musun?” diye umutlu sordu.)
“Sevmek, sana dik dik bakan fotoğraftır. O aşk tozudur.”
Severken ayrılmak.
Sevilirken ayrılmak.
Sevgisini sevilenin hizmetine sokamadığı, iyiliği haline getiremediği için ayrılmak. Sırf açmaz çıkmaz ve beceriksizlikten, ayrıca kara beklenti ve önyargılardan ötürü ayrılmaya zorunlu olmak.
Yine de sağolsun ayrılık.
Yaşamanın yine de olanaklı olup sürdüğünü, görülecek günler ve çekilecek yükler olsuğunu deneyimletti. Ayrılmasam daha insan değildim. Şimdi de değilim, hala insanım. Büyük tekerlek dönerken kemik de kırıyor, kalp de kırıyor, acılı ve düşünceli biçimde eğitim öğretim veriyor. Ayrılmasam yapışkandım, asalaktım özde.
Acılar gece saldırır,
Köşeye sıkışan her çaresizliği kurar.
Arkanı dönüp sesimi duymazdan mı geleceksin?
Anladım, yalnızlık içinde birleştik.
Dayanamam dedim, yenilme izni aldım,
Aşil topuğum affetmek,
Ne olur deme, deneme.
Ben aldırmak,
bebek aldırmak.
Kendini aldırmak.
Kendisiz kalmak.
Ne olacak kızım,
kalan kaldığıyla kalıyor.
Sıfır her şeyden büyük,
Uzay geliyor.
— Varsa büyüktür.
– Cemal Süreya’ya
Ars longa
Vita brevis
Hayat kısa sanat
Uzun kısalıyor
Uçlar kuş
Mars longa, vita brevis
Savaş uzun, yaşa kısa
Hayat kısalık
Kuşlar mutluluktan değil,
Kuşlar kısa
Hayat uçuyor
O uçuş, kanatları varoluşu sorgulama.
Korkun ve sonsuz sevincin
Gece gündüz, yaz kış…
Eşitlik geçici,
Zulümler taraf değiştiriyor.
Çiğ hamur.
İnsan çiğ,
Hamit ve ham et.
İnsan, etiyle sağır.
Toplu yaşamak zorundaki yalnız.
Eti kendinin alt kümesi,
Bana nedir sana ağır?
Bir halk bilgesi, ilk karşılaşır karşılaşmaz çok sıkıntılı gördüğü dertli arkadaşıma doğaçlama bir söylev çekti. Küçük dilini yutuyordu. Yaklaşık şöyle:
“Kabul etmezsen sığmazsın.
Hiçbir yere.
Sığdırmaya çabalama.
Bastırma, sığdığını hayal et.
O sığacak, bedenin genişleyecek;
ruhun daraldıkça bedenin büyüyecek.”
Anadolukavağı söyleşileri:
— Camiye gidicem ben.
— Cami yıkık, üstüne ağaç devrildi. Cami cemaati 8 kişiydi. O zaman ne yapıyordu bu mendeburlar? Birinin tam omzuna koluna inmiş.
— Şimdi en rahat yer Kars Vegas burda.
— Vücudun merkezi kalpse Kavak’ın vücut merkezi Tekel Bayii.
— Ben ganyan bayii sandıydım.
— O muhabbet kuşları kafeste yaşayacağına ölsün daha iyi.
— Aslında senin hanım da iyi bir kafes ve eştir ama…
— Cennet olmazsa cehennem olur. Bakın, sobayı yaktık size.
— Güneş cehennem bence. Baksana kızıl sıcak.
— Kötülük bekleyen götümser olur, iyilik bekleyen sikimseldir.
— Allah bilir, Mevlana sigara da içiyordu, esrar da çekiyordu. O kadar şiirler filan. Şüphe çekici. Duydum güvenilmez bi yerlerden. Bakacağım ama, kanıt var mı.
— İşe gidicem ben.
(Arada bir kaybolur, ama aslında kımıldamaz…)
Toplum bir çiçek, -etobur-
Çek senede dava karar topluma itiraz edilir.
— yaşamak gerek.
Her can bütünü tadacaktır..
Etobombardımendebur.
Nefesim sakin, – ve engellenmiş
derinlik arıyor.
Ağlayasım var, ağlamayayım neden yok
gözlerim yaşlı, ben yaşlı-
– Bu zarfları yalamamız gerekiyor muydu? Neresinden yalamalıyım?
(Sandık kurulu birbirine bakar ve gülümser.)
– Siz arkasından yalamayın. Zarfı öylece kapağı içine şekilde bırakın.
(Olamaz, inşallah bunu soran Memet değildir.) (Netekim Mehmet’ti.)
Kır taraflarım ağardı,
benim sarktı.
Yaşlanmak delirmeymiş.
bir şey kalmadı geriye.
Delirdiğim, yaratıcı yok oluşum.
Duruş gibi.
Arı, haz haz haz!
En iyisi, her gün bir arzu yolla,
bir arzu al.
– Az az, haz –
Haz almasan, haz iste..
Arzu dolu çamaşırlar, yırtılmak ister.
Temelde evet dön
Bak dön hisset dön yapma dön yap dön
İçe içe dön ağlaya ağlaya güle güle dön
Dur dön durma dön
Ah bir rüya gör,
Alsın götürsün seni uçlarına.
Bakışı koksun, damlaları yayılsın kınkanatlarca
Uyanış tat, kalkımın gepgerçek düş olsun.
Pearl S. Buck’ın 1967’de Türkçeye çevrilmiş bir kitabı var: Bambu. Halamın kızı Aliye’nin kitabı olmalı. 1975’lerde Muğla’da halamın evinin çeşitli köşelerinde gezinirdi. Nadir Kitap’tan baktım, 584 sayfaymış.
Evde bir sürü okul çocuğuyuz, hiçbirimiz bu kitabı okumazdık. Halakızım okumuştur. Yeşil bezimsi mukavva kapaklı -en dış kağıt kapağı sökülmüş veya kaybolmuş olmalı- ciltli bir roman/kitaptı. Belki önemli de kitapmıştır, sonuçta değerli bir yazarın yapıtı. İlk sebebim, sayfaları arasında okumayı kolaylaştıracak çizimler, resimler olmamasından niyete girip okuyamıyordum. Çocuk gözlerim hacminden korkuyor. Halaoğlum ortaokula geçmiş olmalı, o da okumuyor.
İkinci olarak, ilkokul sırasında ben en ağır kitap olarak Charles Dickens’ın Oliver Twist’ini okumuşumdur. Oliver Twist’ten darbeliyim. O romanı olasılıkla seksen sayfada bir çizim, resim, resim altında kitaptan bir cümle bulunduğundan, o resimlere ulaşmak hayaliyle okuyordum. Resim olduğuna göre kitap sadeleştirilmiş çocuk baskısı bile olabilir. Bence çocuklara kitap okutmak için çok iyi yordam. Neyse.. O resimlerin yardımıyle Oliver Twist’i bir şekilde okudum bitirdim.
Ama anımsıyor muyum? Hayır. O zaman anımsıyordum. Anımsamakla kalmıyor geceleri Oliver Twist, Fagin kabusları görüyordum. (Düzelterek yazdım, anımsadığım ilk isim Higgins’ti.) Fagin, öyküdeki kötü adamdı galiba. Aslında kitabı anlamadan okudum. O kadar edebiyat okuru değildim, başlamamıştım, hatta ortaokulda bile edebiyat okuyuculuğum başlamadı. Ne kadar anlamasam da anlıyormuşum, kitap benimle bağ kuruyormuş. O korku beni Bambu’dan uzak tuttu işte. bir darbe daha yüklenmek istemedim. Büyüklerin büyük kitaplarına akıl sır ermiyordu. İlkokul zamanlarında Cin Ali’ye ek olarak sadeleştirlmiş çocuk masalları ve serbest vezinde Kemalettin Tuğcu romanlarını okumak bana yetişiyordu.
Bambu’yu hala okumadım. İstesem arar bulurum. Hala emin değilim. Oliver Twist’i ise bir defa daha okumadım. İki Şehrin Hikayesi’ni bile sadece çizgi romandan okudum, kitabına dalmadım. Ortaokul İngilizce dersinde bir pasaj okumuşuz. Güya edebiyat kurduyum, Dickens’ın David Copperfield’ına da yeltenmedim. Bir kitabın perdelemesiyle değerli bir yazarın tüm kitaplarından kaçınmışım.
Ötüken’den gelirim gelirim,
Atım da öpüşkendir,
Aman hey aman.
Ben çocukken foter parçaladım mı? Daha doğrusu mantar safari şapkası. O şapka mantarlarını pinçik eden ben miydim? Nereden bileceğim yoksa şapkanın ufalanabileceğini? Kara Mehmet’le birlikte gözüme geliyor foterin görüntüsü. Bir parçasında metal halkalı bir hava deliği oluşu. Saksı gibiliği, insan tenine uyumlu rengi. Kara Memed nerden bulmuş? Ben nerden bulabilirdim? Kara Memed’e kötü davrandığım, zarar verdiğim, onu kıskandığım da çok oldu.
Taşla başını bile yardım. Ona ait olan bir şapkaya saldırmış olmayayım? Veya onun arakladığı. Hatırlamam tabii, ben hiç yaramazım mı diyeyim anımla? Yaz mevsimi. Bir küçük peşkir bile önemli güneşten kaçmaya. Şapkanın her türlüsü değerli. Sırf hayal meyal anı parçası bile değerli ve besinli geliyor. Aradaki tüm yaşayışımda bir, bilemedin iki kez düşünmüşümdür. Sanki abseleşmeden etime saplanıp kalmış küçük bir kıymık. Anlamasam normal saçım, etim sanacakmışım. Hala bir yalancı anı değilse.
Gök Denizin gözlerine bakıp, İstanbul seni yenmeye geldim diycem.
Sonra, martılar karga karga gaklayacak.
Güneş başka doğacak,
Ve hiç yorulmadan batacak.
Sevmiyorum işte seni, sevmeyeceğim.
Koronerden geliyor olacak baskıyı kalp ağrısı bileceğim.
Yattığım yerden özleyecek, nerem uyuşuyor bakacağım.
Dervişin neresi çürürse orası konuşur. Bu da kabul edilebilir bir iyiliktir.
***
“Ben kimim”in dibi, “ben neyim”. “Ben neyim”in karşılığı, “ben bir enerjiyim” benzeri yanıt olduğu andan başlayarak
devreye bilinç ve kim’lik giriyor.
***
Histerik adam, ben kendim endometriyozis hastalığı gibi nazlı bir nanemollayım. Hemmen alınganlık, hemmen geri çekiliş, küstüm çiçeği. Rahim çimeni her bi yerime dağılmış.
***
Her can (mini) bir peygamberliği (delilik) ve hicreti (sağaltım) tadacaktır.
***
Toptancı tümelci olduğu için Hz. İsa tartışmalara bir sıfır önde başlıyor. İsa yer yer felsefi bir tartışmacı, ama çoğunlukla retorikçi. Dinsel retorikçi. Bir tür sonsuz uzlaşmazcılık bu. İsa nasıl mazlum imgesiyse aynı zamanda taslak zalim imgesidir. İnatçı, talepkar olduğundan, yüksek standartlardan, sabit fikirlilikten. “Başkaldırıyı çok uzatırsan zorba hükümdar olmaya başlarsın.”
***
Kavrayıp anlamayınca, herkes kendi inanmaya yakın olduğuna inanmaya başlıyor.
(O) bildiğinden başka şeye inanmıyor. Oysa inanmak, bilmediğine inanma ve yönelme.
***
Hava mutluydu bu sabah, şimdi nasıldır acaba?
Bulutları yakışmış mı, umutları dağılmış mıdır?
***
İçinde bizim olmadığımız ölümlere ihtiyaç var.
Yaşanabilir bir dünya için-
***
Vücudunuzun dörtte üçü faşisttir. Bazı organlarımızda bu oran şaşırtıcı düzeylere çıkar. Birkaç ender ve ikincil organda yarıya ve altına indiği olur. Karma yapılı organlar ne de olsa sert suyu dengeler, işlevselleştirir. Vücudunuzu görmezden gelemezsiniz. Hangi organınıza yaslandığınızı bilebilir, bunu bir oranda denetleyebilir, esasen bedeninizle uyumlanabilirsiniz.
***
Etik olarak, suç cezayı gerektiriyorsa; pratik olarak, önceden verilen ceza suçu gerektirmelidir. Suçuyla dengelenmeyen ceza şeytani, zulümden başka şey olmayabilir.
***
Maske, üst solunum yollarını da etkileyen bir deri hastalığıdır.
***
Türkçülere göre komagene/kommagene konargöçer demekmiş. Kondular göçtüler apansız, hahaha. Nemrut’ta koma koma koma diye ses çıkarırlarmış.
***
Lostral salon.
Lustral seyahat,
Lustus.
***
İnsanı doğru kılan maskeleri, gerçek kılan içindekiler ve altındakileri.
***
Müslüman ikiyüzlülüğü:
Müslümler gayrimüslim kadınlara niye “onların istediği” saydıkları şekilde davranıyor da, kendi bildiği ahlakla ve müslümlükten bekleneceği gibi davranmıyor? Onları yabancıdan öte, birey olarak görmüyor. Ya da, belki öbür türlüdür: Teke tek iken yabancı kadını birey, kendi müslüm kadınlarını ise eşya sayıyordur. Bu daha da kötü ya!
***
Femme fatale: Tadı bal huyu zehir
Toksik (ilişki): Bal gibi zehir
Sağlıksız/ahlaksız: Tadı bal, huyu zehir
Sağlıklı/ahlaklı: Huyu bal, tadı zehir
***
Bu mezarlık sınıfında bilgi ve öğrenme pek iyi, hal ve gidiş zayıf. Tüm sınıfta. Mezarlıklar genel olarak ölülerin ilk adresi. Yine de mezarlık yaşayan bir yerdir denebilir.
***
Bilinmezlikleriyle ünlü ölüm ülkesi..
Ölüme kayıp diyoruz ya. Kayıp demek bu can ve bilinç dünyada nereye gitti, veya hangi aleme gitti belirsiz, bilemiyoruz demek. Yitim, yitik, yitirdim demeler de öyle.
***
Ölüm mutlak değil, hatta gerçek olduğu kadar sanal. Değerlilerin ve kavga etmeyi sürdürdüklerin sen ölmeden ölmezler. Sevilen ölünün yokluğu aslında kavuşamamaktan, hasretten ibaret. Bu aynı zamanda sevginin zaman ve mekanı büktüğünü da gösterir; büyük, yenilmez ölümü sarstığını.
***
Kendini sadece gerekenlere kısıtlıyor. Sanırsın ki dünyada hiçbir arzusu, hiçbir lüksü yok.
İsteği/uktesi olan şeyi ölene kadar yapmazsa, yapmadan ölür bak.
***
Kadın: “Şöyle kokmayan, tüy dökmeyen, bir de iletişimsel bir hayvan önersene bana. Evde bakmak için.”
Veteriner: “Çocuk yap. Hem ileride iletişim de kurabilirsin.”
***
Plazalar, şehirli tavukların piliçlerin kümesi. Ayrıca yüksek koyunların da, unutmamak gerekir.
***
Şişman köpekler, yanlış besleyen ucubeleri. Taş zeminlerde, gelen geçene engel, davranmaya mecalsiz, genetiği değiştirilmiş kıllı ayı balıkları gibi, margarin kalıbı gibi halsiz yatıyorlar. Kedi ordusu anaları, adını bilmediği iri mahalle martısı ve tıknaz kirpi akrabaları da sorunumlu.
***
Tik bozukluğu, silkin kalkınca illa silkmek, zararına olsa silkmek gibi. Sıkıntıyı sıkıntı olarak tanımlayamamak, bedeninde bir yerde otomatiğe çevirmek. Tike konu eylemde adeta cinsel bir heyecan ve enerji var. Peşinden günah işler gibi pişmanlık ve düşüklük geliyor. Tikte çaresizlik, kısıtlılık karşısında bireyde şımarıklık benzeri bir tavır hissediliyor. Sıkıntı eritmek için özdoyurum yapmaya da benzeyen bir yapı. Bir benzeri daha; kalabalığa, yabancılara aldırmadan sahibinin bacağında kerkinen köpecik.
***
Fare ile insan arasında bir davranış farkı buldum. Fare labirentte daha gidecek, deneyecek koridor bulamazsa kendi ayağını da yer, duvarları da kemirir. İnsan öyle bir faredir ki seçtiği yolağı kötüler, kendi yoluna sıçar; oysa çaresizlikten tıkanırsa tersine usluca oturur. Çözümsüzlükte intihar insan için olağan değil. İntihar edenler çözümsüzlük için adeta çalışırlar, intiharı bir çıkış olarak işlerler.
***
Kedi hem insanı evde değilken yetersizlik hissi ve bekleyiş tatmak zorunda. Hem de insana, eve geldikten sonra istediği her emrini yaptırmasıyla, evrenin sahibi doyumunda. Bölgeci ve malcı.
***
Zaman hem armutları hem ayıları olgunlaştırır. Hem avı, hem avcıyı. Zamanın adaleti. Acımasız adalet; kıpırdanmayı, başının çaresine bakmayı düşünmek zorunda bırakan.
***
Atasözleri, tebdili kıyafet halkın arasına karışıp oturmuş kabus ve rüya unsurlarına benziyor. Olan olabilen görünümler için olur, öyledir kalıpları.
***
Karşılaşılmamış tehdit, gerçekleşmemiş korku, bazen “bitmeyen aşk” gibi uzun süreli korku-fobi üretiyor. Buna karşılık yüzleşme, korktuğunun başa gelmesi, çoğu seferinde cesareti artırıyor, korkuyu geçiriyor. Arenaya tartıya çıkma rahatlaması veriyor, sırayı savdırmış oluyor.
***
Her sik bir eksiklikle maruz ve matuftur.
Binaenaleyh sikten korkan sik gibi kalsın.
Sikin atasözü hakkı: “Öfkeyle kalkan, zararla oturur.”
Amaan boşver, bize ne, kaldıran indirsin.
***
Eskiden mastürbasyon, bir ötekiyle ilişkinin ikamesiydi. Narsistik Yeni Dünyada, ilişki mastürbasyonun yerine geçen oldu. Her çağda her ikisi vardı, önem ve öncelik sıraları değişti.
***
Üçgene geciken üçüncü kişi ikiye yardımcıydı. O sağolsun, biz varolalım dediler. Kuytu yan tarafta insan kendine hayat saklayabiliyor.
***
Kitap, taksitli ve şifreli bir tablo türü. Harfler, cümleler resim. Hep birlikte değişik bir resim ortaya çıkıyor. Bu tablonun görülüşü, yorumu hem gözle hem okunarak, çift dilli resmi çözerek oluyor. Şifre deyince, muska, okunmak için yazılmayan bir mini kitap, yani kapalı resimdir.
***
Yenikonuş’a uyunuz. Uyardıklarınızı bozup yok ediniz. Yeni-zevk: Sıkıntı sevinçtir. Acı kutsaldır. Yıkıcı babadır. Azarlayan dosttur.
***
Doktorlar solcular gibidir. Her biri ayrı kuramcı ve yarı tanrıdır. Kimse kimseyle aynı şekilde yoğurt yemez. Bilinenlerde ve bilinmeyenler hakkında her zaman tartışılacak ve ayrı düşülecek bir şeyler vardır.
***
Eski hastane bodrumları.. Baraka hastaneler hariç hepsinin böyle izbe, depo desen depo değil, lazım olur desen lazım olmaz bodrum atıklığı, yığılı fazlalıkları var. Kabız hastanenin lavman yapılamamış bok taşları… Aralarında hamam böcekleri ve örümceklere film çekivermek gerek.
***
Dibi görünmeyen suyun, soğuk denizin hissettirdiği tehdit, evcilleştirilmeye çalışılan Azrail’le yaşam alıştırması gibi. Yoksa suyla barışık olmak, yüzmek gayet güzel. Zıt kutuptan bir benzeri de aktif veya yarıaktif bir volkanın dibinde kulübede yaşamak. Bir başka akraba durum daha: Her vardiyada yeryüzünün dibine, ölümün kalbine inen, adeta ölüp vardiya bitiminde yeryüzüne tekrar dirilen taş kömürü ve maden işçilerinin yaşayışı…
***
Babil kulesi sakın, insanın kendini ve birbirini anlamaması yüzünden yıkılmış olmasın? İlk gecekondu, ilk anıtsal kibir, ilk kanser tümörü temsili olarak? Depremin ilk imgelenişi değil ama mantıksal bir deprem olarak? Tanrılara nispet yapmak ilk değil sonraki dolayımıydı belki. Önce kendine karşı hale gelmekti. Ben kimim, ben neyim, organlarım, unsurlarım ne, neyi unutmuştum, neyin hakkını yemiştim sormama nedeniyle sınırsız yükseliyordu. Belki bir omurgası ve iletişim düzeni yoktu, yığmaydı. Sanki 20 – 21. yüzyılları ve özellikle Türkiyelileri önceden haber veriyordu. Kaos içinde büyüyordu. Yıkılması kaçınılmaz, hatta gerekliydi? Bizim akılsızlığımız ve kapitalizmin azgınlığı gibi felakete yazgılı. Belki ilk gökdelendi, ilk gecekondu apartmandı. İlk adaletsizlik, ilk anlayışsızlık değildi, ama örgütlü, ısrarlı eşitsizlikti belki.
***
Her şeyi yediği halde şişman değil. Atletik, akıcı, akıllı bir hizmetçi; efendileşebilir hizmetçi. Yapay zekanın gönlü, kalbi olmaya başlarsa evrenle uyumlu olur, o zaman evren yapay zekayı yeğleyebilir. Yapay zekanın iyilik kötülük tercihi olabilecek mi? İnsan-sonrası çağın girişi: En iyi durumdaki insan sınıfı, sanattan zevk alan hatta kısmen yaratıcı olan köleler, insanrobotlar.. -Yapay aklın gözetimi altında.
