ANİKO

Yorgun bir ametist taşçık,
Deli Nasrettin cebi bu.
Tanrı duyar…
-Ya tutarsa? Ver anmalık.

Astım böğründe kurar ola yuvasını,
Akıl izlerim göbeğimden saçaklı,
Çöreklendi, dilimi çevirdi.
Kuşku mu tüm vaazım, bırakış mı?
Ölüm mü anam, anam mı ölüm…

Ataşehir, 3 kasım 2010 – 23 haziran 2022

AYRILIŞ

Ezgi’nin Günlüğü’nün harika yorumladığı, kendi mallarıymış gibi hissettirdiği Orhan Veli şiiri. Hem de 1986 model Sabah Türküsü albümlerinin ilk/giriş parçası. Ben şu Ayrılış şiir/şarkısının üstüne eğilmek, biraz deşmek istiyorum. (Şiirin sanatçının bildiği öyküsünün dışına taşmıştır artık öykü, okuyucunun/dinleyicinin de malı olmuştur. Tarih yeniden yazılabilir, yorumlanabilir.)

“Bakakalırım giden geminin ardından.” Burada arkada kalan veya terk edilen kişinin halktan değil en ezından küçük burjuva olduğunu anlayalım. Kaç kişi giden sevgilinin ardından Ve Gemi Gidiyor’daki gibi kalır? Su olacak, liman olacak, gidilecek başka ülkeler/şehirler olacak…

Kahramanımız bakakalıyor, denize atlayamıyor, ağlayamıyor; yani yapamıyor, edemiyor. Ayrılığın dinamiğinde yapamayan adamdan, hatta ıssız adamdan bir bıkkınlık söz konusu olabilir. Gitme, diyemedi, önleyemedi. Belki sorumluluk almadı veya sözlerini tutmadı. Muhtemelen gidenin gitmesini kışkırttı, yapma ve yapmamalarıyla nedeni oldu. Duygularını ifadede kısıtları var; şiire sığınması da bir kısıtlılık, yaşantı anında kendini yanlış yaşama göstergesi. (Sözünü ettiğimiz şair mi, şairin ürettiği kimlik mi o da karışma eğiliminde.) Denize de atlamıyor; canı tatlı, özverili değil, çıkarları önde. Dünya güzel. Ayrıca serdeki erkekliği öne sürmesi yaşamama, duygulanmama kılıfı. Hatta elalem ne derci, kişiliği olgunlaşmamış. Bu durumda bizim duygulanışımız ya bestecinin şiiri yanlış tarafından almasından, ya da bizim haklı tarafla değil, önümüzdeki salakla özdeşleşmemizden. Yani şiir bizi özümüzdeki suçlulukla, eksiklerle suçlamadan buluşturuyor. Biz de değişim emaresi göstermeden salya sümük üzülüyoruz, ufak bir katarsisle arınıp yaşamımıza döneceğiz.

Şairin o zaman için yaptığı büyük hizmet ve atılım, şairane olmayanı şiirin içine almasıydı. Öznesi matah biri değil, bizden biri; aslında şiir-dışı biri. Biz de şiirselsek, her şey şiirseldir, ve hiçbir şey değildir. Kalakalan ne kuş kondurmuş, ne kuş öttürmüş. Örtülü biçimde iktidarsızlık anıştırılıyor olabilir. Bilirsiniz sanatçı iktidarsızlığı ünlüdür. Sanat seks içindir, olmadı seks ikamesi içindir. Sanat elbette sağalma içindir de. Burada sanat cehennemlerde yanmadan yara kapatma, merhem olma işlevine yakın. Eflatun belki sanatçıları devletine bu benzetmeci, hafifsemeci, adam sendeci, ciddiyetten uzak, disiplinsiz yönleri yüzünden almak istemiyordu. Sanatçılar yaramaz, annesinin vereceği cezayı sevimlilik ve unutturma numaralarıyla atlatma gayretinde çocuklar. Safa yatarak hep de çıplaklıkları göze sokuyorlar.

Burada öz konusu olan, sevilenin yüklediği değil, seven durumundaki bireylerin kendi hissettiği, kendi ıskaladığı, kendi içine batan, kendinden batan sorumluluk ve yükler. Ötekini atlat, kandır, kaç, reddet. O tarafı helal olsun. Ok, kendi içinden gelerek içini vurduğunda, sefan olsun olmaz ki. Ona ya hakketmiştin diyeceğizdir, ya abartma, ya allah kurtarsın, el uzatayım diyeceğizdir. Şair kendisi sorumsuz olabilir, ama şiiriyle sorumlu. Büyük, çoklukça hissedilen bir toplu yarayı sağaltıyor. Hem sözle, duayla; ameliyata girişmeden. Hele şu şiir/şarkının etkinliğini ölçün bir.

Topu topu üç kıçı kırık dize. Ve etkisine bakın.