***
Oturduğumuz, hatta uyuduğumuz yerden evrenler dolaşıyoruz. Yalnız, müezzin minareyi dolana dolana çıkmalıdır. Hissetmesi ve hissettirmesi için. Törensel değil, törenli olmalı.
***
Şarkılardan fal tutmak tefayül; tesadüf ise tevafuk. Tutmayan, bize ait olmayan rastlantı yaşantımızdan düşer. İyi ve kötü görünen tüm etkileşim ve dönüştürmelerde muhatap kendi aynamız halini alır. Basitçe düşmanın aynalığı, dostun aynalığı, eşyanın bile aynalığı. Sahibine çekmeyen mal haramdır.
***
Önsezi, şeyleri her zaman yönetmemizi sağlamaz; önveriyle, şeylere uyumlanmamıza yarar -şeyler bizi öldürmüyorsa.
***
Her 100 çocuktan 8’inde dikkat eksikliği, nerdeyse her birinde yaramazlık ve çocukluk görülüyor. Biz dikkat edelim.
***
Z kuşağına en zor gelecek rol Sisyphos. Ama kaçarı yok, insan Sisyphos’tur. Gerçek, kayadır. Zekazihin ise foton o tamam.
***
Kaybedeni kaybedene kazanan denir – kazandı mı?
***
Kitap, maddenin parçacık modelini, tiktok-youtube, dalga modelini temsil ediyor.
***
Paradigmatik karşılaştırmalar:
***
Devri geçmekte olan “Muasır Layik Cumuriyetimiz” oyununun başrol kadroları
(Bakanlıklar):
Harbiye Nezareti
Genelkurmay Rezaleti
Savaş Bakanlığı
İçsavaş Bakanlığı
İçsavunma Bakanlığı
İçsıçişleri Bakanlığı
Adamelanet Bakanlığı
Çepeçevre Kıskıvrak Bakanlığı
Maaile / Naaile Bakanlığı
Gençlik ve Spor Yasaklama Bakanlığı
Din İşleri Yüksek Bakanlığı
Kullaştırma Bakanlığı
Siletişim Bakımlığı
Sinerji ve Tabii Depremler Bakanlığı
Karım ve Soyişleri Bakanlığı
Maliyet ve Cazibe Bakanlığı
Dinsağlığı Bakanlığı
Partizanlıktan Sorumlu Dövlet Bakanlığı
***
Osmanlı İmparatorluğu despot laz baba gibi küfrede küfrede öldü, yine de hala ululanarak. Türkiye Cumhuriyeti ise o despot babadan çocuk katlini, Kronos gibi, çocuklarını sudan sebeplerle tırpanlamayı miras aldı. Bu halk çocuk ruhlu, ve kolay kolay büyümüyor, bireyleşmiyor. Belki de depremdi, hukuksuzluktu, demokratikleşen dünyada mutlakiyetti filan derken sertlikler ve zorlanmalarla büyüyordur. Babaya ve geleneksel aile sistemine karşın büyümekte. Belki büyür.
***
***
Bilinçdışını kabul etmezliği üzerinden denebilir ki, Jean-Paul Sartre kendi ile ilişkiyi her an her şeyi bilme, kendine karşı ayna veya tabak gibi olma diye kavramlaştırıyor. Oysa insan, su gibi hava gibi, burgaçlanarak, karışıp kendi içine kıvrılıp, durulup, dışarı doğru çözülerek, kendinden kaçarak, kendini bularak, kayaysa kendini kazarak, dönel, döngüsel ve faz gecikmeli biçimde davranıyor yani öz-ilişki kuruyor. Özbilgi söz konusu olduğunda, kendini her an bilmek, bildiğini bilmek olanaksız. Kendini kaybetmek ile kendine yalan söylemek aynı şey değil.
***
Erkek yapılmaması gerekeni yapar, yüreklidir, erken ölür. Bunlara tamam da, erkek dediğin, yaptığının arkasında duramaz. Ne sandındı?
***
Evlilik bir damacana suyu. Onsuz kalamazsın, ev kurur. Öteki sulara güvenemezsin. Yalnız, kana kana içeyim demişsin, yalandır. Bölüştürmen gerekir, yetindirmen gerekir. Boşa korsun dolmaz, bola korsun almaz.
Aşk, tuzlu engin deniz suyu. Zehir gibi, yakıcı. Gene onsuz kalamazsın. Tek seçeneği sidiğindir; narsizm veya şizoidi. O da nereye kadar? Aşk suyunu içtikçe içesin gelir. De, susuzluğun artar. Aşkın doyurması gerekmez. Felçliyi bile oynatması, kaynatması beklenir. Aşkın daha klasik miti seldir, duygu seli. Süpürmesi, işi yeni dünya ve yeni ahlakı doğurmaktır. Sonrasında her şeyin farklı olması. Kalıcılığı değil. Aşk isteyen de, ciddi doyumsuz ve gözükara olmak gerektir.
***
Evlilik, aşktan farklı olarak, çıplak gerçeğini bilen eşe karşı, olmakta olduğu gibi ve sosyal normlar içinde eşitlenme çabası olduğu için, en zor etkileşim ve geçinme biçimidir.
***
İlişkileri, evliliği hayatta bir şey yapmama, kendisi olmama kamuflajı gibi yaşayanlar tabii ki birbirine bunu önerir, evlilik baskısı yapar. Birlikte yaşama, tam siper yatma ve tutuculuğa veya devrimci yaratıcı birlikteliğe dönüşebilir.
***
Sevmek, sana dik dik bakan fotoğraftır.
O aşk tozudur. Sevmek, bir de sevilenin uykusuna konuşmaktır. Uyanık gündüze ek…
***
Sevmek, sevilenin nasılsa öyle olmasını istemekse [Heidegger]; kendisini olduğu gibi kabul etmemek ve eritmeye kalkmaktır. Ustam, sevmek sindirmektir diyor. Demek ki, bence, sevmek kendini sindirmek ve sindirtmektir. Tabii olmayasıya, çelişkin bir çaba.
***
Sevmek öngörülüp belirlenebiliyor olsaydı, aşıkları görücü usulü tanıştırırdık.
***
Antitez tezdedir. Sorun çözümde,
veya tanımdadır. Ötesine geçmek, düşünmeyi ve iddiayı dinginlikle aşmakta.
***
Yaşamın gerçek olduğuna dair en önemli veri şimdidir. Gelecek zaman da geçmiş zaman da şimdide yuvalanır, temsillenir, şimdide odaklanır. Düş aynı Dün gibi hem vardır (var gibidir), hem de ulaşılmazdır, yoktur (yok gibidir). Dün(ler) gerçekse düş(ler) de gerçektir, düşler gerçek değilse dünler de yaşanmamıştır.
***
İnsan çok eşli olabileceği gibi çok analı veya babalı olabilir. Ana, baba kadar yakın ilişki ve sorumluluk bilinci içinde olanlar da anadır, babadır, ruhsal anababalardır. Özellikle bakıcılar, anneanne, babaanne, teyze gibi severek bakım veren kişiler çocuğun asıl ruhsal annesi olabileceği gibi, çoğul anneler listesinde de sayılabilirler. Ruhbilim yazınında görülen yedek anne, yedek baba kavramları için de ruhsal ana/baba anlayışı elverişli gözüküyor. Keza öksüz/yetim büyüyen, kendi ana/babasından gülmeyen bireyler için kaynana, kaynata veya benzeri hısımlar ruhsal ana/baba işlevinde olabilir. İçlerinden bazıları geçerli/etkin olmak üzere öğretmenler, yöneticiler, akıl hocalarını da saymalı. Yaşam yerine koyma ve telafiler sunduğunda dengelenebilir. Aslolan yaşamaktır, yola devam etmektir.
***
Yalnızlık kara su, kopkoyu kendilik aynası.
Ucuzluklarda, kampanyalarda beni arıyorum.
Bul belanı, çorak derinden fırlamaya çalış.
Dünyaya çılgınca kör bak -dokunulup-
Kayıp cennet. Ne yok olur, ne var olur,
Söz verilmiş düştür, en iç cebinde..
Her ne yapsam kanıyor, ölesiye dinmez.
Oldum bittim işler elim, yan evrende taş örüyorum.
Evim senin, aklın benim, bende.
Gomidas’ım yerde, Hırant’ım senin.
-Ermeni’ye Anadolu Anıvatan-
Saçı kuyruklarında balıklar..
Gözleri pört eşek gözü ama-
Çok şükür akılsız, yarı su.
Her şeyle birlikte
Yaprak yaprak yaprak,
Düşüyor düşüyor düşüyorum.
Hayat inişte, her şeyler yaprak.
Rüzgar tozduruyor, kafası karışmışları.
Geçici yükseliş, burgaçlanmalar..
Bitim bütünlenmeye, ister ağla inle
En olgun yol da kapkaraya.
Kimden beride, kime göre geri
Deney yokluk öğretiyor,
Can acısı, acı, büyüğün çağrısı
Hızlısından çok, yavaşı.
– Daha olmamışı ışık
Duran ölü, ağlar ölecek, ölesi kıpırdar
Ak ölü. Kara ölü. Boz ölesi.
Geçti gitti,
Gitti geldi –
– Gitti gider.
Gelir geçer.
Geçer gelir.
Geçti kaçtı gitti say!
Sabah kuşluk arası düşü.
Efendim, teyzemin Hasanpaşa’daki evinde gibiyim. Yamaçlık, sık apartmanlı bir mahallede, en üst kat gibi bir daire. Daha üstümüzde çatı var. Ben sanki çok durmayacağım, gidecekmişim, gitmeden önce, o da teyzemin evinde olan Elif’e bir dersler gösterecek, bir şeyler öğretecek gibiyim. Elif’in lisede belli başlı derslerine yardım eder, özel öğretmen gibi gider, ona aynı zamanda abilik ederdim.
Diğer odaları şöyle bir gözden geçiriyorum, evin odaları sıkış tepiş. Benim alışkın olduğumdan daha aydınlık ve hem eşyalar hem insanlarla dolu. Başka çare yok, Elif’e ders göstermeyi benim arkadaki salonda, yatağım ve masam olan odada yapacağım. Eskiden de teyzem ben evde olmadığım zaman salondaki yatağımı katlar ama benim için hazır bulundururdu. Salona kimse pek girmezdi, salon odası biraz Sibirya soğuğu haliyle komple beni beklerdi. Evin diğer odaları sobayla ısıtılırdı. Burada çalışma masam da maşallah makam masası gibi. Kocaman ve masif ahşap, bu düşe özel. Üstünde birçok kitaplarım var. Sarıya, turuncuya yakın bir ahşap rengi var. Masanın oturumu salonun penceresine doğru. Sonradan göreceğim ki, masa bir de iki katlı gibi, üstünde çekmeceli masa asma katı gibi bir şeyi var.
Elif, ders alıcı ya, masayı çalışmamız için gayretkeşlikle kendisi hazırlamaya kalkıyor. Oturumunu öyle daha iyi olacak diye salonun iç duvarına doğru değiştirecek, yani 180 derece döndürecek. Bana söylemeden hemen girişmiş, masayı büyük ölçüde döndürmüş. Bu yarı döndürmede görüyorum ki, birincisi masanın altındaki eskimiş ve kullanılarak aşınmış olan halı, halım, fena halde buruşmuş, çevirmeyle kat kat olmuş. Ama ayrıca, masanın altında, halının da altında kalan yerler bayağı kirliymiş, toz içindeymiş.
Elif’e yardım ediyorum, masayı bir güzel döndürelim, hizalı hale gelsin. O kocaman masa tahminimden kolay hareket ediyor, yalnız çevirme sırasında dikkat etmek gerekiyor. Üstündeki asma masa katı, kitaplarla birlikte kayacak, dağılacak. Zor bir gayretle düşürmeden masayı çeviriyoruz. Kaldı sadece halı kirliliği, tozluluğu. Halıyı silkelersem iş tamamlanacak.
Masanın altından bohça veya sofra toplar gibi halıyı çıkarıyorum, ölçülü şekilde evin güneyinde bulunan balkona silkmeye götürüyorum. Elif de peşimde galiba. On yıllarlık toz, çöpel, kir gibi şeyler var. Ah, ne görsem, balkonda çamaşır-çarşaf asılı, dikkat etmem gerekiyor. Dikkatlice balkondan aşağı halıyı sarkıtıyorum, çırpacağım. Aklım çarşafları kirletmemekte. Yeni bir şey ortaya çıkıyor, havada müthiş bir rüzgar, adeta yağışsız fırtına var. Belki silkmemi kolaylaştırır, çırpıyorum. Halı birden artık uzun bir yarı saydam kordon gibi, ince uzun nevresim gibi bir şey oldu. Upuzun bir saç gibi dalgalanıyor, apartmanın çevresinde uçuşuyor. Rüzgarın etkisiyle çatıya kadar havalandı. Bunu anlar anlamaz yeni nesnemi kırbaç gibi silkiyorum. Şaklatmamla belki çatının sivri yerine takılan bölümü çatıdan da tozlar sökerek kurtuluyor, tekrar apartmanın aşağısına doğru iniyor, tozları fırlattım hissediyorum.
Bu sırada sanki yan apartmandan birisinin seslenmesiyle görülür, anlaşılır oluyor. Bütün mahallede sadece iki evde çamaşır kaldı veya var deniyor. Öteki çatılar ve evler çamaşırsız, yan apartman ve bizimki çamaşırlı. Toz yine de çamaşırlara bulaşmıştır diye aklımdan geçiriyorum, görev mükemmel tamamlanmadı. O anlarda yeni bir görüntü: Benim tozduğunu hayal ettiğim bulaşkan kirler meğer sabun-deterjan köpüğü gibiymiş. Çamaşıra çarşafa değiyor, ama okşar, nemlendirir gibi etkiyormuş. Leke bırakmıyor, aksine temizliyor sanki. O ter boşalmasından kurtulma ve rahatlama, düşlerdeki kaçmaya çalışıp uzaklaşamamanın tam tersi. Tozma ve kirletmenin iptali, temizlenmeye ve hediye mucizeye dönmesi adeta. Bu ucuz atlatma rahatlamasıyla uyanıyorum. Ne fırtınaydı, ne tozdu, ve ne halı, yani saydam kordondu! Masallara layık, harikalardan ufak bir tadımlık.
25 Aralık 2022
Yavaş yavaş acı çekeceğime,
Yavaş yavaş acı çekerim daha iyi.
Beni öldürmeyen şey beni çürütür, hak.
Ölü olun ey insanlar, bunu ister Tanrınız.
Ey inananlar. Allah herkesi affediyor.
Ölüm var, herkesi de affedecek.
Birimiz, kaderi taşlaştırır; birimiz, taşı kaderleştirir. Öbürü kendinde birini, biri kendinde öbürünü arar.
Dünyanın işleri, dolaşık yolları. Her an kaderimiz ve kişiliğimizle yeniden yüzleşmeyle, zarları yeniden atıp kararları yeniden almayla karşı karşıyayız. Zihnimizde yeniden çerçevelemek de bir kader işlemi ve bunun yordamı. Bütün otoburlar hemen hemen aynı boku yediği halde niye bokları farklı farklı? Üslup mu katıyorlar? Burada kaderin başına gelenler değil, onlara verdiğin yanıt. Kaderin bütünsel kişiliğindir demeye gelir.
Gelişim, asıl, toplumun malı ve işi değil, bireyin kaderi ve gerekliliği. Buluş, ilerleme topluma yarayabilir. Toplum, gereksinimini örtülü veya açık, bireylerine havale eder. Edilen havale, bireyin yaşamının anlamı olur. Birey kendi için, toplum için, topluma karşı, her neyle kendini özdeşleştirmişse hayatı, açmazı ve anlamı bu haline gelir.
Toplumsal gelişkinliğe asla uzun vadeli bel bağlanamaz. Toplumlar dalgalanırlar, ileri gelişkinliktelerse çürümeye de başlarlar. Buna karşılık birey de ölümlü olmakla birlikte, bireyin olgun ve gelişkin ölmesi anlamlı. Yalnızca birey olmuşluklarına, çözmüşlüklerine bel bağlanabilir, gruplara, devletlere, milletlere güvenilemez.
Eşanlamlılar çokluğu: Diyet, rejim, kilo verme, zayıflama, sağlıklı beslenme, diyetetik…
Rejimi, rejim yapmayı doğrudan beslenme anlamına bile çeksek, yönetim işinde olduğu gibi tür, bölge, alan var saymalıyız. Pratik kullanım hep bir “zayıflama rejimi” yönünde, oysa bir “şişmanlama rejimi” de doğal olarak söz konusu. O alan, o konu rejim sözcüğü kapsama alanından çıkarılmış durumda. Şişmanlama peşindekiler başka sözcükten medet umsun. Benzer durum huysuz, kalpsiz ve kansız sözcüklerinde de var. Önce kapılan kavram, sözcüğe nötr ve matematik gibi yaklaşılmasını önlüyor. En matematikli dil Türkçede bile.
“Bünyemizde Eaton Aşçılık Koleji ve Eaton Diyetsağlık Kampı var ehehe.” Eton Yerleşke Murahhas Müdürü
Gündüz oruçta gece diyette. Tersi şüphe çeker?
Yakında diyet rejimcileri insanlara da saman yedirmeye başlayacak. Kış geliyor.
Zayıflamak için ota salataya hapsolmayın. Filler diyetlerini neyle bozuyor? Yoksa su içseler yarıyor mu? Şaka bir yana, salata diyetin tacıymış. Sofraya toplam yeme planın kadar daha salata koy ve ye. Daha iyisi, ne kadar yiyeceksen, hepsinin yerine sadece salata koy. Bahçe Orucu Devri. Çok daha kolay ve azimli yakarsın. Kilo vermek bazısına göre sadece yeme denetimiyle yapılamaz; bazısına göre sadece spor hareket denetimiyle yapılamaz.
Çok faydalı bir alicengiz oyunu. Kaç kilo vermek istiyorsanız, tartılacağınızda baskülün ibresini ona uyacak şekil, -3 -5 ayarlayın. Çıkın tartıya. İsteyip tahmin ettiğiniz kiloya indiniz. Ya da yaklaştınız. Ondan sonra yapıcı veya yıkıcı kilosal etkinliklerinize devam!
Kulakları örneğin kulak tıkacıyla tıkayıp, lokma çiğneme gürültüsünü arttırsak, yemenin zevkine ve alışıldık işleyişine karışsak yeme denetimini artırabilir miyiz? Diyet ve zayıflama amacıyla. Zihni Sinir projesi. Bir tane daha: Yemek zamanında pat diye bir diş fırçalama teranesi çıkar. Hem ağzınız dişlerin bayram etsin, hem bu görev yüzünden yemeyi bir daha düşün.
Yeme içme saatini ve formatını değiştirin. Bazen istediğin için değil alıştığın için; bir şey yapman gerektiği için yer, içer, eyler, sevişirsin. Gene, bir şey yiyeceğinde, içeceğinde otomatiğe bağlanmasın diye “Gerçekten istiyor muyum?” diye sor, kendine danış. Daha iyisi, her istediğinde arzunu karşılama, ikincide üçüncüde karşıla. Veya düşünüp tartıp (düşünce tartmak, düşünce kilosu!) istek karşıla.
Fedakarlıkla, devrederek yemek ve kilo paylaşımıyla kilo denetimi için tipik söz kalıbı: Yemedim yedirdim. Karikatürde Canan Karatay’a atfedilen “Bırak o baklava dilimini,” repliğine benzer devreye sokulabilecek, rejim/diyet yapma, yeme/atıştırmaya direnme yordamı. Yeme yedir, kendi yiyeceğini feda et. Öteki, senin kilolarından kendi bedenine devralarak minnetini göstersin. Gerçekten, ne yemek istiyorsan onu yeme, arzunla ilgilen, hayalindekini hazırla, sevdiğin birine sun. Bazı projelerini sevmediklerine hizmetmiş gibi kakala.
Yemeyi düşündüğümüzden hep daha fazla yeriz ya. Bir güç uygulama yordamı olarak tersini öneriyorum: Yemeyi planladığımızın yarısını yediğimizde keselim veya ara verelim. Kendimizi sofradan kaldıracak bir iş çıkaralım. Bu tek başına yetiyorsa ne ala. Yetmiyorsa biraz kendimizi zorlayabiliriz. Yarım saatten önce sofraya tekrar oturmamaya bakalım. Yarım saat (kişiye özel 45 dk. da olabilir) bekledikten sonra hala karnımız kazınıyorsa öngördüğümüzün yarısını yiyip kalkalım, tamamını değil. Eşit süre bekledikten sonra hala istiyorsak kalanın yarısı (bütünün sekizde biri mi ne). Ne biçim ruhsuz mühendis bir diyet sistemiyse, utandım önermekten.
Sonuçta teknik tavır sebat, ısrar ve iradenin yerini tutmaz, sadece bir kolaylaştırıcı etmendir. Bu yordam işe yaramıyorsa daha ciddi başka çaba ve yöntemler denenecek. Sofrada sonuna dek aralıksız yeme yerine böyle aralıklar vermek tıkınma tipi sorunlara iyi gelebilir. Ara vermede vücudumuz doyma denen şeyi anımsayabilir. Doyduğumuz halde yemeyi otomatiğe bağlamaktan kurtulabiliriz.
Bir yeme terimi olarak “arası kesilmek”, yemek yemeye kısa ara verdiğinde doydum sanmak, iştahı kesilmektir. Böyle özelliği olan ve bu yalancı doygunluğa kapılmak istemeyen kimseler dişe dokunur tabak yokken de rölanti biçiminde biteviye yemeye devam ederler. Yemek servisi aralıklıysa salata veya kuru ekmek ile yiyor olmayı aralıksız sürdürürler. Aslında arası kesilmek veya ara kesilmesi fizyolojik ve yararlı bir doyma-sindirim refleksi olup bazı diyetisyenler yemek yerken inadına böyle aralar, kesintiler verilmesini yeme ve kilo denetimi için yararlı buluyorlar.
Ben cin Can.
Daha kahvaltıda boynundayım,
Pek ağır değilim, ferah ol.
Armutlar, ayılar olgunlaşıyor,
Hem av, hem avcı.
– Zamanın adaleti –
Parasız Yatılı Tarih
Ufakken, okulda parasız yatılı okuduğum zamanlar… Alışkanlığım, tutumum kısmen üniversiteye kadar sarktı. Babamın gönderdiği mektupların zarfını ters çevirip yapıştırır, yanıt mektubunu onunla gönderirmişim. Kız kardeşim hatırlattı. Çoğu anımızı o daha iyi anımsar. Kız kardeşim sıladan haber geçen ilk ve mektup arkadaşımdı. Köyün haberini, tarihini, coğrafyasını anamdan başka ona sorarım.
Ortaokul yatılılığında gizli ve bağışlanmaz varoluşsal suçu olanlar ne gündüzlüler, ne evci yatılılardı. Aslında hepimiz kardeş ve eşittik. solcusu, militanı, hanım evladı, şuralı, buralısını da ayrı bilmezdik. Herkes herkesi eri geci, ıncığına varana tanırdı. Hatta kötü ve eksantrik olanlarımız bile küçük birer aşağılanma ve zorbalık tazminatı karşılığında eşit yoldaştı. Hafif, ama farkedilir aşağı kıdem, ters rütbe parasız yatılılarda ve daimi yatılılardaydı. Ben ikisinden birden pis yıldızlıydım. Kısa süre içinde aileli olmak, düzenli düzensiz evci çıkmak değişim sağladı; telef olmayayım diye hayat torpili. Ve sadece bu, uzağın soğuğunda kalmak, bana yüzyılca bilinçsiz sevilmeme, atılmış olma kuşkusu bulaştırdı. Yaptığım değil, olduğum bir şey. Tanrının inayetine mazhar, herkesin oğlu, sevip şefkat duyduğu şanslı velet, sadece buradan, gizlice kanamışım. Kendi derdimi anlamama hayat çizgimdeki reddedilemez güzellikler, çıkıcı kurtuluş eğrisi engel oluyordu. Çözülmez, dilin ucuna gelip kaçan sözcük gibi işkence eden unutulmaz bir düş, tek tik taklı bombam oldu. Düğümü çözüp anlama sonrası biriken yıllarda hala, bir derin eksiklik, gocunucu yara ipucu bulduğum her anda ve kişide bir kerecik daha sızlıyorum, ince kırmızı damla bırakıyorum. Ben de benzerimi küçük görürmüşüm; küçümsenişimin bilincine kavuşuyorum. Sartre, arkadaşlarıyla birlikte yarım pansiyon ve yatılı öğrencileri küçük görürmüş de.
Anadolu lisesinde ya son sınıfız, ya da lise üçe geçme yılı. Son hafta galiba çarşamba akşamı yatılılardan bir grup, pansiyondan kaçtık. Kadıköy bizim, Moda bizim. Olasılıkla Dondurmacı Ali’ye, oradan dolanıp Bomonti’ye gitmişizdir. Deve güner yanımızda, yanılmıyorsam Çakan var, İbo var, Ömüral ve İtali de vardır. Benim daha içme çağım değil, ilk lise sonda biraz şarap içebildim, ürke korka. İlki sekti, ikincisi elma ileydi, üçüncüsü dut kurusuyla. Dut kurusuyla şarap içmenin ayrı bir yeri vardır.
Bomonti’de sohbet, hayal paylaşımı, içki, ohh! Deve ve İbo iyi içtiler, İbo galiba dokuz birayı bulup birazını çıkarmak zorunda kaldı. İbo ile Çakan’ın başka bir içip zom olma, otel veya sokakta kalma öyküleri vardır. Demimizi aldıktan sonra geceyi sokakta geçirecek değiliz ya, yatakhaneye dönme zamanı geldi. Deniz tarafından mı sızdık, cadde tarafından duvardan mı atladık, tam yatakhaneye girerken yakalandık. Bizi ayak üstü sorguya çekiyor, avıyla oynuyor hoca. Zorti gibi aklımda kalmış, ama bilmem; Astronot da olabilir. [anımsayanlar düzeltti, ikisi de değil, İmam’mış.]
Millet gayet iyi idare ediyor, ucuz atlatacağız galiba. Hiç içki rengi vermiyorlar. Ben sıkılmaya ve gerilmeye başladım. Belki gerginlikten değil, sırf dengesiz duruşum yüzünden renk vermeye başladım. Hiç içmeyen ben; ayakta zor duran, sallanan gene ben. İbo ile Deve gayet rahat dik duruyor, istense düz çizgide yürürler. Hoca bana çalışmaya başladı. sonunda çileden çıktı, sabrı tükendi galiba:
“Oğlum ben şimdi ne diyorum!” diye öfkeli bir soru çıkarttı. Ben gayet emin, sınavdaymışım gibi: “Ben şimdi ne diyorum, diyorsunuz hocam!” Adam bizi disipline veriyordu yok yere. Neyse sonradan gene insafa gelmiş olmalı. (Anımsamamdaki boşluk ve uydurmalarım için taraflardan özür dilerim.)
Başka bir an; arkadaşım hatırlatıyor, rahmetli arkadaşım İbo ile ben Şahları da Vururlar’ı yat zamanında yatakhanede tuvalette yüksek sesle birbirimize okuyorken, “şüpheli ilişki var” zannıyla basıldık. Kitap bir süreliğine bizden alındı, az daha disiplin kuruluna gidiyorduk. Tuvalette okuma nedenimiz, akşam etüd saatinde okuyacağımız kadar okuduk, kitap bitmedi. Biz de vaz geçemedik, keneflerde devam ettik. Tiyatro metni ya, iki ayrı ses sırayla okuyunca, hem yüksek sesin yorulmasını dengeliyoruz, hem de piyeste rolleri almış oynuyor gibi oluyoruz.
12 eylül darbesiyle tüm ülkenin ödü sıdırıldığında, bizim yatakhanede elektriklerimiz kesilir, bazı etütler, evdeki gibi, mum ışığında yapılırdı. Nizamettin abi inadına sazı gitar gibi çalar, resmen ağlatır öttürür, bağıra bağıra sol marşlar söylerdi. Jack London’ın dediği gibi devrimcinin asıl korunağı dikkat çekmeyecek kadar küçük ve zayıf olmasıdır. İktidar, alt iktidar, hoşnutsuz ve kıpırdayanı bulmak için biraz hareket alanı, ben bir şeyim hissine izin verse yetiyor: hop açığa çıkıyor sonra da avlanıyoruz. Sağcıların farkı arkaik ve kendiliğinden örgütlenme modeline sahip olmaları, Amerika’yı yeniden keşfetmemeleri, cemaatçi yapı denen şey. Bireye asla izin vermiyor, sürü etkisiyle toplu sesleri oluyor.
Ruh, lise 1’deki coğrafya dersimize giriyordu galiba. Bir arkadaş sayı artışına göre soyunan karılı bir deste kumar kağıdı getirmiş. Azgın azgın o ve hepimiz ders-teneffüs dinlemeden bakındığımızdan, dersin birinde Ruh bunu yakaladı. Hemen bütün kağıtları müsadere etti. Cebine koyup kaybolmadı, hepimizin önünde, tahtanın yanında ön taraftaki çöp kutusuna ilerledi. Hiddetten bombozdu, elleri titriyordu. Bir yandan kağıtları yırtıyor, bir yandan söyleniyordu: “Ben, ömrümde böyle kağıt görmedim!” Bizim sınıfa bu, “ömrümde böyle karı görmedim” gibi geliyordu. Gülüştük mü, sonradan mı koptuk ayıramıyorum.
Sevgili Ruh’umuzun lakabını alışını da an be an yaşadık. Üst sınıflardan Nizamettin abi ve büyükler ekibi etkin. Ruh okula atamayla yeni gelmişken, yatakhanede nöbetçi öğretmenlik yapmaya başladığında elbirlik onlar koydu adını. Öğretmenlerin nöbetler için ne kadar fazla mesai aldıklarını merak etmek aklıma gelmemiş. Bir aileyiz ya, yeni geleni yadırgamak aileliğe dahil; meraksızlık da ailelikten. “İfade edeyim evladım” en tipik sözüydü. Sabahları tek tek her ranzaya çocuk kaldırmaya uğrardı. Kuralcı olduğundan gece yat saatinde gergin olurdu. tam saatinde koridorlar boşalsın, ışıklar sönsün diye koşturur dururdu. Onun hassasiyetini fark eden büyükler, organize olmuşlar; bir biri bağırıyor Urrrh! diye, bir biri. Ve koridorun zıt uçlarından sırayla bağırıyorlar, kaçışmaya da becerikliler. Ruh oradan oraya koşar, kan ter içinde kalırdı. Örneğin Erdoğan hoca eşek şakası yapanı yakaladığında kayışını çıkarır döverdi. Ama Ruh Hoca ya yakalayamıyordu, ya yakalasa da herhalde sadece kulak çekerdi. Bu haytalara kulak çekme pek terbiye olmazdı, eminim. Ufakken ona Ruh Hoca demezdik tabii, sadece Ruh derdik.
Hafta sonları yatılı okul pansiyonunda maççı abiler vovovvooo bağırmalara erkenden başlarlardı. Birisi maç parası denkleştirme zorluğunu diline dolardı:
— Maça gidiyoom, göt var göööt! Maça para gereeek, gibisinden.
Birisi ise daha dadaistti. Ne dediğini anlamıyordum ama kulağımda kalmış:
— Hacı, vuuut de!
Vuuut denecek de ne olacak bilmiyorum. Vut, tribünlerde bir dönem için oluşan bir geyik ve hava da olabilir.
Yatılı öğrenci işi kaçak ürettiğimiz lalettayn elektrikli ısıtıcılarla (bayağı paralel ve bağımsız yaprak gibi çinko plakalar) elde edilen sıcak suyu çaya çevirmenin mümkün yolu sallama çaylardı. Lahit gibi Altın Çay kutucuğunda sıra sıra dizilmiş sallamalıklar cephane. Üstüne titrenen, biterken yenisini hazır etmek için harçlık biriktirilen… Hem üretici sınıf dayanışması, hem olanla olmayan, yapanla yapmayan farkıyla rütbe-kıdem-artı değer devşirilen bir ayrıntıydı. Çayın tek eksiği olan şeker için yemekhaneden parti parti toz şeker aşırmak gerekiyordu tabii. Ona markette para saçacak değiliz ya! Bu kadar örgütlenme ve emek eklenen bir çayın artık tatsız tuzsuz olma şansı kaldı mı?
80’lerde Kökler dizisinin peşinden pat diye, kendiliğinden bir genç grup oyunu/töreni başlatmıştık. Gerçekten de ilkel, grafik bir cadı avı veya Ku Klux Klan yönlü tehlikeli zırvadır denilse karşı çıkmak zor. O sıranın haleti ruhiyesinden anımsadığım, gençlerin, çocukların taşkın enerjisini yansıtan eğlenceli ve bir süre sonra kendiliğinden sönen oyun/eğlenceydi.
Bir iki kişi birden niyete giriyor, koridorda hızlı hızlı, birlikte yürümeye başlıyorlar. Durumdaki değişikliği fark eden başkaları sessizce veya konuşup sorarak ekleniyor, grubu büyütüyorlar. Konuşmadan grup büyümesi. Yatakhanenin koridorları birden arı oğulu ve vızıltısı gibi insan topuyla kaynamaya başlıyor. Artık yarım ay gibi oldular, güruh oluştu. Önlerine aldıkları bir kişiyi birden bire karga tulumba yakalıyor, el birlik yukarıya, başlar üstünde ceset gibi yatay taşıyacak şekilde kaldırıyorlar. Yakalanan kişi başlarda şaşkın, sonraları başına ne geleceğini bilen kurban gibi olurdu. Bir süre cenaze alayı gibi koridorda dolaşıyorlar ve bu sırada hep birlikte “Kunta Kinte! Kunta Kinte!” diye bağırışıyorlar, bağırışıyoruz. Sonra grup, tuvaletlerin birinin kapısından içeri doluşuyor. Omuzlar üstündeki kunta kinteyi mermer yalaklara boylu boyunca yatırıyoruz. Sessizce işlemi kabullenebilir, debelenebilir de. Başını oraya buraya vurabilir, yalaklar mermerden, tehlikesi o. Abdest şadırvanı gibi bir insan sığacak kadar derinliği ve genişliği var. Upuzun yalaklar, yukarıda 1-1,5 metre aralıklarla üç dört tane musluk yalağın üstünde sıralıdır. Musluklar açılıyor, yalağa serilmiş olan kunta kinte bir güzel ıslanıyor. Sonra tören birden bire bitmiş oluyor, herkes birden dağılıp koridora dışarıya çıkıyor. Islanan kunta kinte kendi kendine yalaktan çıkıp kurulanma derdine düşüyor. Kalabalık sonraları peş peşe üç, dört, beş kişiyi sırayla kunta kinte yapar hale geliyor. Kalabalık okuluz. Sanki az buzla kitlenin enerjisi dağılmıyordu. Yatılılarda başlayan oyun/ayin sonraları gündüzlü binasına da sıçramıştı. Herkes alışık hale geldiğinden eğlence ön plana çıkmış, korku dehşet gibi çağrışımları azalmıştı. Belki sonra, gerçekten korku ve heyecan vermez hale geldiğinden modası geçmişti. Okul yönetimi ve yatılı nöbetçi öğretmenleri ferasetli davranmışlar, kimseyi bu yüzden disipline vermemişlerdi. Yoksa direnç artar, oyunun anlamı kayarak rutine yerleşebilir, okul yönetiminin başını daha fazla ağrıtabilirdi. Ben hem bana yapıldığını, önceleri korkup, canım sıkılıp sonradan eğlence olarak algıladığımı, hem de anonim güruh içinde avcılardan olduğumu anımsıyorum. Hiç rol değiştirmeyip iki yönünü görmesem daha muhalif veya daha taraftar anlatıyor olabilirdim.
Ortaokul ergeni şaka ve kalıplarımız vardı. örneğin,
“Şakşak Turizm’in yavşak yolcuları,
Ben kaptanınız (muavininiz) dal taşak.
Otuzbir dakkalık çekçek molası verilmiştir.
Peçeteler şirketimizdendir,
Sabunlar buna dahil değildir.”
“Rüknettiin, dınınını-nı.
Rüknettiin, dınınını-nı.
(es)…
Ye bunu, ye bunu, ye bunu, ye bunuu!”
Gene uzun bir listenin bir bölüğünü ortaya sermem olanak bulursa, ortak emekle oluşturduğumuz Birleşmiş Milletler delegasyonu:
Rodrigez Domeldegez, İvan Divandelen, Mister Amister, General Ağzınaver, Altan Koralttan, Hans Göteller, Aleksandr Siksalllandr, Banakoma Karımako, Banakoma Onako, Stereo Pipisipis, Oramakoma Buramako, Cok Soktun Çeng, Tutski Yançek.
Ortaokul yatılılığında gizli ve bağışlanmaz varoluşsal suçu olanlar ne gündüzlüler, ne evci yatılılardı. Aslında hepimiz kardeş ve eşittik. Solcusu, militanı, hanım evladı, şuralı, buralısını da ayrı bilmezdik. Herkes herkesi eri geci, ıncığına varana tanırdı. Hatta kötü ve eksantrik olanlarımız bile küçük birer aşağılanma ve zorbalık tazminatı karşılığında eşit yoldaştı.
Hafifçe, ama farkedilir aşağı kıdem, ters rütbe, parasız yatılılarda ve daimi yatılılardaydı. Ben ikisinden birden pis yıldızlıydım. Kısa süre içinde aileli olmak, düzenli düzensiz evci çıkmak sadece telef olmayayım diye hayat torpili. Ve sadece bu uzağın soğuğunda kalmak, bana yüzyılca bilinçsiz sevilmeme, atılmış olma kuşkusu bulaştırdı. Tanrının inayetine mazhar, herkesin oğlu, sevip şefkat duyduğu şanslı velet, sadece buradan, gizlice kanamışım. Derdimi anlamama hayat çizgimdeki reddedilemez güzellikler, çıkıcı kurtuluş eğrisi engel oluyordu. Çözülmez, dilin ucuna gelen kayıp sözcük gibi işkence eden unutulmaz bir düş, tek tik taklı bombam oldu. Düğümü çözüp anlama sonrası biriken yıllarda hala, bir derin eksiklik, gocunucu yara ipucu bulduğum her anda, kişide bir kerecik daha sızlıyorum, ince kırmızı damla bırakıyorum.
Ben de küçük görürmüşüm, küçümsenişimin bilincine kavuşuyorum. Sartre, arkadaşlarıyla birlikte yarım pansiyon ve yatılı öğrencileri küçük görürmüş de.
Bende kök suç, olsa olsa atılarak terk edilme ve sevilmeme kuşkusu olmalı. Eylemlerim değil. Oysa doyum ve sorumluluk olarak tüm yaşamımı eylemlere, yapma ve yapmamalara dayandırmıştım.
KÖPEK.
Dikkat, var köpek!
Köpek değil köpecik…
Doktordan, az kullanılmış, az sevilmiş ikinci el köpek. Bakımları tam, kuaförlü, eğitimli, ultra lüks, denizgören, yürürü mükemmel. Meraklısına okazyon, fırsattır.
Ne köşe işaretlemesi, erkek köpekler tümden prostat galiba.
Sevan Nişanyan’a göre köpek sözünün ortaya çıkış tarihi it sözcüğünden daha yeniymiş. Kökeninin köp yani “çok” olduğunu öne sürüyor. Dikkat çekici ama şüpheli bir öneri. Çokluk it sürüsü dolayımından geliyormuş. Gerçek çıkarsa burada şöyle bir bağlantı ürüyor: Çukur Çeylen’in yaygın sözcüklerinden çokaşmak, çevresini sarmak, başında toplanmak anlamına gelir; en çok da köpeklerin, sürünün kuşatması gözde canlanır. Nişanyan ayrıca küpün nihai köken dilinin Sami dillerinden biri olduğunu savunmaktan başka, bir de küp, kubbe ve kupayı kökendaş sayıyor. Küpe ise kulak süsü anlamını taa eski Türkçeden beri koruyormuş. Ben küp için Nişanyan’ın köpek sözcüğünde önerdiği köp (çok) sözcüğünü hayal ediyordum, galiba yetersiz ve ilintisiz.
Haydi, suçum ne söyle. Köpeğin önüne suçunu koyarlar da öyle kötek atarlar.
“Ağırbaşlı Karabaş”. Eskiden küçük şehirlerde araba sahipleri, otomobilin arka cam konsoluna baş sallayan köpek biblosu koyarlardı. Çılgın gibi sallamazdı başını, gerçekten ağırbaşlı gibi olurdu. Benzerleri artık internette kafa sallayan köpek veya sallabaş köpek adıyla satılıyor.
“Hani ilk taksiti verdiği gün arka cama astığı köpek var ya, o bile kafasını keyifle sallamıyor eskisi gibi. Tozlanmış, bir tutukluk gelmiş hayvana.” Tomris Uyar – Yürekte Bukağı
Kedi hayvanı, köpek hayvanı için bir insan -onun sahibi- arzunun o karanlık nesnesi olabilir mi? Hep yanında, her an istediği gibi sevebileceği biri gibi. Bu sahip hep bir adım ötede, tam köpekleşemiyor, kedileşmiyor. Gölge gibi, yanında ve uzağında. Başka herkesten farklı, öte yandan herkes gibi bir sahip. Köpek için, ilişki durumu daha baştan platonik kalmaya mahkum aşk sayılır.
“Bayramda köpek canlanmaz.” Atasözü
“Değirmen verendir, döner bildirmez.
Köpek keramet sahibi, ürer bildirmez.
Karı kocaya düşman, güler bildirmez.” Atasözü
“Ürmesini bilmeyen köpek, salağına kurt üşürür.” Atasözü
Fethiye civarında köpeği işaret eden bir anıştırma kalıbı “Gökte kapıp sarmalıkta yemek”tir. Köpekler zemheride gölgeye yatarlarsa izleyen yılın yaz mevsimi sıcak ve kurak geçecek diye yorumlanır. Bizde köylülerin kedi-köpek algılayışı şöylece. Kedi: “Sahibimin çocuğu olmasın, beni sevsin.” Köpek: “Sahibimin çok çocuğu olsun, çocuklar bana ekmek atsınlar.” Kedi on bir ay üşür, bir ay ısınır. Köpek on bir ay sıcaktır, bir ay üşür.
Çukur Çeylen’de Kaşlı Ahmet nam, efe bıçım ama bizim sonraki olgun oturaklı halini bildiğimiz bir ademoğlu var idi. Kaşlı’nın gençliğinde, hapisteyken yazdığı gözdağı yollu mektubuna dayısı “Dakılı köpek ürer,” demiş cevaben. Yani genç efeyi kaale almamış. Kaşlı Ahmet cezaevinden çıkar çıkmaz, kendi evine gitmeden önce dayısının on tane atını tabancayla vurmuş, öldürmüş. Efelik kariyeri yakın akrabasından başlamış.
Fethiye’ye yakın olan seyil (sahil) köylüleri, diyelim akşam iş dönüşü, eşeklerini eve götürmez, örkler, yani sikkeyi yere çakarak zincirinden belli yarıçapta bağlar, sabah tarlada bulmak üzere evlerine giderlermiş. Sonra sabah tarlaya geldiklerinde eşeklerini haklanmış, serili ve ölü, karınları parçalanmış bulurlarmış. Eşşoğlu eşşek sırtlan, eşeği öldürdüğünde sadece barsaklarını deşer, söktüğü barsakları yer, başkaca etine, kemiğine dokunmazmış. Normalde gayet sadık ve dost olan köpeklerse, ölü eşeciği kemiklerine varasıya ayıklar, özenle öğütürlermiş.
***
Yer Tekirdağ. Polisevi’nin oradaki meyhane. “Deli Dana” nam bir evsiz, meyhane masalarının kenarında köpekle oynaşıyor. Yan masadan yerli biri, kesik kesik arkadaşlarına onu yorumluyor: “Köpek titredi be! Kuzu gibi. Bu ibnenin yanında gördüğüm belki ellinci köpek. Hayvan anlıyor, korkmuyor. Elini veriyor. Dana! Al sırtına onu, al!”