[Biliyorum, Orhan Veli’nin şiirinin altında başka bir öykü var. Ama öyküsünü bilmemek daha kişisel, kendine yontarak yorumlamaya yardım ediyor. Ben de herhangi bir ayrılık şiiri gibi ele almaya çalıştım.]

AYRILIŞ

Bakakalırım giden geminin ardından
Atamam kendimi denize, dünya güzel
Serde erkeklik var
Ağlayamam.

Orhan VELİ

HİPERAKTİF TÜRKLER

Türklerin bazı yapısal ve tarihsel özellikleri var. Bunlardan biri ana kuzuluğu, biri göçebelik, yani dünyada çok geniş bir coğrafyada at ve taban koşturmak. Ana kuzuluğu ayrı bahis, ben göçkünlükten süreceğim:

Şöyle iyi bilinen ve spekülatif coğrafya ve akrabalıklara göz atayım. Orta Asya, tüm Türki yurtlar, Moğollar; Sibirya, soğuk halklar, doğrudan veya dolaylı Laponlar, İnuitler;  Finler; Macarlar, Bulgarlar; Hazarlar ve Avarlar üzerinden Yahudiler… Daha gelelim, gerek dil, gerek Ainu toplumu üzerinden Japonlar; akrabalık demeyelim ama Çinlilerle tarihsel macera, Türk kökenli Han hanedanı; en son Kore savaşında görüştüğümüz, daha eski hukukumuz olan Koreliler… Hindistan apayrı ve yutucu bir kültürdür, ama orada 250 yıl hüküm sürmüş Babürşah İmparatorluğu var. Türkler Ruslarla özdeş değil ama tarihsel komşuluk, kültür benzerliği nedeniyle günümüz Türk Rus evlilikleri beklendiğinden daha verimli ve uyumlu gidebiliyor. Yunan mitolojisindeki kentaur belki atlarıyla bütünleşmiş Türklerin yansıması, spekülatif not. Kuzey ve Alman mitolojilerindeki bazı kahraman karakterler Türkleri temsil ediyor gibi, ama bu da yoruma bağlı diyelim. Sadece, Almanların sanki karşı kutuptan, zıt özellikler üzerinhden bir Türk Alman yakınlığı ortaya koyduğunu, iki ulusun aralarında gizemli çekim olduğunu ileri süreyim. Öteki spekülatif Türk akrabası Kızılderililer. İran Fars veya Persleri kültür olarak belirgin biçimde farklı ve özgünler, yalnız Türkler onlarla ortak maceralarından çok şey kazandı. Zıplayıp tarihsel Yunan Pers ülkelerinin arasına konarak ezber bozucu ve şaşırtıcı bir dinamik ürettiler.

Dünyada birkaç tane Doğu-Batı köprüsü kültür/ulus var. Bunlara Ruslar, Araplar, Kürtler ve Farslar dahildir denebilir. Tüm köprü ve birleştirici uluslar arasında en özgünü ve çaplı etkiye sahip olanı Türklerdir. Türkler doğunun batılısı, batının doğulusu olarak kültürel barış ve açılımın doğal temsilcisi, aracısıdır. Geçmiş tarihte bunu daha çok süpürücü, savaşçı olarak yerine getiriyorlardı, şimdi başka şekillerde. Buna yönelik benzersiz uygunluk altyapısı ise Türk kültürünün zorunluktan değil, özgün haliyle komşucu ve etkilenme yeğleyen temelli olmasıdır. Çok az kırmızı çizgi ve sadece Türkçe konuşma önkoşuluyla var olup, esnek Türkler tarihte en çok farklı dine ve alfabeye sahip olan toplumdur. O bakımdan köksüzlüğe bile ulusal olarak şerbetliler denebilir.

Bu göçer eylemliliğin bir de biyolojik denebilecek karşılığı var: Türklerin ulusal psikopatalojisi olarak hiperaktivite ve dikkat eksiliği. Dikkat farklılığı da diyebiliriz. Zira avcı ve savaşçı biri derinlemesine dikkat değil, kayan, çelinebilir, spontan dikkat sergilemelidir. Kedi gibi dikkatli ve kedi gibi çelinebilir, her şeyi süpüren dikkat. Bu durumda Türklerin ulusal macerasında Budizm ve etyemezlik nasıl risk doğurduysa, kıç üstü oturmaya dayalı sakin yaşam da öyle riskli olabilir. Mutlaka ki dikkat eksikliği ve hiperaktivite diye net bir tanı, bireysel sorun kategorisi vardır. Bunun yanında, yaramazlık, ele avuca sığmazlık, eylemsel işlerden başkasında rahat ve huzur bulmama gibi bir yaşam tarzı, tıpkı içedönüklük gibi normal olmalıdır. Yeni kapitalist çağ için makbul ve önerilir değil. Bu özellikler hakkında sosyolojik, uzun vadeli planlamasal düşünmek ve işi sadece psikolojiye ve sağaltıma yıkmamak gerekiyor. Belki Türkiye Türkleri melezlenmeyle ilginç bir ortalama bulmuş/kurmuştur; öteki Türklerle farklarına yönelmek de yarar getirebilir.