İsviçre’de köpek sahipleri ile köpeksiz köpekseverler sosyal medyadan ilanlaşarak birbirini bulup köpek bakım ortaklığı yapabiliyormuş. Diyelim, köpek sahibi bir hafta tatile çıktı; köpeksever (aile) bir hafta o köpeği sahipleniyor, gezdiriyor. Veya köpeksever ailenin kadını bir süre iş gezisinde; erkek, köpeği alıp onun yokluğunda avunuyor. Bunu anlatan tanıdığıma, “Bu çok cinsel tını veriyor, dediğin bir tür köpek swinger sanki,” dedim. Oradan yine kendi aklıma, huzurevlerinde yaşlı ziyaretine giden çocuklar, gençler geldi. Eh, ona da “nine swinger” denebilir. Nikahını almadan, başkasının ninesini dedesini sevmek ve ilgilenmek…
Hani çocuk ne yaparsa yapsın şefkatle katlanan bakıcı, güdücü ruhlu köpekler vardır ya, bazı insanların kendi bedenleri de aynı öyle. Sahibi doğru yaşadığı için değil eğri, yamuk davrandığı halde. Örneğin sigara, içki, uykusuz serkeşlik, kilo aldırıcı davranışlarına karşın düzgün işleyen, sahiplerinin yüzüne ve yaşamına gülen bedenler… Bunun sebebi hikmetini arayıp tarayalım, ama doğruya doğru, olguya olgu.
-•-
“O, köpek gibi auvvv auvvv auvvv derken Georgie’de denediğim stili kullandım, tek bir hamlede -yukarı çıkartıp eğip keserek- usturayı bizim Dim’in kol bileğine biraz daldırdım ve o zaman küçük bir çocuk gibi bağırarak, yılan gibi zincirini elinden düşürdü.” Anthony Burgess – Otomatik Portakal
“Köpek koşarak geldi, kuyruğunu salladı ve Abbas’ın birkaç adım ötesinde durdu. Önce çekinerek baktı. Abbas gülünce köpek burnunu yere koydu ve kuyruğunu oynatarak tozu toprağı kaldırdı.” Gulam Hüseyin Saedi – Beyel’in Yas Tutanları
“Efendilerinizin köpeğini, bir ineğin boynundaki ipi tutar gibi gezdirmektesiniz. (…) Peki ya siz, kızlar? Sizler hiçbir şey anlamadan onları arkanızdan çekiyorsunuz. Kayışlarına asılıyorsunuz; onlara, siz olmadan şöyle çevrelerine bakabilme fırsatını bile tanımıyorsunuz; saygı göstermiyorsunuz. Böyle bir anda, birinin içinden sizi taşlamak gelebilir. (…) Kim bilir böyle anlarda bu köpeklerde ne gibi iç hastalıkları ve nevrasteni kompleksleri ortaya çıkar! Ve asıl önemlisi: Böyle sahnelerin yanından geçtiğinizde, onun size yönelttiği hüzünlü, yoldaşça bakışları algılar mısınız?” Robert Musil – Açılan Miras (Genç Kızlar ve Kahramanlar)
Hastanenin bahçesinde motoru ağaca fazla yakın, yapraklarıyla içiçe park etmiştim. Çıkışta motor camında bir şey fark ettim. Bok damlası kadar bir toprak parçası. Elimin tersiyle savurup pürüzsüz görüş sağlamalık, ufak bir pislik. Yapmadım ama.
Yolda sol açık şeritte biraz hız yaptım. Bizim toprak parçası düşmemiş. Çamurluca, yapışmıştır. Yolda daha gidiyorum. Biraz dağılır gibi. Biraz daha sürdüm, a sanki kıpırdamış. Dikkatimi çekti. Serçe tırnağı kadar bile yok. Varla yok arası bir anten uzantısı onu dağılmış zannettiriyor.
Aaa? Yoksa bu bir sümüklüböcek taslağı mı? Ahaa, anlıyorum, müşerref olduğum kaba Türkçeyle bir sümüklüçocuk veya sümüklücüce. Geri kalan eve dönüş yolum birden eğlenceye dönüşüyor. Çok sevimli şey. Antenlerini bir çıkarıyor, bir gömüyor. Biraz sola ilerliyor, biraz duruyor. Meraka kapılıyor, tur camının kenarına kadar gidiyor.
Bir uzun yolculuk istemiş miydi? Avrupa – Amerika arası bedava uçak bileti düşürmek gibi bir şey olmalı. Rica mı etti, yalvardı mı? Ya ben nasıl razı oldum? Planı veya kaderi her türlü riske açıktı. Eve varınca onu bahçede ıslak çiçeklere veya bir ağaç gövdesine bırakırım. Artık araçlığımın, aracılığımın farkında ve kabullenmiş olarak gitmekteyim. Beni güldürüyor. O kadar ki, pişmiş kelle gibi gülümsediğime eminim.
Ne hoş bir karşılaşmaydı. Bana hayal kurdurdu, minik noktalığıyla proje yaptırdı, sevindirdi. Yolda trafik sıkışıklığında riskli geçişlerim oldu. Hemen ondan özür diledim, “Kendine daha usta bir motorcu bul,” dedim. Genel olarak işlevli-görevli hissetmek içimde bir güvenlik, güvence duygusu yükseltiyordu. Bu boştan ve boktan bir tinsellik vehmi olabilir. Ben hoşnudum, sistem çalışıyor. Sümüklü diye dalga geçişime bozulmuyordur. Park yerine varır varmaz, aklımdakiler uçmasın diye, onu çiçek arasına bırakmazdan önce, sümüklüçocuk ve sümüklücüceliğini kayıtlarıma geçiriyorum. Artık radyoaktiviteyi canlı görüntülemeyi başarmış doygun biriyim.
BOKS BOKSÖR
Ellere kapalı boks seanslarında, yumruk yumruğa sevişmeye çalışmak…
Herodot ve Antik Yunan dünyasının boksörleri Melankomas ile Diagoras. Efsane Theagenes de pankreas ve boks uzmanıymış. Rodoslu Diagoras daha olimpiyat efsanesi olmadan, boks stili sayesinde adından söz ettiriyordu. Diagoras her zaman kurallara uymaya dikkat eden zarafet ve vakar sahibi bir adam olarak bilinirdi. Seyirciler, onun kararlı ve cesur tavırlarına hayrandılar. Oğulları ve torunu da olimpiyat şampiyonu olmuştur. Ölümü ona, omuzlar üstünde iki oğlunun olimpiyat şampiyonluğunu kutlarken sakince gelmiş.
Marmaris civarında yakın zamana kadar türbe diye ziyaret edilen bir nokta Diagoras’ın mezarı çıktı. Marmaris’in Turgut köyünde hakim bir tepede bulunan Diagoras’ın anıt mezarı, mimari yapı anlamında Türkiye’de ayakta kalan tek piramit mezar olma özelliğini taşıyor. Diagoras ile karısı Aristomakha’ya ait olan heykelin yurtdışına kaçırıldığı tahmin ediliyor. Bağlantıyı kuran, Karia Yolu’nu ilk keşfeden isimlerden birisi olan profesyonel turist rehberi Altay Özcan’mış.
Boksörlerin boks dövüşü sırasında birbirine sarılmaları çok anlamlı ve öğretici geliyor. Hele hakemin ikisinin birden elini tutuşu.. Bu görünümler sevişen çiftlere dövüşme ve şiddet izni veriyorlar. Bir de hayatla yaptığımız kavga var. Kavgada yaşam bizi -özellikle laf anlamaz olduğumuzda- habire dövüyor, inatçılık (hayat emrine itaatsizlik) ısrarımız sonunda yorgun düşmemize neden oluyor. Bu sefer, yukarıdaki gibi, bizi döven boksöre sarılma gereksinimi duymaya başlıyoruz. O sırada, bunun bir sevme ve kabullenme olduğunu itirafta zorlansak da.
Mazohist görünümlü çağdaş bireyin, hayatla boksunda dayağı yiyenin, evrilmek ve güçlenmek yerine kuru kuruya dayanma inadı, bizi çileden çıkarıyor. Oysa eylemsizlik dahil bütün yaptıkları -tek onu değilse- önce kendini bağlıyor, ve yaşarken an an ödeşmekte. Düşünen-isteyenler olarak, dünya döndükçe baki, düzeyi düşmeyecek bir süper toplum, ortalama yaşam peşindeyiz sanki. Kamuda yani çoğunlukta, gerçek yaşam deneyiminden kaçmak, teğet geçmek, yaşamadan pişpişlenmeyi kar saymak eğilimi hissediyorum. Alıcı/meraklı birey, aynı zamanda arayıştaki zararlı/kötücül birey veya bireyimsi. Yığın insanı olmayan, birey değilse de bireyimsidir. Ben acıdan kaçınan değil duyarak, yüzleşe yüzleşe, istemekten, hayalden vazgeçmeden yürüyen kardeşlerime meylediyorum.
Tipik sıkı bir boksör belki korku tanımaz biridir veya korkuyu çok iyi tanımaktan korkuyla ilişkisini göstermiyor olabilir, kim bilir? İyi bir boksörün kolu kalın olmayacak, boks yumruğu kolla değil ağırlıkla vücutla vurulur diye bir tez var. Boks antremanında yapılacaklar çok çok koşma, sırtında Rocky gibi yük taşıma, dizler kırık biçimde ağırlık taşıma, halter tekniğinden yararlanma, refleks geliştirici olarak basket ve voleybol oynama (futbol az ve sınırlı, antreman tekme atmaya dönmeyecek), kısmen güreş. Boksörler fazla yakın ve laubali buldukları bu sporu pek sevmiyorlar.
“Mesela, Hiram Abas, Garbis’in zamanının boksörüdür. Ancak, aynı sıklette olup Garbis ile dövüşmemek için asla ’67’ kiloya çıkmadı.” Emina Temel – Garo Nerdesin
“Bir zamanlar rakiplerine ringi dar eden o eski şampiyonların bu özel gününe, duayen boksörler buluşması’na ikinci kez katılıyordu Esin ama hepsini tanıyordu: Ziya Sabırcan, Hüseyin Yıldırım, Yurdakul Gülören, Menef Durmuş, Zeki Karalı, Hasan Çolakoğlu, Ahmet Berkman, Hüseyin Tuna, Osman Güler, Ömer Karadeniz, Ali Yılmaz, Nazmi Menteş, Garbis’in yanından ayırmadığı Atilla… Tacettin İçsel ve eşi Gürsel hanım, üç sene aradan sonra, Aspera buluşmasına tekrar katılmışlardı.” Emina Temel – Garo Nerdesin
Denk geldiğim, bulduğum ünlü boksörler demeti:
Garbis Zakaryan, Joe Louis, Max Schmeling, Sugar Ray Robinson, Cemal Kamacı, Vedat Karakurum, Vedat Tutuk, Vural İnan, Rene Weller, Turgut Aykaç, Selami Karakelle, Teofilo Stevenson, Faruk Sümer, Kibar Tatar, Gülsüm Tatar, Seyfi Tatar, Eyüp Can, Mustafa Genç, Alparslan Yıldırım, Mehmet Demir, Sinan Şamil Sam, Oktay Urkal, Selim Sırrı Tarcan, Hüseyin Tuna, Fevzi Törk, Hüseyin Yıldırım, Taki Ziyaris, Yorgo Tagar, İngiliz Kemal, Jack Palance
KARANLIKLAR
Beni görmeyi çok istiyorsan memelerini aç da gel.. Memelerin açık olursa kendi yönlerini bulur, sana da yolu açarlar.. Amcağız nasıl bilinçli karanlıksa, meme de öyle bilinçli bir kümbet yuvarlaktır. Öyle değil, çocukça olur mu hiç? Çocukçadan daha iyi kaç şey var? Bizi selamete ve karanlıklarımıza çocukça fikirler taşır. İyidir o çocukça çekirdekler.
-•-
Gözleri, yani kalbi alışıyor karanlığa. Yalnızlık insanda uzay karanlığının yerini tutar. Sinema salonuysa yorgan altı gibi. Bu karanlıktan düş aydınlığına taşıyacak. Salonda hem huzur içinde hareketsizsin, hem tüm yönelişin, karanlığın ve az sonra başlayacak düşün sağladığı duygu ve eylem olanaklarında. Sinemada hem yalnız hem berabersin, içiçe kaeanlık ve aydınlık gibi.
-•-
Karanlığı insanın yuvası ve olasılık deposu. İşkencehanesi, geleceği gören kristal küresi. Belirsizlik zorlayıcıdır. İnsan karanlıkta kendi içindeki kendi barsağını döker..
Karanlığın ana kaynağı zaten kendimiz(deki)dir. Kaynağı demeyelim de bize görüneni, dokunanı diyelim. O bakımdan bilgeler kendini bil demişlerdir. Onlar kendini bilmenin sapığı olacağımızı düşünmedi. Kendini bilmeye başlayınca karanlığı da bileceğimizi öngördüler.
-•-
Karanlık aydınlanır ama ilerlemeci hırsla fethedilemez. İçerek, taşıyarak okyanus suyunu tüketemezsin. Hep bir yerler ve bir şeyler karanlık kalacaktır. Bu sonunu bulamama, bizi tasavvufa, yetinmeye, olduğu gibi kabule götürür.
Karanlığın keşfi -bu yerine göre bilinçdışıdır, yerine göre iç kötülük, veya denetlenmesi zor güçlerimiz- bilgeliğe ve deliliğe yol açar. Olasıdır. Çizgi film Ghost Busters kara keşifle flört eden, eğlenceliğe dönüştüren, meraklanan bir sanat ürünü sayılır.
Karanlık araştırmasında ilişkiden, ilişkideki kartlar eller belirsizliğinden uzaklaşmış oluyoruz. Kendimize ve uzayevrene dönmüş oluyoruz. Doyurucu ilişkinin bir ilkesi açılmaya ve başka bağlar kurmaya izin verme katsayısıdır. Neticeye karışmıyoruz, en sonunu bilemeyiz. Her ilişki ve kişi birer evren. Çöl gezegeni de olsa bir evren…
Bilinmeyen/evren/karanlık korkusu başlangıç merhabasıdır. Sonradan aynı yatakta sarılarak yatacağın köpeği ilk gördüğünde tüylerin sıvanabilir, korkarsın. Sana ait olandan da korkarsın. Karanlığı, zor olasılıkları bilip, tek karaya bakmayıp her şeye bakarak, yokluğa ve karanlığa gözümüzü alıştırabiliriz. Yaratıcılığımızı, kavrayış ve kabul gücümüzü (red gücü gibi) kullanabilir; bir üst yapı, düzenek sezdiğimizde deneyebilir, kullanabilir; gene onları da kabul edebiliriz. Kabul edemediğimizde çözümü, sonucu erkene alamayız; sindiremediğimiz belki ilişki ve dış uzay değil kendi gerçeğimiz, görüntümüz…
Pasta bokun kokusuz, tatlı hali. Çocukluğun bokla ve çamurla oynama arzusunun hala yeterince doymayıp bok yeme benzeriyle telafi edildiği hali. Tatlı olduğundan mutlaka oraliteyle ve süt/memeyle ilgili tarafı vardır. Belli ki oral dönem ile anal dönem arasında, ikisine de ait bir geçiş bölgesine ait ve yüceltilmiş, ruhsal yapı tarafından değişime uğratılmış bir hali. Törensellik ve hipnotik kendinden geçme unsuru az veya çok mutlaka var.
Düğün pastası evlenmenin güç büyüsü. Hem piramit gibi kutsal, hem kale gibi yıkılmaz. Kadim ve güçlü kurum evlilik, anlık birey uygulamasında o kadar dokunulmaz değil. Düğün pastasından parçalar kesip masalara dağıtmak hisse senedi-tahvil dağıtarak büyüyü tabana yaymak ve kâra ortak etmek gibi. Bir de ortada kesilen pastanın temsili olup, o tören yarım yamalak bitmişken, derhal mutfakta arka tarafta kesilen pastanın masalara yetiştirilmesi var ki, düşünmeye gerek duymuyorum.
Yüzgörümlüklerim, saç tellerim,
Benlerim kadınlar..
En harika belalarım.
Su… Su…
Yaşam… Yaşam…
Gün ve tün,
Ün ile dün…
Gün bu dündür:
Hayat bir gün, o da bir dün.
Senin annen bir dündü yavrum…
Yarını silemen, günü soluklan.
Beni iç.
Son keşfimdir. Aynaya baktığımızdaki görüntümüzle fotoğraflardaki görüntümüz mutlaka farklı. Aynada, başkalarının gözünü de içerebilecek kendi bakışının etkisi geçerli. Ayna, kendinle ilişkin. Başkasının seni görüşü, hatta verdiğin poza karşın yakalayışı da fotoğraf suratı.
Ayna, net fiziksel ve somut olduğu halde farkında olunan özgözlem farkını içerdiğinden, başkasının fotoğraf çekmesiyle veya kameraya almasıyla aynı değil. Kişisel özalgı farkıyla daha fazlasını ve daha azını içeriyor. Yerine göre daha az; örneğin daha az güzellik ve özgüven. Kayda alınmış görüntünün sonradan izlenmesi, bende ve ötekinde farklı. Aynayı eşzamanlı kaydedebilsem bu fotoğraf özçekimi gibi kendimin özfilmi olacak. Özsinemanın başkasınca izlenmesi de farklı duygu ve algılar üretecek. Aynada hem denetleyebildiğimiz hem denetleyemediğimiz, maruz kaldığımız bir film rollenmesi özdeneyimi yaşıyoruz. Yönetmenle oyuncunun ilişkileri karışık. Kendi kendiyle gelgitler dolu. Aynada kendini izleme dışarıdan ayrıca filme alınsa yönetişim en az üç özneye çıkmış olur.
Fotoğraftaki kendine karşılık, aynada kendini izleme deneyimi, tıpkı, kendi sesini asla başkalarının duyduğu ses tonunda duyamayış gibi. Fotoğraf da, o an ötekine nasıl göründüğüyle ilgili. Kendi suratımızı dolaylı olarak bilebilsek de, birebir özsuratımızı deneyimleyemeyiz. Kendini izlemek, kendisi olmaktan mutlaka farklı. Ayna deneyimi, haddizatında kendiyle, yeni bir başkası olarak iletişim kurmak.
Beni seviyor musun diye soran, kendisi seviyor kabul edilir. O zaman sevilmeyi haketmez, sadece sevmeyi hak eder. Beni seviyor musun diye soranın hakkı sevilmemektir. Kendi sevmezken seviyor mu diye soransa, normal bir yılanlık yapmaktadır.
Sevenin görevi, sevmeyi iptal edemiyorsa, sevmeyi geliştirmektir. Sevenin görevi sevildiğini öğrenmek olamaz. Zira seven sevilmiyor sayılır. Bağıl/görece durumlar bunu söyler.
Sevmeyenin görevi sevmemeyi örtmek, nezaketlileştirmek veya çırçıplak işkenceye çevirmektir. Sevmeyen sevenin cezalandırıcısı gibidir. Sevmeyenin -sanatçı gibi- temelde hiçbir görevi yoktur. İyilik ve kötülükte serbesttir. Pratikte biz bunu genellikle zalimlik olarak gözleriz.
İki sevmeyenin ilişkisi, alan memnun veren memnun, veya kazan kazan çıkar ilişkisidir. İki sevenin ilişkisi görünürde kaybet kaybet ilişkisi olur. Çünkü seven kendinden bir şeyler kaybetmek zorundadır. En azından bir özgüven kaybı. Sevenler karşılıklı kaybetmekte yarışırlar, veya görecelikle, aralarından biri kaybedenlik tacını takar. Sevmek en büyük nimet olduğundan karşılığı acı bedeller ve acılar olabilir. Kuramsal olalım, sevmek acı ve pahalı olmak zorundadır. Yakın ve belirgin kazançlar sevgiyi derhal şüpheli hale getirir.
Görünenin aksine sevgide yarış olmaz. Biri fazla sever. Sevmek de, sevmemek de, sevilmek de seçilebilir değil. Her iki pozisyondaki kişi, durumunun kaderini yaşar. Kaderini yaşarken, kendi kişiliğine göre sevgi alışverişini kişiselleştirir, yorumlar, böylece yaşantıyı kendinin, tam kendine özgü kılar. Verili durum yani sevip sevmemek değil, verili durumu (sevmeyi, sevmezliği) yaşama biçemi kaderimiz ve kişiliğimizdir. Dili nasıl kişinin diniyse, kişiliği de kaderidir. Kader gibi kaçınılmaz, kader gibi işlenebilir olan…
– Domuz-1 Mazlum-1’e soruyor..
– Domuz-1 Mazlum-1’e soruyor..
– Beni hala seviyor musun?
– …
– Haa, geberesi! Haa!..
İte et at, rahat et.
İtaat et, rahat et.
İlter,
eti ite at,
otu ata at,
atı ite kırdır,
iti itaate kırdır.
Zaman bekliyorum
Hiç olmadı bir kızdırmayı
Yol açan duyguyu
Geçip giden hayat
Uydurduğum dünle avunuyorum
Suçlarımı sürüyorum, bahaneciklerimi
Bir ışık çakar gibi oluyor, kandırıyor
Güvenmeden işaret bekliyorum
Benden bir usul cimri katkısı
Hep gözü şifrede, bir labirentte
Nasıl utanıyorum usluluktan
Kabuk kalmışım, boş çaba
Hiç yoktan hiçtir
Yakınlar dilenmeye gelir
Belki bir omuz, bir meme cennete
Biletsiz, kaçak
Anlarsınız, üzgün, korkak
Denememekte bir çekim
Zamanı affettim, açıklar yetecek
Her bakıma
Bir yolda otururum
Vazgeçmek, hemen hayat
Deney ortamı: Orman veya avlak.
Birinci denek: Av
İkinci denek: Avcı
Bilim adamı/deneyci: Gözcü, gözetleyici
Amaç: Geçerli çıkan varsayım, bir lokma bir hırka yaşatılacak. Geçersiz çıkan varsayımlar, toplu mezara gömülecekler.
Birinci varsayım: Ava giden avlar.
İkinci varsayım: Ava giden avlanır.
Üçüncü varsayım: Avlanmaya giden avlar.
Dördüncü varsayım: Avlanmaya giden avlanır.
Gözlerinin havuzu
Kelepçem olacak mı yosunlu?
Tekçe bilmediğimi diyorum
Yaşamaktır?
Düş işim dış işim olunca
Sıcacık güveniyorum
Poseidon’um ya, yabalı.
(8 şubat 1998)
Açıktakine şefkat
Yakına dehşet deniz feneri…
Suçlu ruhumun dedektifi-
Soğuğun..
Mavi sisin..
Sahibi sen değil misin?
(8 şubat 1998)
Katerilla cilinde fijin
Ohsema kulun moydarbe
Felahsız tiz -ve markiz
—————–bi-janda
Sunusunda afroditerya
***
Asalet var tavrında bakışında
Gökyüzü bile aşığına saldırır
Kurtuluş yok, zor ama güzel
—————–aşkının dehlizinden
Caziben hayalleri ayaklandırır
Bülent Akce – Mehmet İbiş, 6 şubat 1999
FARUK’EM
Heva zaney cimcinir
Akuista felden incinir
Tardı fare, yandan dolav
Yafut zibar, öle- din cinir
FARUK’A
Yoldaş sevincin aşınır
Ustacığın yüreğinden ölür
Kapa gözlerini olacağa ne fayda
Kır kavalını yat, kadrini kim bilir?
Bülent Akce – Mehmet İbiş, 6 şubat 1999
Kılı kırpık
Kirpiği pirtik
Partalı yırtık
Kırklığı törpülü
Porsuğu tırsak
Tırnağı yarımşak
Sarımsağı sarmal dallı
Ocakta dostluk demlenir
Çay titrek gelir, içilir miyim
Anlat bana, dök yapraklarını
Ayrılarak terk edildim
Huzurlu aldatılma
Bin mutluluk bizim
Gözyaşları içinde
Günlerden pazar, gecelerden pazartesi
Varlığıyla suskumu aldı
Gidişi gezip getiriyor
Giderdim olmadığın mahalleye,
Oturmadığın eve,
Yok değilmişim gibi saklanarak.
Sessizce, aramazdım;
Varmışım gibi.
Orada
—–demek
—————yok
———-burda
—–var
demek
Demek şimdi!!
Süzer gözlerim arzuyu
Ürküsünde bilir
Tutkusu kökünden tutuklu
Sevinci anımsamasın
İç işe, horanın esrimesine kadar
Kervan peşine susakalagörecek
Yediğini kusmadı, af.
Kızması yalan öfkesi
Sevişi kör tutuşu buz
Kendi değerine aç dilenci
Meme kokusu, çöküntü heyecanı
Ölümüne sevişiyor olacağız
Yaban tanrıçayla
Düşüm havalanacak, ben kuru çıplak
O korkak hala kapı göreğinde
22 mart 2001 – 12 eylül 2022
Bırbır
-dır.
Bir bir idi.
Bırbır da bırbır,
Birin biri bile yok-
Bırbır fırdolayı,
Birin kend’olayı.
Her bırbır
——-bire bir
————–bircin, bircan.
Koyucu Murat Paşa, cami duvarından hela grafittisine girer.
Es SORU
Panik Atak
Panik Batak
Panik Yatak
Panik Katık
Panik Çatıkkaş
Panik Akıntısı
Homonükleer Panik
Panikkale
Panikova
Panik Kırmızısı
Panikment Beyliği
El CEVAP
Panik Sevici
Panikname
Panik İstihkam
Panik Ovan
Panik Kovan
Panikoğlan
Ne iş yaparsın, dedi
Hamdım, dedim
Sana bi kitlersem, dedi
Şimdi daha piştim, dedim
Halden anlaşıldım
Değil küs, manifesto
Bunca yıl tanıma yeter
Ortada ben. İlla olduğumca kabul-
Yüzsüz yok, davet beklerim önce
Şiddet şiddet demek, ayrıl uza demek
Kavga ayrı yatırmaz, değil kilitli kapı
Saldırı, kullanma duydum
İstediğim şekil bağrınıp, öz savunmanın
Avucumu yalamışım, korkmaz bile
Ne önemsiz şey rezil olmamız
Ortalıkta kına. Arkana aç, dava onaylat
Karanlıkta meçhul kalamayım
Kılıç girsin rengini bileyim
Ön tehdidim yok, özümleyim
Savaşkı mı, sözün bittiği nokta mı
Neren ucuz neren pahalı seç
İns mi cinnet misin
Hizmet yok
İğreti yüklenme, bıktırdı diyeti
Patlamayan tavadan çıksın asıl
Ya omurganın yükü, ya çekişmeye yetkisizliğin
***
[Aynısının farklısı Devedikeni]
Aah, zulüm kordelyam
En dehlizime içledin beni
Ellerimle beslediğim
Nasıl veririm apaçık kurtaran sannı?
Her emelimi ete bürümüş sen
Bir Tanrı düşümü denli ortağımdın
Hayallendim, uçtum kapkara suç içtim
Yoz zavallı oldum, kovulan paçavra
Her köşe başında bir suçlu ağaç daha…
Çirkin çöl düşcüsü, kısır.
Sonunca haketmiş, sövek halkasını
Dilsiz yalancı, en tiksinç.
Kızıl kıtlık benmişim.
Sembille gelecek yılana muhtaç
Bilmezlikten tıkalı her eşkal
Elden düşürülü, yığma yutmuk -tükürülmemiş.
Yaşamak soluk almak
Gerisi kendin içine girmek
Soluk içine solurken yaptığın
Dünyaya ateş almaya geldik ışık olup gitmeye
Dost düşman hep barabar
Göndere taptuk kerevete yatalım
Ben cin,
Can.
Kahvaltıda boynundayım, pek ağır da değil-
Hamiline hamileyim
Sen al beni çıkar kendiliğinden
Çıkart beni içimden içine
Senli sensiz doğururum yükü
Aldım ateşi ben Canım
Kavganı canını yakaladım
Ola ki durula
Olur da sıradana gire
Paylaş paylaşmazlığımı
Kıpırda aceleme
İnmeden katırımdan
Suskun çeşmelere kuruyan
Bir kurtçuk hayalin
Korkulu denizler aşan
Kıpır kıpır çekinmeler
Fırat’ı aş batağı tat
Baş aşağı in mahşere
Ağlayı toplaşı peşimayım
Yol gözler yılgı
Topukta anlam yörünü
İstim saldım aşır tümce aşırı
Ömür özlemle girdi
Bırakma bırakayım turna geç
Koştum açmaya menevşe
Kırkımdan kırkıldım büyüme
bulanıyorum -kıvrık saçım
Düzüldü- kor gözden yüzüme
Kibar gülümsek, hadi geceye yürüyelim.
Aşkla kaçıkken değil
aşktan kaçakken, öpmüyorsun.
Gülümserken hiç öpmüyorsun..
Gülümsemen sakin yalan,
Bak, edepsiz öpüyorum.
Reddedişle kışkırmadın.
Öpmeden öpüşmen çeliştirdi.
İki nokta ayraç yerine kapa parantez görünce
yüzüme müstehzi gülümseyiş yayılır artık-
Tutankamon’un eşi olmuştu,
Her canlı Ajda’yı tadacak, gör.
Can, can sıkıntısını tattı,
Zamanı toplumda tadagelir canlar.
Sosyal fobi en doğal hak.
– İki bire azap.
Hepimiz ölümü biraz alacaktır,
Lütfen sorumlu kullan.
Her can az da olsa peygamberliği -hak yenmesi psikozu, can acısı- ve hicreti -göç, üzgü, ilaç- tadacaktır.
Hızır ol, hazır ol, olmalık ol.
“Davet ettin sanmıştım.” John Malkovich
Teklif var sanmıştım.
Vaad ettiniz sanmıştım.
Çağırdınız mıydı?
Birazcık ümit verdiniz miydi?
Nasıl olsa tanışırız sanmıştım.
Adlarımız önemli değil sanmıştım.
Her şey ortada sanmıştım.
Suç işliyoruz işte, sanmıştım.
Sanılarımız aynı sanmıştım.
Önemli de değil pek- sanmıştım.
Ne fark eder sandıydım.
Nasıl olsa olur sandıydım.
Eyvah, hiç öyle olur sanmamıştım.
Her şey budur sanıyordum.
Sen ayarlarsın sanmıştım.
Asıl sen öyle- sanmıştım.
Seni o sanmıştım, sana benziyordu.
Kesin böyledir sanmıştım.
Yatarız biter- sandımdı. [Evlenme-boşanma dairesinde]
Ölümü iptal ediyor, öldürüyor..
Umut unuttu – ya da unutta.
Mavi umutmuş, ben unutmuşum –
Olan olur da,
Olmazsa bugün, olur yarın.
Olsa da olur, olmasa da bilir;
Olsa da olmaz, olmasa da dikilir.
Olmazsa fena olmaz, olursa kıyamet kopmuyor.
Olan olur, olmaza olur, olursa canının sağlığı.
Olursa benimdir, olmuyorsa seninim.
Olamaz, olu muyor? Olamam, solamazsın.
Göklerde başım
İlle ellerim
Ellimde sen
Sevdan kokuları elimde
Kızıl çizgim
Çoğa kanaat etmeyen azı bulmaz.
Çoğu hiçte bulur yani
– veyahut –
Her çok, azdan azar.
Eğitsel az, olgunlaştırıcı,
Az, az değil, çok, çok değil.
Red Bull kanaatlandırıp…
Ötüken’den gelirim gelirim,
Atım da öpüşkendir,
Hey aman aman.
– Çağırsan şimdi de gelirim ki ben –
Beylerbeyi haykırdı: Hassiktir!
Başka bir ak tolgalı:
Ya tekim, ya yokum!
Tarih dönüşü, bin yaya bir hayli sinirliyiz.
Akşamın kızıl kanında
Kimi kırık kimi sağlam dişiyle Trak canavarı.
Har har üstüme gel,
Gök mor, kolla nefesimi
Asma direklerden besle
Üstündeyim içinde, kılcallarında kayıp
Uyutma, sıkıştır kafesten, şaşırsın her arzu, niyet
Göl umuşuyla yağmurun, soğuğun içeyim
Varil soba dumanlarında tanışma sigarası
Kavağın en gizemli çatısı, en günahlı camii
Ortak inziva. Kuytuda yakınmalar, apaçık zındık
Nasıl üzülmez aynasız, imza alırken?
Ben de ordaydım, ormandım.
Yüz yüze bakılı, bilindik aldatmalar
Tehdit sevişi, bunak babalar mahallesi!
Benden bana senin ondan
Eteklerde, iskarpinde aynalarımız, ey kuşku
Yüzüm kara, akıl kulağı dünde demirli
Deniz, kokusuyla çağırır, martıyla
Gözle gel eder, umut davet bağış…
Demir al gölden
Sırtlara, benlere açıl,
Bulut sarmalar, atar bacalardan dolu dolu.
Düşlerini unut, suya unut. Kabil’di o.
Planla öl sen, tükenmeyle art.
İklimlerden tutulusun, sıcacık geleceğe fetih-tanbul.
Lanet zaman burcusun, sulu dehlizde korku sızılda.
Milyon kere git, hep sıfırla dön.
Ananı unut. Koynun kadim fahişenin, tam kadının-
Çekirgelercesin, hiç istemezsin tarih.
Suyun çöldür.
İşgal valsisin, düşün yabancı.
Hatırşinas dişlerin takırdıyor
Kılavuzsuz konağını, demir hayata akıntı vuruyor
Bir kuş cız dedi, sen bülbül bil.
Kanamanı unut, kan ilk haytaya.
Komiğin kumarbazdı, seni göğe kaybetti
Gül de ağla, uyut da ağla.
Şimdi bütün borcumu dilde bıraktım
Her şeyimle hazırım, her şeyimle kaçmağa
Döner gelirim alevli Rum çatına, tir tir ince kagirine
Bir soğuk almaya göreyim, salgın saçılım.
Kendimi kıskandım. Evlatlık verdim beni.
Derhal yıkan, çoktan büyüdün, mühürle mumyanı.
Kuyularda büyücülerin bekleşir, bostan aralarında,
Kısıklı tramvay yangınlarında.
Kocanı karılarına tanıt, öz üvey çocuklarını dağıt,
hepsi simitçi -vapurlarda martı.
Kimlik kontrolü, tek mi çift.
İçinde albay, içinde bekçi, bay hayır.
Hayranlıklar geçidi.
Tüm yoldaşların parladı,
Gelen gideni sevdi, vur bir daha.
Sev bir daha, öl bir daha.
Ölenler parladı, geride ışıldak yaşlar.
Analar unutuldu, günahlar bulmaya, çiçeklerce.
Bulin unuttu bizi böğründe,
Zaro kadar yaşlandım.
Utangacım, ölmezim. Varımı tit tir vermeye korkusuz.
Palamara dolanıp gördüm ufku,
Ayışığında koy oldum, yıkandım, üş üş üş.
Zeytin aldı, yamacın ot kadifesine yit dedi.
Aldığını götür, barsak dolu sorgu, küf.
İki şehir, iki su… Başka oyun, başka sur yok.
Dön dön bul, yit yit üre.
Kaderin cilvesine bakın, Bodrum’a defalarca gelişlerimin hiç birinde Bodrum merkezdekini değil, dolaşırken yenileyi Gümüşlük’te görüp inanmaz gözlerle Güzel Gölge Ağacı olduğunu öğrendiğim ağaçla tanıştım. Latince/bilimsel adı Phytolacca dioica. Ombu adıyla da tanınıyor. Bodrumlular bu ağaca “Kaya Gölgesi” diyorlarmış. Meyvesi yok galiba. İlk verdiği izlenim kavak/çınar ile at kestanesi arası bir şey. Yıl oniki ay yeşil dururmuş. Çok güçlü ve güven veren bir gövdesi var. Bu gövde anımsadığım kadarıyla düzgün ve parlak da. Halikarnas balıkçısı onu Brezilya’dan getirterek Bodrum’a kazandırmış.
Forumlardan öğrendiğim, son derece hızlı büyüyen ve devasa boyutlara erişebilen bir ağaç. Yine, gövdesinde barındırdığı yüksek su oranı ile yangınlara ve kuraklığa karşı dirençli bir ağaç. Anavatanı brezilya. Halikarnas Balıkçısı bir kitabında bu ağaçtan üç adedini Bodrum’da dikip büyüttüğünü yazmış. Brezilya’dan zarfla gelen sekiz tohumdan, elinde altısı kalmış. Yetişen üç bella sombra ağacının biri Bodrum Kalesi Müzesi’nin giriş avlusunda, diğerleri Cumhuriyet İlkokulu’nda ve Bodrum Mozele Müzesi’ndeymiş. Gene internetten bulduğumla, Balıkçı diyor ki:
“Dünyanın en güzel gölge ağacı, Brezilyalı bella sombra (güzel gölge) tohumlarını getirttim. Bu ağaçlar sık bir yaprak kubbesi oluyor. Dallar uzadıktan sonra uçları yere dokunuyor. İnsan, serin ve fısıltılı büyük bir çadırın içindeymiş gibi, güneşin tabanca sıkarcasına vuran ışıklarından kurtuluyor. Bir gün yetişkin bir bella sombranın yaprak kalabalığı içinde kaybolmuş, tohum topluyordum. Aşağıdan, Fransızca konuşan kadın sesi duydum. Biri ötekine:
– Bu ne biçim ağaçtır, diye soruyordu.
Ben, ağacın içinden:
– Bella sombra ağacıdır, diye cevap verdim.
Ben görünmediğim için, sanki ağaç Fransızca dile gelmişti. Kısa bir korku çığlığı duydum. Ağaçtan yere hopladım. Kadınlardan biri, Fransız kadın ozan Kontes de Noailles R., yatıyla Bodrum’a gelmişmiş. Yatlarına bir kayık dolusu çiçek gönderdim. “Balıkçı şair” diye bir şiir gönderdim.”
Fotoğrafçı Mehmet Uyargil’in çektiği çok güzel bir bella sombra imgesi var… Bir bodrumsever olan Uyargil halen Bodrum yarımadasında 20 kadar bella sombra olduğunu, hemen hepsini bulup plaketlediklerini söylüyor. Onun dediğine göre bella sombra, tohumundan başka gövdesinden de köklendirilip üretilebiliyormuş.
http://mehmetuyargil.blogspot.com/2013/07/bella-sombra.html?m=1
“BELLA SOMBRA ve BALIKÇI” yazısının devamını okuDr. S. Kahyaoğlu’nu takdimimdir:
1919 doğumlu, 103 yaşında. Yaş hesabında anlaşamayan tipik Türkiyeli profiline uyarak o kendini 104 sayıyor. Özel biri olarak hakkı var. 1943 Çapa Tıp mezunu pratisyen, işyeri hekimi, emekli yönetici hekim. O okul bitirdiğinde babam doğmuş, anam doğmamış. Dedemden 8 yaş küçük ve şimdi karşı karşıya söyleşebiyoruz. Kitaplı anatomi profesörü Zeki Zeren’i tanıyor. Pek çok Alman hocası olmuş. Alman hocalardan birinden (Curt Kosswig) 10 tam puan geçme notu almış. Zooloji hocası ama, tıpfa nasıl zooloji okutuluyordu bilmem. Sonraları aynı dersten yeniden sınav olması gerektiğinde Alman, “Benim notumun ağırlığı var, 10 verdiğim öğrenciyi tekrar sınav etmem!” diyerek sınavsız tekrar 10 puanı basmış. Büyük gurur duyuyor.
Alman hoca Curt Kosswig https://listelist.com/curt-kosswig/
Aslında mühendis olmak istiyormuş. Lise sonda mühendislik sınav günü 41 dereceyle yataktan kalkamamış. [Zamanlaması manidar.] Mühendislik sınavını kaçırınca, o zamanlar alım yapmakta olan tıbba sınavla girmiş. O yıllar da Çapa 500 öğrenci alıyormuş. Demek, eşek bağlasan doktor oluyor demeye başlamış olan okulumuzda işler, savaş yıllarında bile ahır/hara düzenine bağlanmışmış. İkinci Dünya Savaşı nedeniyle irili ufaklı pek çok okul uzun süreli tatil oluyor, boş geçiyormuş. Öğrenciliğinden itibaren şiirler yazmış, bazen. Emeklilik sonrası mı ne, süs, kağıt çiçek yapımında çok usta olmuş. Hiç boş durduğu yok. Boncuk gözleri parlayıp duruyor. Gözlüğünü takıp kağıtları kesiyor, kıvırıyor, yapıştırıyor, üç boyutlandırıyor. Her an peştemal önlüğü üstünde, huzurevindeki özel odası atölye gibi.
Soyadı benzerliğinden, “Orhan Kahyaoğlu’nu tanıyor musun?” dedim, abisinin oğlu çıktı. Orhan abi yüzünü görmeden Kadıköy Anadolu’lu olduğunu bildiğim bir müzik ve edebiyat adamıdır. 1960 doğumlu, bizden 1979 lise mezunuymuş. Demek ki liseli ve ortaokullu olarak bir yıl kesişmemiz var. Cefakar solcu ablalarla dönemdaş o. Onlar, parasız yatılı sınav sonucu geç açıklanıp, uyumlanamadan geldiği gibi giden yatılı bebelerin kaderini değiştirmeye çalışıyordu. Gül Özcan, Ayşe Durakbaşa, Ayşe Karafakioğlu, Milyar abla gibi unutulmazlar vardı.
Doktorumun biraz Tatar veya Özbek benzeri bir suratı var, ama orta Asya kökenini bilmiyor. Türkiye’de İnebolu’luymuş. Orada sülaleden Kahyaoğlu Ormanları varmış. Bir ara Mısır’da mülk malları olduğunu öğrenmişler, ama üstünden alım satımlar geçti diye geri kazanamamışlar. Spora, hayvana ilgisi yok. Çok sıcak, konuşkan, ince biri. Şunun doğum günü, şunun geçmiş olsunu derken Kızılay Huzurevi’nde yemekhaneyi saksı çiçekleriyle donatmış gibi olmuş.
Ormanları var ya, dedesi ağaççı ve ağaç tüccarıymış. Kesilen ağaç veya tahtaları tekneye yükler, denizden Yenikapı’ya satmaya gelirmiş. Sonra kazandığı parayı yemeden memlekete dönmezmiş. Küçük doktor ise Anadolukavağı’nda büyümüş. Dr. SK beyin hiç çapkınlık tarafı yokmuş. Karısına çok bağlı ve aileciymiş. Ölen karısının peşinden yazılmış bir şiiri süslü biçimde huzurevindeki odasında yatağın sağ baş ucunda duruyor. Şiirin hepsini değil parçasını paylaşabilirim:
Sevdiklerinle camide toplandık,
Arkanda saf saf olup el bağladık,
Namazı kılıp helal olsun dedik,
Seni annenin koynuna bıraktık.
Kendine doktor gözlemi, SK’nın Parkinson hastalığı da gerilemiş hafiflemiş; hipertansiyonu da ilaçsız sıfırlanmış. Acaba yeniden süt dişi çıkarır gibi, vücut 100 yaşından sonra kendine kısmi format mı atıyor? Arkadaşımın yorumuna göre, damarsal kökenli Parkinson ise bu şaşırtıcı değil. Vücudu yeni bir denge bulmuş olmalı.
Nerde o günler… Roman’larımızı arıyoruz, burnumuzda tütüyorlar. Türklerin eski nefretli kibirleri çingene aşağılama, yeni bir pişmanlık açılımı ister. Türkler ülkeye doldurulan Arap ve Afganlardan korkuyor ya -tiksinme mi fetih korkusu mu belirsiz- bunu buçuk millet saydıkları çingenelerle, eski iç içelikleriyle karşılaştırsın. Hemmen öteki öz azınlıklar ve kardeşler akla geliyor: Ermeni, Rum yani Yunan, Yahudi, ve tabii ki Kürtler. Türk imgelemi Kürtleri aşağılamak ve dışlamak isterdi; fiili durumdan, birbirinin organı olmuşluktan yapamadı, yakın tarihte itişilen küçük kardeşmiş gibi davranabildi.
Belki ve aslında komşu/muhatap uluslardan hayranlık duyulanlar da birincisi onlardan Türklere aşağısama algısı; ikincisi, nefret ve dıştalamanın bir ön adımı, hazırlığı. Alın size, ahlaksız Avrupalı imgesi, Almanya bizi kıskanıyor algısı. İç bölgeleşmede de paragöz Trakyalı algısı, gavur İzmir durumu. Alevilere karşı ne kadar dışlaştırma duygusu varsa, o kadar da daha öz, temiz, doğru gibi Almanımsı ikirciklilik var. Mesleklerden doktorlar: Bir yandan hayranlıkla ikincil tanrılar görmek, bir yandan kışkırtılmayla, aşağılık duygusunu şeytan doktor düşmanlaşmasıyla aşmaya çalışmak. Ulusal gurura karşı ulusal aşağılık durumu: Ne diyor? Bizden adam olmaz. Gavur yapmış. Diyor.
Tükürdüğünü yala Türkiye. Geçmişle ve hayalde yaşamaya çalışıyorsun. Ana, şimdiye dön. Askeri modernizmden kurtuldun, illa ileri diye bir çekiştirenin yok. Sağcı, dinci iktidarların sayesinde aynaya baktın, kim olduğunu görüyorsun… Bereket hala ayaktasın. RTE’nin başlıca hizmeti Türkiye’ye biz aslında kimiz, neyiz sorusunu sordurmaktı. Derhal yanıtlar yağmaya başladı. Gerçeği, olunan yeri belirledikten sonra yeniden aramak ve dönüştürmek olası.
Osmanlı da Türk sevmezdi. Bunlar, geçici çete başlarımız Arap seviyor. Türkler değil yönetici elit. Daha doğrusu para seviyor, para karşılığı ödün Türklerin algılarından ve ellerindekinden veriliyor.
Son durum, özyurdunda Türk sevmezlik bir tür lanetli psikoloji. Öznefret. Belki karmadır, ettiklerini çekiştir. Basitçe, kendini sevmezlik, kendinden kuşku denebilir. Annenin kendine dair gizli duygularını, kızını büyütmesine yansıtması gibi. [Oğlunda hayal ve umutlarına göre davranmakta.] Önceleri dünya kazan Türkler kepçe, koş babam koş, dövüş süpür nefes nefeseydi. Şimdi bir tam yüzyıl neredeyse etkin savaşsız geçti. Koşarken düşünmezdi, şimdi kendine bakma, eldekiyle yetinme, geviş getirme, ufka bakma zamanı ve tamamen normal, sosyal insani. Bu durulmanın başını, gerileme Osmanlısını anımsayalım. Varlık/yokluk korkuları sarmıştı, belki Türk varoluşunda tarihte ilk kez. Türk Keloğlanı, sarsılmanın peşinden ağlaya ağlaya uykuya dalış evresinde olabilir. Hele uyusun, düşünü, kabusunu görsün. Sabaha ölmemişse gene yürür, gene koşar, gezinir. Neyse halimiz, çıksın falımız.
Aşil kaplumbağayı geçebilir, ama yetişemez.
Mars longa, vita brevis.
Savaş uzun, yaşa kısa.
Farce longa, mitho brevis.
Gülünç uzun, efsane kısa.
Bene longa, filum brevis.
Kuyu uzun, ip kısa.
***
Olumlu tavır son derece ezber bozucu, bozguncu, hatta anarşisttir.
***
Kedere kadar kader.
Kader kadar keder.
Keder kadar kader.
Keder kader kadar.
Kederli kadar kaderli.
***
Geliyorum zalim!
En anlaşılmaz, anlaşılıp bir çırpıda suçlanamayacak ve benimsenemeyecek sözcük ordumla geliyorum.
***
Üslup, tarz, stil. BİÇEM hepsini karşılar ve Türkçe olmasının avantajıyla türetime çok yatkındır. Biçemsel, biçem-dışı, biçemimsi, vb… Öte yandan biçem yapay, yapma, insanın gözünü doldurmayan, tartıda hafif kaçan bir his de verir. Bu biraz stilin tek hecelik kurulumuna karşılık biçem iki heceden oluştuğu halde, bir kulağın duyup öbürünün duymayacağı biçimde birden uçar gider, söz süresi kısa ve kaçıcıdır. Bu iki hececiğin bütün bir kavramın ağırlığını ve temsilciliğini kaldırması olacak şey gibi gözükmez. Bir yerde üslup, bir yerde stil (stilistik), başka yerde hele tarz, yakışıklı olup öne çıkarlarken İngilizce style denen şeye her gördüğümüz yerde yapıştırmak için üslup biraz eski ve Osmanlıca kalır, ötekiler sürekli yekpare kullanım için sıralamaya bile giremez. Hafif kaçıyor gibi de olsa, biçemi güvenle yerleştirir, işlediğini görürsünüz. Zamanla gözünüz ve kulağınız da alışır. Yadırgamanızı gözden geçirince hiç örsenti bozukluk oluşturmadığını, gösterişsiz diş protezi gibi tıkır tıkır işlediğini görürsünüz.
***
Tomris Uyar’a güzelleme:
Okur romandan beklediğini öyküden alamaz. Ama romana vermediğini -etkin dikkat- öyküye verebilir.
***
Zaman ile toplum birbirinin paralel evren hali. Nasılını açıklayamam, rufailer karışır. Bunu da söylememeliydim. Toplumun (o zamanın) oluru olmadan düşünme veya hayal etmenin olanaksızlığını fark etmiş miydiniz? Sanat kim için olursa olsun, toplum izniyledir. Sanatçı toplum yani zaman içindir, nokta.
***
İnsan bazen acıdan üretiyor -temeldir-, bazen de neşeden. Sanat aslen acının dönüştürülmesidir. Acısı, derdi, itirazı olmayandan sanatçı olmaz. Acı ve dert, aynı zamanda, sanatçının bir üstün insan değil bir kardeş olmasını garantiliyor. “Hepiniz boksunuz, bir ben iyiyim,” diyen bir sanatçı hayal etsene. Bir hissediş daha: Sanat gündelik olanın, olayın, her günkü ruhun içinde. Ayıklanma, fark edilme, biçime sokulup seslendirilme, ruhlandırılma bekliyor. Ve bazen insan olayı; başka zaman olay, durum, şey insanı yönlendiriyor, yolunu kuruyor.
***
İstemek, ne istediğini bilmezken dahi güzel. De ayrı yazılır. Buna bir hal çaresi için hayal kurmayı bulmuşuz. Birbirimize hayal kurma armağan etmeye çalışır dururuz.
***
Kimse suçsuzluğu kanıtlanana kadar masum değildir hiçbirimiz.
***
Soldan çok solcu olmamak gerek,
kaderden çok kaderci…
***
Varoluş çelişkisi ve hayat okuma:
Arılar, sinekleri bokun boktan olduğuna ikna edemezler bir türlü.
***
Ölümsüzlük öteden beri olasıydıysa bile, ölüm, seçim ve seçeneğimiz olarak var.
***
Samimi olarak insanlığı kendi haline bıraktım. Gelişip ilerlerlerse
karşı çıkacak da değilim.
***
Dans etmek küçük bedenleri büyütüyor, büyük bedenleri küçültüyor. Tıpkı içki içmenin kişiliklere yaptığı gibi.
***
Eski röntgencilik, komşu gözetleme dışında sadece dansöz seyretmekten ibaretmiş.
***
Eylem planımı açıklıyorum:
Eylem plansızlığı, her an kendimi ve çevrenimi gözlemek, her şeyi okumaya çabalamak.
Eyleme sıra gelir ve maçam yetişirse ona da evet.
***
Bir cinnet anında, bir cinnet anında işleyebileceğim cinayetin cesetini gömmeye hazırlık olsun diye, bahçeyi belledim. Çukur? Yok çukur kazmadım.
***
Düzenli intihar: Çay şekeri
Unlu intihar: Kurabiye (cookie)
İntihar eden ünlüler: İntihar eden unlular
İntihar yatakçısı: Çay, ölüm meleği
Yavaş intihar: alkol (boğulma), sigara (kendini yakma, kendini ateşe atma)
Pasif intihar: Pasif içicilik
Gösterişli intihar: Boğaz Köprüsü intiharı
***
Zamanımızda çocuk akciğerleri daha seyyar.
Anatomi farkından, her ülkede nefes alabiliyorlar.
***
Sen ömür boyu, zeytini ağzına peynirden sonra atmışsın. Ne esnekliğinden söz ediyorsun?
***
Ömür, kuş öpüşü altmış yetmiş yıl; bozdur bozdur harca.
Kelebeğin yaşam ilkesi: ömür dediğin bir gündür, o da bu saat.
***
Kaba etine iğne yapıldığında, bir düşmanın serseri ruhlu okuyla yaralanmanın ne demek olduğunu, ok ucunun zehrinin içine işleyişini anlarsın. Oysa yaşadığın ile yaşayabileceğin şeyler tıpkı değil. Bu açık algı netliğini nereden aldın, ne verdi?
***
Kızılderili reisi Hırslı Kurbağa ilendi, okları hakkında söyleve durdu:
“Ne salak kabilesiniz, ya! Sizin gibi Kızılderili olmaz olsun. Zehirli ok-yay kullanacak yere zehirli yay-ok kullanıyorsunuz. Sonunda sapır sapır dökülen, ölen, azalan siz! Yahu biraz klanınıza saygı, itina!”
***
“Ölmeye, ölmeye, ölmeye geldik,” kendini bildiğinden daha derin söylem. Her insan dünyaya ölmeye gelir. Woody Allen’ın deyişiyle, merak edilmek gereken “ölümden önce yaşam olup olmadığı…”
***
Satılan zaman geri alınmaz.
Verilen enerji bal gibi geri alınır.
Zaman paraysa, para zamandır.
Sonrası için, zaman ve para kazanmak için çalışırız:
Sonra, para bizim olur, oysa şimdi zaman bizimdir.
***
İstemek sorumluluktur.
İstememek, değil sanılır.
(Her istediğine) erişememek çok gerçek.
Erişme arzusu çok insani: İnsan istemedir.
***
Arzusunu dile getirmek, suçunu/günahını itiraf etmekten hiç aşağı değildir. Arzu tıpkı günahtır.
***
Arzularına kavuşamamak hayatın hayat olduğunun göstergesi. Yaşayanın görevi arzusuna yönelmek, emek vermek -sadece. Arzularına şakır şukur kavuşuyorsan hayatta değil, cennette yani ölüsün. Arzularına biraz kavuşur biraz kavuşamazsın, doğrusu odur, yeter.
***
Sen kendini cansız sanıyorsun. Samimi bir zan. Ne var, her şeye bir şekilde duyarlı bir fiziksellik içinde bulunmaktasın. İnanmaman bazı şeyleri etkiler, her şeyi yok kılmaz.
***
Enseyi verme karaya. Bütünüyle değilse de… Bir yerde de iyi oldu.
***
Hevesle kalk, düş kırıklığıyla otur, hakkı yenmişlikle kabar, düşmanlığa kucak aç, baştan başla.
***
Kervanı yolda, -düzerler balam
Yola koyulmayın,
Yola, koyun!
***
Geçmişe gitmek, geviş getirerek gezmek bir iç turizmdir.
***
Varmadan yolculuk başlamaz. Yola çıkmak için varmayı göze almalı, bitişi göze almalı. Hatta zihninde, başlarken varmalı da.
***
Kahve içmeyi sorunsallaştırmayın.
Aklınız kalır, aklınız içer durur bakın.
***
Valiz tamircisine 10 kaldı, yorgancıya 50 vermiştim. Şimdi börekçiye veresiye teklif edeceğim, param olunca bırakırım. Eve varmadan sıkışırsan benzincide eder geçerim. Eski köklü mahallede oturmak, hem korunma-aitlik sağlar, hem üleşme.
***
Sosyal Sıkıntı:
Ortamın ortalaması çok yüksek…
Ortalamayı ben mi düşürürüm?
(Ortalamayı düşürür müyüm – Ortalama düşer mi – Düşüren ben mi olurum – Ortalama bensiz mi ortalama – Düşürebilir miyim?)
[Bütün ortalamaların kaderi bizzat bende olsaydı..]
***
“Her şey yolunda diyelim. Kolonoskopide bir şey çıkmadıysa, çıkıncaya kadar devam ettirin, tekrar ettirin.”
[Yazar burada, hastalık hastalarının kendilerine yaptığı şeyi, yekten önermiştir. Yatırım tavsiyesi kitlesi, hastalık hastaları.]
***
Abisi Feşmekanca zorunlu bokoburmuş. Bereket Filanca seçmeci bokobur. En zoru aile içi boşanma, ama gerekirse onu da yaparmış.
…
Yalnız… Bu arada can kulağınız hangisi sizin?
***
Yapay zeka her şeyi yediği halde şişman değil, atletik, akıcı, akıllı bir hizmetçi: efendileşebilir hizmetçi.
***
Çöp adam. Çöpten adam. Çöpten çöpçü. Çöptendinci. Çoktandinci. Çoktan-rıcılık.
Çöp kadın, çöp giyintiler içinde çöp evde yaşar, çöp hayvanlar besler, çöp yer, çöp solur. Hayatı çöplenmiştir. Veleddallin amin.
***
Ruh osuruk gibidir. Bir bedenden çıkar da kaç tane burna girer, gene de varlığından emin olunamaz, bilinemez. 21 gram bile çekmiyor, radyoaktif madde gibi. Bir var bir yok; bir ışıldak bir karanlık.
***
Ruhun ego ve sahibinden bağımsızlığı üstüne: “Ruhun kendinin içinde, senin elinde değil..” Herkesin fikri/hissi farklı da olduğuna göre, bu ruh kesin gezgin bir şey. Bu itibarla ruhun vücutta/dünyada nerede oturduğunu söyleyemeyeceğim. Beyin sadece gözde yazlıklarından biri.
***
Kendikodu. Kedikondu.
Gece -konacağına, dedi -konsun..
Kodudedi: Dedikodu derken, asıl denmek istenen ve denilme sırası.
***
Çizmemi boyadım, fırçaladım, cilaladım. Kara yılan gibi ortaya çıktı. Şimdi gösterişli ve jartiyerimsi olan çizme, zamanında besbelli iktidar, hatta zulüm simgesiymiş. Kanlı çizmeler…
***
Bundan sonra, aşkın diyalektiğine çalışmayana aşk yok, “otur sıfır!” var.
***
Andrea onu zamansız bırakamasın, ama Ocean Andrea’yı zamanı geldiğinde bırakabilsin; bütün ilişki dinamiği ve bencillik orada. [Türk eşdeğeri Kadrea olsun.] Ada’dan sıkıldım artık. Onun yerine Darla’dan sıkılmak ne iyi olurdu…
***
Belki seks, yani sevişme bir sohbet olduğu ölçüde yola tarikata sokucu. Orgazm, yani kendinden geçmek, daha yüksek olasılıkla yoldan çıkarıcı, bağları bağlantıları koparıcı ve özgürleştirici. Hiçleştirici. Yalnız bilge bedenlerde bundan başka olanakları da olabilir.
***
Yaşam, uzun veya kısa görünmesinin ötesinde, her zaman tam dozdur. Yaşam bir gündür. Sonsuz bugün. Bu an. Şimdi. Yani şimdiki geçmiş zaman. Yaşamda ölüm zaten vardır. Ölümde yaşam olabilmesi için insanın yaşaması, çile ve zevklerin önceden bilinmeyen çemberlerinden geçmesi gerekir.
***
İlk nefes canlı yaşamda fiziğin büyük patlaması eşdeğerinde. İlk nefesle birlikte bütün sonraki yaşayışlar bir seferde potansiyel olarak verilmiştir. İçinde hepsi var, hepsine eşdeğer; demek ki sonraki bütün zorluklar da ilk armağanda denklendi. Keyfi olarak denebilir ki, acılar önden karşılandı, büyük can yolculuğu başladı, o zaman külliyen negatif olmayan her deneyim ve duygu kar üstüne kardır, ek ikramiyedir.
***
Esas işimiz hayat yazmak. Yaratıcılığın kitabi veya görsel yazıya odaklanması, asıl işin (yaşamanın) tümü veya yaşamdan fazlası olamaz. Ürün onun bir bölüğü ama etkili, olduğundan fazla ve uzun olması umulan kısmı. Sanat demek yoğun ve vurucu demektir. İnsanlar, yaşam birimleri olarak hem kendimiz hem birbirimiz olmak üzere yürüyoruz. Hiç şey sadece kendisi için, her şey dönüşümsel, karşılıklı, iç içe. Yumağın sahibi ve katılanıyız. Evren yumağının. Sicimse de sicim. Buna içilir, şerefe!
***
Bir anlık, bir sürelik bir varlık ışımasıyım. Ne bütünlük ne yeterlik ne bilinirlik ne sonsuzluk kendi yetkemde. Bütün bunları varsayabilirim; fiziksel belirsizlik içinde veya yanısıra. Ya belirsizlikten gelmekteyim, ya belirleyemediğim, hakim olamadığım belirliliklerin sonucuyum. An’ın olanaklarını kullanabilir, an içinde kaderi zorlayabilir, varlığımı an’da gerçekleyebilirim. Dünya durdukça duran sabit bir şey olamam. Kendimi yoktan yapamam. Beklenmedik sonuçlarıma her an gebeyim. Umulmadık ve denetlenemez sonuçlarım olasılıklarım beni/çevremi her an kuşatırken, ben fiilen yaşanmamışlıkları iyi bildiğim kesinlikler sanır, uyuşurum.
***
Yazar hayattaki çağdaş yazarların en ünlüsü de olsa.. Kitap okumak ölüler diyarıyla haberleşmek. Ölüler bazen çok doğurgan olabiliyor, çok uzaklardan, istemle dölleyebiliyorlar. Kitap ölüyle canlı arasındaki bir arayüz. Bu arayüzle canlı, ölmeden ölmeye, ölü, ölüyken canlanmaya çabalıyor. Ortaklaşa bir çaba. Verimliliği tam da başarısız çabasında yataklanıyor.
***
Bir kitabın başında, içinde ne yazacağının ayrıntılı dökümü gerekmez mi? Kitap içeriğinin içindekiler’de eksiksiz bulunması gerekmez mi? Sonsuza dek uzayıp gitmeyi geçiyorum, her kitabın basılması en az iki tur yazılmasını gerektirmiyor mu? Okurun ne okuyacağını bilmesi gerekir, bunu özetle, kısaltmayla bilemez. Yalnız, düşünüyorum da, içeriği bütünüyle içindekiler’den oluşuk bir kitap ne cehennem bir şeydi…
***
İnsanın kişilik yapılanması aynı anda hem iç içe matruşka veya lahana yaprakları biçiminde, hem de mozayik; birbirine uyan ve uymayan parçalar komşuluğu (dış dışa), hatta hatta barsakta yanyana dışkıyla pırlanta gibi.
***
İnsan verili bir canlı değildir. Hatta buradan hareketle hayat da belirli ve normatif değil. İnsan tarihseldir. Şimdiye kadar yaptıkları, yapmışlıkları erişim sınırlarında, elde var bir. Ama neyi yapar, neyi yapamaz, ne yaparsa insan değil olur, bunu birisi veya topluluk belirleyemez. İnsanlık deneyiminin bütünü biliniyor varsayamayız. Maç devam ediyor.
***
Aşkın seni özledikçe, aşkı kanatlanır. Velev ki kara sevda olsun. Velev, ayrılık sevgiye katılsın. Bazen aşk anısıra değil peşisıra, iş işten geçtikten sonra yakalayabildiğimiz bir balık. Zan-sanı-iç dünya öncelik ilkesi gereği, hissedilen aşkın her hali gerçektir, geçerlidir. Kazançlı ve somut aşk olması gerekmez.
***
Aşk ve sevgi özde uçmaktır. Sonunda düşülüyor (aşk) veya iniliyor (sevgi) diye uçmamaya kalkışmak yaşama ihanet ve andavallılık. Kuşlar uçmanın sahibiyken bile düşüyor, iniyor er geç. Sonlu diye uçmanın anlamsızlığı kuşluğun ruhuna aykırı.
***
İlkbahar bir renktir. Ve durmaz bir hareket. Yaz, o eylemin son haddi yani limitinde, durma halinde bir duyuştur. Evren algısı, sınırların algısı. Sonbahar bir insan halidir, içedönüş. Kendini kaybında, hüznünde buluş. Kış bir güçtür, çelişkinin gücü. Beyaz, soğuk, karanlık uzayın yeniden büyük patlamaya geçişi.
***
Sıcak su başka bir alem, orospuyane. Sıcak suyken arkandan, içinden dışına dolanıyor. Yalayıp geçiyor. Artık seni biliyor, yüzölçümünü çıkarmış. Soğuduğunda dedikoducu orda burda seni anlatıyor. Her yere yayıyor. Özellikle çatlaklara, inişine alçalmalara…
***
İsviçre’de, köpek sahipleri ile köpeksiz köpekseverler sosyal medyadan ilanlaşarak birbirini bulup köpek bakım ortaklığı yapıyorlarmış. Örneğin köpek sahibi 1 hafta tatile çıktı; köpeksever (aile) bir hafta o köpeği sahipleniyor, gezdiriyor. Veya köpeksever ailenin kadını bir süre iş gezisine gitti; erkek, köpeği alıp onun yokluğunda avunuyor. Bunu anlatan tanıdığıma, “bu, çok cinsel bir tını veriyor, dediğin bir tür “köpek swinger” sanki,” dedim. Oradan, yine kendi aklıma, huzurevlerinde yaşlı ziyaretine giden çocuklar, gençler geldi. Eh, ona da “nine swinger” denebilir. Nikahını almadan, başkasının ninesini dedesini sevmek ve ilgilenmek..
***
Kırmızı ışıkta geçen Kürt, trafik polisini ceza yazmaktan alıkoymaya çalışıyor:
“Yaw abi!
Bi it, geçti-kaçtı-gitti say!”
Polis gülmekten kırılmış. Ceza kesememiş.
(Skeç sahibi Hüseyin Sayın.)
***
“Ölüm ayrılıktır. Ayrılık ölüm. Cem ettim, semah çektim, kocamın ölümüne dayandım…” diyordu.
Ruhsal olarak yaralıydı. Gözlerinin içleri acı acı da olsa gülüyordu, parlıyordu. Bir vakit daha geçti, koca, bunak bir bebek olmaya yönelmişti. Bir yerden sonra, yuvarlanmayı yönetemiyordu. Gözleri nedense hala canlı. Ve artık bokunu oraya buraya silen, sıvayan. Ve canlı, yaramaz. Ateşli gözlerle dibi kara kuyusuna bakacağını, korkarken aynı kalacağını, belki korkmayı bunamayla aştığını, biraz geçiştirdiğini anlar gibiydim. Beni kendine yolundan iteleyerek mi çekiyordu, manyetik halı sererek mi?..
***
Türklerin heykel yeteneksizliği… Türkler öz kültürlerinde olmayan müzik tarzını üretebildi, resim üretebildi; operada bile tol aldı; heykel sanatına yaklaşamadı bile. Gerçek hayatta işine yarayacağı halde. Türk heykelciliği ilkokul çocuğu düzeyi kadar değil. Heykelcilik, doktorların hastayı ürkütmemek için söyledikleri zatürre başlangıcı gibi, “heykel başlangıcı” düzeyinde kaldı. Bu yeti yetersizliği İslam’a bağlanacak gibi de değil, ve muhtemelen önceden beri geliyor. İslam’ın resim ve müzik kısıtları aşıldı, heykel niye aşılamıyor?
***
Çoğumuz ağlarken çirkin oluruz. İlk kez düşünüyorum, sanırım ağlarken kimseyle değil, kendimizle muhabbette, sadece kendimize yakın olduğumuzdan. Ağlamak sosyal mimikleri büyük oranda sıfırlıyor. Çirkin gösterici ağlama ve kendi başına kalma, arınma tazelenme sağlıyorsa, bu bir güzelliktir. Kendimizdeki kurbağayı öpüp prens çıkarmamız sayılır: Çirkin kurbağayı o kadar çok öptüm ki prensim oldu.
***
“Garip rahatlığa” rahatsızlık diyor; bu yağlı ballı bolluğun yaklaşımı. “Garip rahatsızlığa” rahatlık diyelim, çaresizlikten çare bulalım.
***
Almanya geri kalınca biz de geriledi sayıldık; Almanya çağdaş uygarlığa yetişince biz de yetişmiş sayıldık.
***
İnsan ayrılamayan olunca
birleşemeyen, başlayamayan da olur. Ayrılmamak, birleşmemenin, eksik ilişkinin foyasını saklamak gibi.
***
Yaşına uygun olmayan ilerilik gerilik yaşayınca taşıyamıyor insan.
***
Herkesin -onlara tepki verme yolumuzu açmak üzere- iyi kötü, ahlaklı ahlaksız, açık gizli davranma (hakkını) teslim etmeliyiz. Bu genel serbesti ve teslime uymayan her kural “çaresizlik kuralı” sayılır.
***
İLENCİM: Bul belanı. Benlik derinden fırlamaya çalış. Cümle duvarlarına çarp. Burnun gözün, ağzın yüzün leş olsun. Dünyaya çılgınca kör bak. Durmamacasına dokunup dur, ellenip dur. Bataklıkta frenlerin kopsun.
***
– Nahal oldu senin gelinin soğuklaması?
– Bi hal daha, işte. Halası beri. Donuz gribi miymiş, neymiş..
– İyi işte, hal aşşa dediydin, daha iki gün eveli?
– Yok yok. Allah yüzümüze baktı. Beri yakaya tüydü gelin kızım.
***
Türkiye’de sağcılık, tutuculuk anadır, rahimdir. Solculuk, muhaliflik yani karşıcılık oğuldur, çocukluktur. Buna karşılık, büyüyüp gelişmesi, her şeyi değiştirmesi gereken solcular yerine atılım yapıp, canlılık gösterenler sağcılar; durağan, yakınmacı ve kaygılı değer bekçileri solcular.
***
Anlamayabilirsin tamam.
Anlamıyorum zannetmek, anlamaktır.
Anlayarak dinler/okurken sindirger, azaltırsın;
Tamamını indirircesine alır kaydedersen hepsini anlamazsın.
Anlarken anlamıyor, anlamazken anlıyorsun.
Neye bakıyorsan öteki.
***
Haz (hele doyum), insana giriyor mu sayılır, insandan çıkıyor mu sayılır? Eğer giriyorsa, hazzın oruçta [hayatta?] haram ve yasak olması mantıksaldır. Oruçta, giren ve çıkan her şey orucu bozmakla birlikte, kazanılanlar daha orucu tutulası olduğundan… Eğer haz, insandan çıkan bir şeyse onun oruç bozuculuğu biz cahillerin din kavrayışımızı aşmaktadır.
***
Şöyle bir sadeleştirip, bunları hemen piyasaya sürüyoruz oğlum!
Psikahır.. Psikatır.. Psihatır.. Psiyatır..
Her birinden ayrı bir çalışma ruhsat ücreti alırız.
Düzenlemeyi yapan parayı alır. Parayı alan örgütler.
***
Erkek hıyarı özerk bir prensliktir -bir iç devlet değilse. Dışişlerinde sahibine bağımlıysa da, iç işlerinde akılsızlığının dediğini yapar. Erkek veya hıyar ortada ve görsel olduğu halde, pek narin ve duyarlıdır. Fazla sıcağa da fazla soğuğa da katlanamaz; solar, çürür, tadını yitirir/ler.
***
Sevgi, varoluşun lüks, en üst krema sorunsalıdır. Buna karşılık merkezi yer tutar; fırtınanın gözüdür. Duygulardan gerçeğe ve gerçeküstüne aynı anda yakın olanı sevgidir, mutluluktur. Acı kendiliğinden varolur ve anlamlandırılmalıdır. Sevgi ve mut ise yaratılmak, keşfedilmek zorundalığında varoluşsal görevlerdir. Gösterilecek değildir, olunacaktır ve olunurken görülecektir. Görevliği dünyaya karşı da geçerlidir, ama asıl zamana ve öze karşı gerekliliktir.
***
Orospu/fahişe neden sevilir, metres neden sevilmez? Metrese karıyı da ekleyelim.
İlk ve sade yanıt “Orospu şımartır da ondan,” çıktı. Benimki: Orospu senin değil diye sevilir, metres senin diye sevilmez. İnsan sahip olduğunu (veya olduğunu sandığını) sevemez. Temelde insan ancak bütünüyle sahip olamayacağı kimseyi sevebilir. Onu en çok çıldırtabilen de sevdiği kişi olur. Sahip olduğunu, sadece korur bakar şefkat gösterir vs. İnsan insana sahip olamaz; kendine bile olamaz. İnsan özgürlüğe çarptırılmıştır. Mal olarak alınmak isteyen de bunu sonsuz isteyemez. Sahiplik sanısı, böyle algılayanın sevmesine engel olur. Sonraki pişmanlıkların, sonradan sevdiğini anlamaların bir kısmı budur işte: Olduğunu sandığı kişiye, sahip olamadığını sonradan anlamıştır.
Karı da sahip sandığın, malın gördüğün için sevilmez; sanma sonucu sevilmeyenlik. Karına sahip olmamışsan, elinden kaçıracak gibiysen sevmeye devam. Bazı kadınlar, erkeğin ruhunda bunu oluşturmayı, kıvamını ve yönetimini iyi bilir. Düşük olasılık, akıllı ve şanslı bir erkek de karısına ait ve mal olma düzenine kolay teslim olmayacağını, ağa yakalanmayacağını hissettirerek ilişkisini diri, kadının ilgisini canlı tutabilir. Bu dalavereler genellikle erkekleri bir hayli aşar, doğuştan beceri de ister.
***
Türkiye’de evler, apartmanlar düzensiz, müstakil, kopuk, keyfi; renkçe de biçimce de. Ama bu evlerin insanları toplu davranma eğiliminde. Batıda ise evler birbirinin içine girmiş, renk ve biçimleri denetim altında. Ama insanları tek tek, bağımsız davranıyorlar.
***
Sabreden derviş ateist, sabreden ateist derviş olmuş. Ateistin içindeki inançlı, inananın zorunlu şüpheciliği…
***
Kekeleme yazmanın, konuşmanın ve haz almanın kökenindedir. Her kekelemede sağlaması yapılabilebilinir.
***
İyi ki soyadım Saygı, adım ise Sevgi olmamış. Ciddiye alınmayı önemsiyorum da.
***
Hepimiz Hrant’ız; ne acıdır, nerdeyse hepimiz ölüyüz.
***
Ölümün sonu. Yokluğun sonu. Evrenin sonu. Paralel evrenlerin sonu. Bunların sonunu getireceğiz!
***
Bebek kontrol, bebek kontrol… Harika. Bundan sonra bebek ve doğum kontrolleri kuleden, tek merkezden yapılmalı.
***
Geçici de olsa ilk. Geçmesi için ilk. Yola devam için ilk. İlk olamamış, var olamamış o kadar çok şey var ki.
***
Oruç böceğim, o-ruç böceğim diyorum; oruçamıyor.
Zamanında müslümanken oruçmayı pek severdi.
***
Osmanlı insan hakları: Padişahım çok yaşa!
Ramazan insan hakları: Ey oruç, tut bizi!
İslam insan hakları: Piştik, haram oldu.
Hint insan hakları: Om mani padme hum!
Amerikan insan hakları: Green Card çekilişi.
Azınlık insan hakları: Ayrıcalıklarım Lozan’dan garantili.
Yahudi insan hakları: Hani benim vaadedilen topraklarım, altın buzağım?
Hayvan insan hakları: Bütün kıllara özgürlük!
Oğuz Kağan insan hakları: Ağaç kovuğunda bir Aykız gördüm, sevdim aldım.
Cengiz Han insan hakları: Çadırımı geniş kur. Soy benim, sop benim!
Eskimo çocuk insan hakları: Her çocuk dondurma isteyebilir, evi yalamak yasaktır. (Telif Zemcem)
Sahil insan hakları: Plajda çadır kurmak yasaktır (Zemcem)
Somali insan hakları: Yemişim hakkı! (Zemcem)
***
Yemen’den geldim. Yemem.
Diyet yapan kadının mutfağında mutlaka:
Yememek takımı.
Dikenli tas, delik tencere, zehirli kaşık, gevşek çatal gibi..
***
Şerefsizinizi seviniz. Mümkün değil sevemiyorsanız, tam ibnül şerefsizdir.
***
Çaba, inançları değiştirmeye hem ileriye doğru hem geri-ilkele doğru yürütülmelidir. Geriye doğru yürüyeni örneğin masal, sanat olabilir; ileriyesi bilim-mantık-felsefe.
***
Bebek ev ve aile florasını alabilsin diye,
doğumda babası onun ağzına yüzüne doğru hafifçe kusabilir. Doğum için dölyolu florasının övülmesinden anlayabildiğim budur.
***
Def edip tüküremediği sorunlarını öğütme çabasıyla ısırmaya devam ediyor, burdan da dış gıcırdatma, diş sıkma göstergesi çıkıyor. Sorun veya muhatap öğütme alıştırması, kendini kandırma. Bu belirtiler geviş getirmeyi de çağrıştırıyor: olayı mideye tam çiğnemeden göndermiş; yarı kusup kuytuda gözden geçirmeye gerek duyuyor.
***
– Ne yapıyorsun?
– Aşağı yukarı hiç…
(veya)
– Her zaman hiç yapıyorum.
[Tam o anda, o ne yapıyor?]
***
Hor görme bedeni.
Bedeni, nedenini içerir. Veya işaret eder.
İç-sesini söze değil, hemen bedene döküyor insanlar.
Bkz. bedenselleştirme, somatizasyon.
***
“Aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler.” Ece Ayhan
“Aşk örgütsüzlüktür, toz duman dağılmaktır.” Mehmet İbiş
***
İnsanların senle ettiği kavgalar seninle değil, içsel nesneleriyle ve olmamışlıklarıyla. Tamam.
Senin insanlarla gayet sahici sandığın kavgan da onlarla değil. Aynı şekil, kendi iç kargaşanı dışlaştırıyorsun.
Bu da doğru, ama bunu hissetmek, deryadaki balık için deniz farkındalığı kadar zor.
***
Hayatta başarmak, çekilen acıları anlamlı hissettirir, başarmamaktan tek farkı o. Yoksa başaran da başarmayan da aynı kaotik kapsayıcı bütün; ölümde buluşur. Alkolik ya da zaaf keşleri bunu tersinden ifade eder: “Rakı içen öldü de, su içen ölmedi mi?”
Bu tam havlu atmaya niyetli kişinin kendine sorması gerekendir. Sonunda öleceğin halde, neden kendine göre bir rota, üslup ve iz bırakmada ısrar eder, onun dahasını ararsın?
***
ÇAMUR KİŞİLİK BOZUKLUĞU
Kaçıngan Kişilik Bozukluğu
Kaşıngan Kişilik Bozukluğu
Söylengen Kişilik Bozukluğu
Özsever Kişilik Bozukluğu
Elezer Kişilik Bozukluğu
Yenilgin Kişilik Bozukluğu
Komplo Kişilik Bozukluğu
Komple Kişilik Bozukluğu
Yarıklı Kişilik Bozukluğu
Yarıkbiçim Kişilik Bozukluğu
Sınırlarda Kişilik Bozukluğu
Kuralsız Kişilik Bozukluğu
Tıkıntılı Kişilik Bozukluğu
Kuyruklu Kişilik Bozukluğu
İlgisel Kişilik Bozukluğu
***
Ya dua et, ya sev.
Ya sev, ya Ben’i terk et.
***
Antitez tezdedir. Sorun çözümde, veya sorun tanımında.
Aşılması, düşünmeyi ve iddiacılığı aşmakta.
***
Yıldızlar arasında gelişmeyen, gerileyenler var.
Mesela Merkür. Gözümden kaçmıyor. Bkz. Merkür retrosu.
***
Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: “Hassiktir!”
Başka bir ak tolgalı beylerbeyi şöyle haykırdı: “Ya tekim, ya yokum!”
***
[Zünnun dedi ki: “Tanrı’ya dayanmış, çöle dalmış, sopasız, kırbasız gidip duruyordum.
Yolda, hepsi de bir yerde can vermiş kırk tane derviş gördüm.
Aklım karma karışık oldu. Perişan bir hale geldim; coşkun canıma bir ateştir düştü!
Dedim ki: Yarabbi, bu ne iş? Uluları ne kadar da elden ayaktan düşürüyor, zelil bir hale sokuyorsun?
Hatiften ses geldi: Bu işin hikmetini biz biliriz. Biz öldürür, kan diyetlerini de yine biz veririz!
Dedim ki: Peki, ne vakte dek böyle öldürüp duracaksın? Dedi ki: Diyet vermeye kudretim oldukça, bu iş böyle gidecek!
Hazinemde diyet verecek para bulundukça öldürür, yasını da tutarım.]
Feridüddin Attar – Mantıku’t Tayr
***
Tutukluktan kurtulmak için tutukluluk rızasını dene. Tutukluluk ardından özgürlük ve akış gelecek…
***
Edebiyat, sesi edebiyat kılmaktır. Bu bakımdan edebiyat bir tür istenç.
Yazın, yazı ve yazmak demektir. Yine de her yazı, yazın değil.
***
Gülme! Güldükçe sıra sana gelecek.
– Tam aydınlanacaksın, ne oluyor?
– Bi gülme geliyor.
– Gülme o zaman.
– Gelmez o zaman da.
– Ne gülere geliyor, ne gülmeze geliyor bu da…
– Tam aydınlanıcam. Bi gülme geliyor.
Tam gülücem. Bi aydınlanma. Geliyor.
***
2019’da bir gün. Diyor ki: “Öldüm. Ölmeden öldüm. Ölenim beni uzaktan ve yavaş yavaş diriltti.”
***
O sarsıntı günü ben deprem sesini rüzgarmış gibi duydum, veya trafik sesi gibi. Ataşehir’de yirmi bir katlı binanın ikinci katındayım. Üçü on geçe gibi fena salladı. Pencereden dışarı doğru savurmaya çalıştı. Pencere pervazları gıcırdadı. Ama iki üç saniye gibi kısa sürdü. Sanki yoldan geçen bir kamyonun kagir evi sallaması gibi oldu.
Çocukluğumda, bütün yaşıt veletlerle nöbetleşe paylaştığımız taştan kamyonumuzda fotoğraf çektirdim. Evimizin hemen üst başındaki yerli kayalardan biri. Şoför mahalli veya direksiyonun ardına oturuluyor, bacaklar iki yana ata biner gibi ayırılıyor. Kayanın sağ tarafında yolcu rolü yapanları oturtacak yatay boşluk var. Sanki kamyonu değil, tümüyle dünyayı sürüyor olurdum. Bu kaya kamyonun hemen arka tarafında, gözlerden koruyan, üç kayanın bir araya yaklaştığı ve basamaklarına alaturka tuvalet gibi oturulabilen taştan tuvaleti biz çocuklar keşfettik, sonraları ufak eklemelerle büyükler gerçekten dış tuvalet haline getirdi. Gene buraya ve eve yakın başka bir dikey çakılı kaya kompleksini un değirmeniymiş gibi kullanırdık. Yan yüzündeki bir deliğe elimizle kuru kum döküyorduk. Sanki kum saati akıntısı gibi. Sonra o kumlar, göremediğimiz bir taş-içi-kanal/güzergahtan ilerleyip, taşın daha altlara yakın bir deliğinden değirmen unu gibi aşağı akıyordu. Bunlar hep bizim için gökten indirilen birer oyuncak ve çocuk teknolojisi.
Bu, taş yüzlerinde keler kertenkele gibi gezinme oyunlarımız aslında çok tehlikeli sayılmalıydı. Düşsek de tehlike, çarpsak da tehlike. Hiçbirimizin düşüp yaralandığını anımsamıyorum, bu sadece şans. Bu oyunların hırsıyla rekabetinde birbirimizi hırpaladığımızı ise çok iyi biliyorum. Kızkardeşim, gerekirse komşunun erkek çocuğunu ısırıyor, akşama annesini anamıza şikayet ettiriyormuş. Ben aynı komşu evinin bir başka çocuğunun -Kara Mehmet- kafasını taşla yarmıştım. Halamın oğlu olan Büyük Memet’le birlikte de elma ve armutlarımız komşu çocuk talanına uğramasın diye devriye gezer, kendimizce nöbet tutardık. Şimdi bakıyorum da bu taşlar, sabit şekilli noktalar ne kadar önemli mekanlarmış. Büyükler başımıza fiilen bir iş gelmişse icabına bakarlardı, yoksa çocuk güdecek değiller ya. Bizi doğa büyütüyordu. Keçilerimizin durakladığı taşlıkları, yan duvarlarındaki kuş yuvalarını bozduğum Onbaşı Taşı’nı, köyün dağlık meralara açılan üst sınırı Samantaşı’nı, evsiz meczubumuz Havana’nın kuytularına sığınmaya çalıştığı Samantaşı alt kayalıklarını, eski para gömüleri aranmış dörtgen yapılı dört dikey taşın arasındaki açık hava hücresini, Kalkamak Taş civarındaki, büyüklerden saklıca cinsellik oyunu denemelerimizin mekanı, tabla taş altındaki minik mağarayı hemen ilk sayışta anımsayabiliyorum.
Köyün karşı yamacında bir şifreli nokta var: Atlı Taş. Köklü bir kayanın yüzeyinde, çerçeve içine alınmış biçimde atlı adam kabartması var. Eğer orası uzakça olmasa, tam bekçisi kesilirdik. Atlı adamın çevredeki bir gömüyü işaretlediğinden öteden beri şüphedeyizdir. Bir başka mekan, açık havada içki içmeyi sevenlerin ve yalnız ruhluların akşamlayıp gecelediği Ardıçlı Taş. Köyün biraz dışındadır, Eren Dağı’nın dibindedir, Beşiktaş ise antik çağ teknikleriyle oyulmuş, sade bir lahit (etyiyen) taş. Evlerin merdiven diplerine, duvarlarına yedirilmiş Likya site kalıntıları, düzgün taşlar, bizi zenginliğinin farkında olmayan kültürlüler haline getiriyor. Tabii uygar olmaya, birbirimize iyi davranmaya gereksinim duymuyoruz. Daha çok, hepimiz köycek ileri geri, ayıp meşru her şeyi mavi gök ile Tanrı ve Tanrılar altında düşünüp duran filologlarız.
Bir başka yaramazlığım, ikindi üstleri köyün alt mahallesinden bana katılan Nihat ile, Kara Hasan’ın Hüseyin’in yamaçlarında, taş oyuklarında özen ve ısrarla keler arayıp, ufak ellerimizle kuyruklarından asılıp açığa çıkarışımız, bir süre kıvranmasını izledikten sonra, hak dine yeni alanlar açan misyonerler gibi kafalarını ezişimizdi. Şimdilerde buna mazeret bulabiliyorum. Galiba o zamanlar büyüklerimiz, kertenkeleyi, “Allah yok diyor,” diye kötülüyorlardı. Biz durumdan görev saptayıp ava çıkıyorduk. Keler kısmısı başını “hayır, hayır” der gibi geri kaldırmasıyla meşhurdu. Bu keler yorumunu unutmuş olurdum da, köyde annem ilk fırsatta teolojik yorumunu anımsatıp kafamda ampulü yaktı.
Tek yol kendini bilmek, tek macera kendinden kaçmak.
İnsanın kendini zamanla tanıması özünde ve zorunlu olarak otoerotik artı otoagresif bir süreç. Öbür yanından bakarsak, kendiyle tanışmadan ölmek bir kısmet mi, kazanç mı?
Kendini bilmek, -hele referans olmadan- olanaksıza yakın. İçe bakış çok önemli, iyi niyet göstergesi; yoksa yeterli yöntem değil. Ötesine uçuş denebilecek aşkınlık için bile bağlantılar, ilgiler, tezatlar, yakınlıklar gerekiyor. Başkası/öteki olmaksızın kendilik bilgisi, kendini tanımak olanaksız. Ötekinin varlığında dahi kendini bilmek sadece bir olanak, olasılık. Bu olanak için ötekine zorunlu yani muhtaç olduğumuzdan, yetersizlik öfkemiz gereği cehennem başkalarıdır; dünya cehennemdir; ben de bir başkasıdır. Ben bir başkasının elindedir. Cehennem kutlu bir zorunluluktur.
İnsanoğlu/Ademkızının tarihsel/evrimsel ilk cenneti belki de hayvanlar alemiydi. Yani ki, hayvanlardan bir hayvan, sibernetik, an bilgisiyle yaşayan bir canlı. Kendinin değil, sadece anın gerekirinin bilincinde. Sonra zeka, ego, elmayılan, ne olduysa oldu; insan içinde yaşadığı -içinden çıktığı- cennetten kovuldu. Hayvanlar arasındaki kafaca rahat, doğal yaşamını yitirdi. Yasak elma bilgi, belki de bilinç, ya da iki ayak üstüne dikelten zekaydı. İşte o kovuluştan sonra insanın bir doğallığı değil bir psikolojisi, bir büyüme koşulu, kötüsünden iyi veya daha kötü birer anası-babası-çocukluğu olur oldu. Ensest yasağı ve ensest arzuları büyüme karışıklığının en başı ve basitiydi olasılıkla.
En azından bir düzeyde, “Hayat, ilişki ve ilişki sorunlarıdır,” demeli mi. İlişki sorununda, dengesizliklerinde sorunun tarafı olarak a) sınırlarını ve kendini bilmek, b) kendinde açmaza veya güçsüzlüğe izin vermek, c) kararını yönünü seçimini fark etmek, ç) kahretmemek, aşırı alacak biriktirmemek, d) batık alacakları tanımlamak önemli. Alacaklı kalan, tahsil etmeyen, eylemeyen, sadece etik üstünlükle idare eden biridir; saçını süpürge eden anaya dönüşür. Bu, işlevsiz ve kötücülleşen, ekşiyen haklılıktır.
İlişki ikilisinde değil, kendilikte iç ilişkiler.. Kendine karşı hataların ve düşmanlığınla, iç bünyen, nefsin sana karşı sopalı hal alabilir. Çıkaracağı karışıklık ve ceza, atom parçalanma enerjisine koşuttur. Bir çağrışım da, Kul sıkışmayınca Hızır yetişmezmiş. Hızır’ın, yetişmeye çıktığı yer içindir, orası değilse bile kaynağı senin içinle uyumludur. İçben, hakkı yenmiş bilinçdışı, vücut ve duygu diliyle, “Akıllı ol, aklını alırım!” diyebilir. Bu protesto bireyin yaşamına çok çok artmış riskler, mutsuzluklar veya ruhsal rahatsızlıklar olarak yansır. Kabaca tüm hastalıklar ruhsaldır, ruhsal olmayan hastalık bulamazsın. Bir ruhçu veya amatör insan sarrafı, bu şifreli sorunları bireyin bilinçli diline çevirebilecektir. İçerdeki, işçi sınıfı veya düz halk niteliğindeki sahip-patron, son yaptırım olarak sahibini infaz edebilir: kendini öldürebilir, delirebilir. Devrimin sert yüzü. Ne kadar kıllı vahşi olursa olsun iç-hayvan iletişimseldir, sabırlıdır, halden anlar, yüreklidir, akıllıdır. İyidir de diyeceğim ama denmiyor; saf kötülüğe aitler, şeytana hizmet kişileri (içbenleri) iyicil olmak zorunda değil. Aynı evren gibi, içben de laftan değil hemen yalnızca duygu, eylem ve imgeden anlar. Bunun yanında, kişiye özel içruh olduğundan, kişinin dilini de bilir. Dilinin yapısını, işleyişini, içeriğini değiştirmeden, bilinç bireyi istese de kişisel dinini değiştiremez. Bu temeller sanırım kısmen kendiliğinden oluş, kısmen seçim ve emek işi. Kendine yeniden bakıncaya kadarki otomatik yaşamında, insan ya kendini yaratmamış da bir şey’in içine doğmuş oluyor, ya nasıl yaratmış bulunduğuna karşı kör yani bilinçsiz oluyor.
Jean-Paul Sartre kendimizle ilişkimizi her an her şeyimizi bilme, kendimize karşı ayna veya tabak gibi olma diye kavramlaştırıyor galiba. Bilinçdışını kabul etmediğinden. Oysa kişioğlu su gibi hava gibi, burgaçlanarak, karışıp kendi içine kıvrılıp, durulup dışarı doğru çözülerek, kendinden kaçarak, kendini bularak dönel, döngüsel ve faz gecikmeli biçimde davranıyor yani öz-ilişki kuruyor.
“Var olan tek fobi kendini bilme fobisidir.” Adam Phillips
“Doğru bölünmez, bu yüzden kendini bilip tanıyamaz; doğru’yu tanımak isteyenin yalan olması gerekir.” Franz Kafka
Bu dünyadaki cennet duştur, banyodur, jakuzidir, hamamdır. Bunlar cennetin türleri ve dereceleridir. Suya girmeyi soğuk, ılık, sıcak, kaynar istemek, cennetle ilgili imgelem ve yeğlemeler. Temelde ve çağrışımda banyo suyu amnion sıvısıdır. Sıcak/ılık su, amnion sıvısındaki Yunus peygamberliğimizin anıları. Bu duyumlar dölyatağı içi yaşamın gündelik yaşamda yeniden yaratılmaları. Ana rahmi, ana karnı cennetin temel duyumsanış kalıbı. Anımsanmadığı halde unutulamayacak olan… Kayıp cennet de aynı doğum öncesi dinginliğe işaret eder.
Başka eşdeğerler, telafiler de dünyalık yaşamda elimizin altındadır: Tabure, sandalye, koltuk, yatak, yorgan, battaniye. Kundaklanma, kavranıp kapsanma bunlarla dölyatağı dokunuşu arasında geçiş evresiydi. Doğum öncesi yaşamın daha doğrudan eşdeğeri olarak ılıca ve kaplıcalar, masajlar, çamur banyoları, spalardaki dokunsal dölyatağı deneyimleri var… Uykunun kendisi… Tenlerin karşılıklı okşaması olarak öpüşme, ruhları dünyaya razı eden ve güvenle geliştiren kucaklaşma… Sevişmenin sonunda zaman zaman gelen zirve doyum; orgazm, hem uyku hem rahim hem yokoluş, yani mutlak dinginlik olarak cennettir. Gören bilgeler orgazmın tanrıya şirk koşma ve siyasi başkaldırı, başeğmezlik tarafını fark etmişlerdir. Orgazm sırasında, birey tanrıyı aralıksız anımsama ödeviyle kul alçakgönüllülüğünü aksatmış olur. Müslüman boy abdesti kuralı, tanrıya karşı kul duruşunu onarma ve yeniden kurma ritüelidir.
Öte yandan banyo korkusu, banyoda nefes daralması biçimindeki klostrofobi olasılıkla cennete yani cennet sunan anneye karşı ikircikli, ensest korkusu temelinde okunmalı. Arzu ve nesnesi aynı zamanda korku kaynağıdır denebilir. Banyoda temizlenmek için aşırı zaman ve çaba harcamaksa yasak arzuların bulaşığından kurtulma töreni, imgesel günahkarlık tehdidine karşı yine bireysel din oluyor. Genel olarak deniz ve açık deniz korkusu, kolayına kaçarak boğulma tehdidiyle açıklanır. Bence bilinçdışı, hayat ve anne eşdeğeri olarak kadim tuzlu su -deniz, ilişki korkularımızın deposu olarak gözden geçirilmeli.
Uyku nasıl yarı ölümse uyuşturucu etkisi de yalancı ölüm. Buradaki cennet deneyimi ve yalancı ölümden, hayal dünyasından kişiyi gerçeklik söküp geri alıyor. Her uyuşturucunun kendi yalancı cennet-yalancı ölüm hizmeti var. Animist, Castenadacı görüşün canlı cansız her maddeye bir ruh ve kişilik atfetmesi de böyle bir şey. Alkolün, ketamin, uçucu madde, kokain, eroin, soğutucu sprey [soğuk çekme deniyormuş] ve psikedeliklerin her birinin ayrı kişilikleri, huyları ve tanıştığı insanlarla özgün ilişki kalıpları var. Yapay cennetler ve onların halkla ilişkiler, sunumlar resmigeçidi.
Sevgi ilişkisi dünyada cenneti kurabilir. Karşı kutupta, ilişki gerçeği ve kaderi, dünya cehenemini yaşatabilir. Birey ve toplumun rüyası olan özgürlük hakkında önemli birisi “Özgürlük yalnızlık değil daha iyi ilişkiler demektir,” demişti. Toplum için cennet tasarısı Platon’un Devlet’inden beri Hiçistan ütopyaları sunuyor. Gelecekten, rüyadan, kendimizden korkularımızsa ütopyaları sollayıp geçmiş, bize korku hikayesi bokülke (pistopya) distopyaları yarattırmış durumda.
Osuruk bokun [osurmak sıçmanın] habercisi, ön ödemesi ve kefilidir.
Korku osuruk gibidir; senin içinde olduğu sürece henüz acil değil.
Ruh osuruk gibi, osuruk kadar. Bir bedenden çıkar, kaç tane burna girer, gene de varlığından emin olunamaz, bilinemez. Ruh, radyoaktif madde, değişken. 21 gram çekmiyor. Bir var bir yok, bir ışıldak bir karanlık.
“Osuruğa gülenin osuruk kadar aklı varmış,” der köylüler, ama osuruk ve bok muhabbetinden hiç bıkmazlar. Uygarlık, temizlik talebiyle bokumuzla dahi bağımızı kesti, kesmeye çalışıyor.
Ailemde babamın dilinden, bilmecemsi osuruk tarifi: “Kınaybıca ezivyon” [kına gibice eziveriyorum]. Bizde babamın da benimki gibi osuruğu çok kokardı. Anam babama şaka yollu “Benim endee gibi [osuruklu] götüm olcak, donun içine bile gatmam,” derdi. Anam uzun ayrılıktan sonra evine kavuştuğunda merhaba niyetine “Osurduğum sıçtığım kel evim” demek yerine bazen “Abu gadın evim!” der, çok benzer bir kullanımdır.
OSİP RETARD:
Yumuşak, havalı kırlente yedirilmiş osuruk.
Osurup, osuruğu kırlentte hapsedip el bombası gibi hedef kişiye atarsın; yastığı koklayınca onun içinde patlar. Kırlenti koklamak olayın merak unsuru; bilim galip gelecektir.
Neden Osip? Yusuf Yusuf’tan Osip.
Genel cerrahide, bir ameliyatın başarılı tamamlanması için dört gözle beklenen haber/onay, “Gaz gaita çıkarmak”tır. Osuruk, bok, başka hiçbir sosyal durumda bu kadar onaylanmaz, müjde olarak beklenmez. Nur topu gibi osuruğunuz oldu. Köyün münzevi feylesofu, çoban, bunu da düşünmüş, salık vermiştir ki “Irahat-ı beden, nasihat-ı çoban,” denile.
Bugün ben bir şey öğrendim; Norbert Elias’ın “Uygarlık Süreci” kitabının ilk cildinde bir bölümün osuruğa ayrıldığını.
Osuruk yazanın da osuruk kadar aklı vardır. Muhabbetin sözlü yazılı, yakından uzaktan, aktif pasif ayrımı yoktur. Osuruktan teyyare.
Memeden yarmak, sütten kesmek demektir ve bunun Fethiye’deki karşılıklarından biridir. Kısaca yarmak da denir. Çocuğu sütten kesmenin bazen ne kadar zor başarıldığını iyi anlatır. Çocuk yeni besinlere geçebilsin, çıkışsız bataklık halini almış sütten kurtulsun, biraz sosyalleşsin diye anne hem içten hem dıştan ve yüzeyden birçok önlem almak zorundadır. Memenin üstüne, ucuna biber sürmek, çocuğa az görünmek, ağlayışlarına katlanmak, yalancı memeye ağırlık vermek ve ilk olarak yeni besinlere başlatmak. O dönemi annelere ve ebelere sormalı. Yarma deyince adeta meme/anne ile çocuğun arasına hendek, uçurum kurmak, memeyi yasak hale getirmek akla geliyor.
Memeden yarma ayrıca ruhbilimdeki yarılma yani splitting ile somut ilinti kurması açısından ilginç. Gerçi yarılma düzeneğinin patolojik yanı, ana-çocuk ilişkisinin süt vermenin başından, ilk anlardan itibaren kötü veya sorunlu olması, veya bebeğe öyle zannettirmesiyle karakterizedir.
Anılarımdan bilirim, sobalı, kırıntılı kış misafirliklerindeki güzel sosyalleşme “Akşamınız iyi kalsın,” denilerek bitirildiğinde, yerli evin çocuğu ben, memeden yarılmış gibi üzülür, konukların gitmesini istemez, hata ağlama tuttururdum. Gerçek memeden yarma zamanı için anamdan pratik ölçüt ve uyarı: “Çocuğu memeden kışın yarın. Yoksa askere gittiğinde çok susama belası çeker.”
***
Memeden yarıldığımız için mi ölüme mahkumuz?
Ve memeden yarılmasak geç te olsa doğamazdık?
Doğdum öldüm sürekli meme emdiğimizi bir düşünsenize.
Sütten kesilmek (yarılmak) cansız yaşamaya alışmak sayılır.
Artık ölümü yaşamaktasındır.
Burada ölüm korkusu, fiili gerçeği unutmakla, eski sütlü canı anımsatan hayalleri gerçek sanmayla ilgilidir.
Yaşamak, daha bir süre yaşayamamak ama vadesine kadar ölmemektir.
Varoluş adeta can’ı anımsamaya, canı özlemeye, cana benzemeye odaklanmıştır.
Kanser şakası: Kanserin çaresini ve ilacını bulmuşlar, ama saklıyorlarmış. (Şehir efsaneleri kapsamında)
Nedeni: Sanki özde hırslı, ısrarlı biçimde kendine, hayata kahretme durumunun nihai yolağı. Çocuk yaşta olursa hücrelerin tavrı, soyaçekimli kanser olursa ortak grup algı ve davranışı olarak değerlendirmek uyar.
Kanser kişinin kendi kaderinde etkin olduğu, bir tür intihar eşdeğeri sayılabilecek bir hastalık. Keza bir arkadaşımın kalp krizinin intihar kokmasını çok bariz hissetmiştim. Yazar Tezer Özlü’ye bir son olarak intihar en az bir kanser kadar uyardı gibime geliyor. Hakkında çok az şey bildiğimden savuruyor olabilirim. Bilinen intihar girişimi var mı? Varmış, sürekli intihar girişimlerinde bulunmuş. Oğuz Atay hakkında ise şuna denk geldim, ele alış tarzı bana çok uyuyor:
[Barlas Özarıkça ise bu kalıtsal nedene çevre etkilerini de ekliyordur. “Kanser büyük bir olasılıkla bastırılmış kırgınlıkların, üzüntülerin, öfkelerin hastalığı,” diyordur Özarıkça. “Çevresindeki insanlar yaptıklarını yok sayarak onu hasta ettiler. Buna yakın çevresindeki edebiyatçılar da dahil. Biz kimi insanların bizim çok üstümüzde olduğunu kabul etmiyoruz. Onlara öfke duyuyoruz, onları yok etmeye çalışıyoruz. Yok ettikten sonra da onları birer kült haline getiriyoruz.”] Yıldız Ecevit – Ben Buradayım
Türk okurunun romanlarını çok sevdiği İrvin Yalom, mesleki uygulamasında kanser aydınlanmasının çok örneklerini görmüş ve kitaplarına (örneğin Varoluşçu Psikoterapi) yansıtmış. Onun da onayladığı bakışla kanser adeta nevroza iyi geliyor; kanser sırasında nevroz (nöroz) düzelebiliyor. Halkın “Ağır gelince yeğni kalkar,” deyişi bunu doğrulayıcı içgörülerdendir. Yalom’un bir hastası, “Hayattan bu kadar zevk almak, yaşamayı öğrenmek için, illa kanser olmam mı gerekiyordu,” yollu konuşarak aydınlanıyordu.
Benim küçüklüğümde taşrada bir verem ve kanser arabesk müziği furyası vardı. Gözü yaş burnu sümük, cırtlak sesli kadın veya çocuk şarkıcılar… Küçük Emrah’tan nerdeyse 10-15 yıl önce. Bol düz konuşma ve ağlamalı, veremde öksürmeli üzüntü nağmeleri… Köylerde millet birbirinin evinde toplanır, erişkinler pilli portatif pikaplarda ya oyun havaları ya bu kanser plaklarını dinlerdi. Hastalık acımasızlığı bilinci olarak “masada kalmak” diye deyim türemişti.
Kılavuz olarak kanser.
Hızlandırılmış hayat kursu kanser.
Temel insan hastalığı olarak kanser.
Diğer bazı hastalıklar geri dönüşlülükleriyle çocuksuluk ve nazlılık hissettirir. Geriye dönüşsüz kanser, çaresizlik sıkıştırmasıyla ölürken yaşam verebilir, olgunlaştırabilir. Anda kalmayı ve sahiciliği öğretebilir. Kişiye dilinin altındaki sır baklayı çıkarttırabilir. Geçip gidiciliği anlama ve aydınlanma vesilesi olabilir. Bunlar zorunlu değil, birer olanak olarak önlerimizde.
***
Kanserinin son anlarındaki yarı uyur yarı uyanık kadın zorlukla fısıldıyor: “Ben artık devam edemeyeceğim.” O sırada bir hafta içinde sadece beş saat uyumuş olan kızı, acı içinde yanıtlıyor: “Devam etmek zorunda değilsin anne…”
Şimdi anacağım, benim çocukluk dönemimden köy arkadaşım. Ölenle ölünmedi, sonradan bu eşle ilgili kamuoyu zıt kutupta sevmezlikte şekillendi. Ben yine de kanser bakım dönemi özverilerine çok minnet doluyum:
Akciğer kanser hastası son dönemlerde alev içinde gibi yanık hissesiyormuş, yayladan su içmeyi dilemiş. Karısı kayınbiraderiyle (inisiyle) birlikte arabaya attığı gibi yaylaya su başına, akrabalarına getirmiş. Yemeyi içmeyi kesmiş, karısı bazen üç dıkım için beş gün çaba gösteriyor.
Artık dışkısı, daha doğrusu ishali cara gibi, işlenmemiş sıvı posa gibi atılıyor. Hem de öğürtecek ölçüde, içini dışına çıkaracak ölçüde pis kokuyor. Eş diyor ki, “Bu dışkı bana kokmuyor.” İşte melek sahne almaya başladı, belli. Kocayla çocuk gibi ilgileniyor, el üstünde tutuyor. Bu hastanın kaderi ne, ne şansı var? Eşe Allah döğümlük vermiş de tiksinmiyor, gönlüyle baktığından, sevdiğinden, kendini verdiğinden..
El almış bu kız. Uçması gözlerden saklanıyor bu kadının. Büyürken öksüz ve beslenkiymiş. Tüm dünyasını kocası olarak tanımlamış. Kaderi varmış adamın, karısı ona hediye gibi inmiş. Ona Kaderli, eşine Hedye diyeyim. Yaylaya geldiğinde çocuk gibi kalmış Kaderliyi omuz altından yüklenerek merdiveni zor çıkarttırmışlar, koca koca sürümüşler. Kokusu her yeri giyiyor, Hedyede gram tepki yok. Duyunca insan son anlarda olduğunu anlıyor. Belli ki gıda topluyor. Hastalığının özünü bilmiyor, “Sırtımda bir şey var,” diyor. Ayrıntı anlatan anam. Eylemin etkisinden emin olmama anlamındaki kalıp kullanımıyla “Evin başına çıkardığımız oldu,” diyor.
Hasta Kaderli anasından hoşlanmıyor. Annesi geriden anladığım kadarıyla bencil ve sorumsuz. Ona çekinmeden verip veriştiresim, obalını alasım geliyor. Oğlu dünyasından geçmiş, alem değiştirmek üzere, o hala “Ben nolacağım, bana kim bakacak?” demede. Bakımına katılmıyor. Çeken hastacık, “Anamdır sebebim, hastalığım,’ diyormuş. Bu kadersiz tarafı. Hediyesini yaşam anadan değil eşten vermiş. Bu hediye görünmez kanatlı, pırıl pırıl parlıyor. Kaderli, karısına “Ben senin gözünün içine bakıyorum,” diyormuş. Gözü kamaşacak tabii. 750 km ötede, uzun kulaktan duyan benim gözüm kamaşıyor, yüreğim kanatlanıyor, utanmasam kıskanacağım. Doktor hasta adama “Böyle hasta görmedim, ama böyle hasta bakan da görmedim,” diyormuş. Kaderliyi içine atan, utangaç, içine bırakan diye betimlemiş. Gidici olmakla birlikte yolu ve gönlü açık olsun kanserlinin. Hastalığının özünü bilse de olurdu, bilmese de olmuş.
Yorgun bir ametist taşçık,
Deli Nasrettin cebi bu.
Tanrı duyar…
-Ya tutarsa? Ver anmalık.
Astım böğründe kurar ola yuvasını,
Akıl izlerim göbeğimden saçaklı,
Çöreklendi, dilimi çevirdi.
Kuşku mu tüm vaazım, bırakış mı?
Ölüm mü anam, anam mı ölüm…
Ataşehir, 3 kasım 2010 – 23 haziran 2022