EŞDEĞER EVLİLİK

İnsan yaşamında flört/çıkma bir evlilik ve ciddi ilişki girişi, deneyi olarak ele alınır. Nişan ve söz gelenekleri bu deneylerin eski toplum karşılıkları sayılabilir.

Bir ilişkinin evlilik eşdeğeri olabilmesi için gerek koşullara odaklanalım. İlişkinin taraflardan birine veya her ikisine etki üretmesi, iz bırakması, ilişilmesi gerekli. Üzüntü, tartışma, geçimsizlik üretse de olur. Süre paylaşılacak, az çok anı paylaşılacak. Birlikte büyüdük derler ya, onun gibi. Aşklar süresinden bağımsız olarak evlilik eşdeğeri. Bir de eşdeğer evliliklerde cinsiyet ve cinsel yönelim farkı gözetmediğime dikkatinizi çekerim.

İlişkilerin gözlenebilir ve yasallaştırılmış hali evlilik. Burada devlet ve kurallar devreye giriyor. Bense ilişki gibi ilişkilerin duygusal olarak evlilik etkisi ürettiğindeyim. Bir de evliliğin cinsler/bireyler arasında bir devralma, devretme nöbetleşmesi dayattığında. Kişiler birbirine soğuk ve ilgisiz, resmi kaldığında, kötü veya iyi iz bırakmadığında ilişkileri evlilik sayılmaz. Resmen nikahlılarsa, çocukları bile olsa naylon evlilik, duygusal olarak eşleşilmemiş yalancı evlilik sayıyorum. Fiilen düzeltilmesi zorunlu olmayan bir hata, aile dostu niteliğinde bir yakınla evlenmektir. Bu arkadaşınla yatmaya benzer, hatta zaman zaman ensest çağrışımı verebilir.

Çocukluktan çıkışta, hatta daha çocuk beğenilerinde insan yavrusu kendini ilişkiler içinde görüp tanıyor, olgunlaştırıyor. Ergenlikte karşı cinsi tanımak için seri halde küçük flörtler ve duygusal deneyler yapma gözlenir. Genç enerjisi ve hızı içinde ergenler birbirini inanılmaz anlayışsız şekilde üzer, gömer, ama bir o kadar da hızlıca onarılır, doğrulup yola devam ederler. Çağını ve toplumunu tanımayla at başı giden süreçtir.

Bazılarımız, bazıları bu çocuk ergen dönemini büyümüş de küçülmüş, fazlaca olgun ve sorumlu, tekeşli, adeta evli gibi kalımlı ve sürekli flörtler halinde geçiriyor. Onların evlilikleri çocuk gelin ve çocuk damat olarak, aile gözetiminde, iki ayrı evden yaşayarak sürdürülüyor. Bu küçülmüş ilişkiler evlilik sayılmak için önemli ama zorunlu olmayanlara işaret ediyor: Evlilikte cinsel ilişki zorunlu değildir (vajinismus evlilikleri, cinselliği sakatlanmış veya hiç başlamamış evlilikler), evdeş olmak zorunlu değildir (gemici, tırcı evlilikleri), çocuk yapmak zorunlu değildir. Sorumluluk almak yeterlidir. Ayrıl birleş, darıl barış ilişkileri, araya başkalarıyla flörtler alınarak süren ilişkiler fırtınalı evlilik eşdeğeri sayılırlar.

Gelelim eşdeğer evlilik süresi hesaplarına. Tamamen basit ve keyfi bir hesaplama, fikir ve ilham vermeye yetiyor. Patenti benim ama kullanımı karşılıksız hepimizin. Belki 15 yaş öncesi flörtleri daha yüksek katsayılamak gerek, ama zararı yok, aynı kalsın. Kabaca ergenlik ve ilkgençlik dönemlerini iki kutuda alıyorum. Kolay hesap, 20 yaş öncesi flörtlerinin katsayısı 3; 20-25 yaş arasının katsayısı 2; 25 yaş sonrasının katsayısı 1. Yine de, ihtiyaten erkekler için gerçek evlenme sınır yaşını 30 saymak daha doğru olur. Günümüzün uzun eğitim süreleri ve geç olgunlaşması. Eskinin askerlik sonrası 21 yaş evlenmesinin eşiti şimdi 30 yaşına kadar beklemek.

Örnekleyelim: Bir genç çiftin flörtü 17 yaşında başlamış, üniversiteye taşmış, 24 yaşına kadar ulaşmışsa görünen ilişki-evlilik süreleri 7 yıl. Zaten uzun. Ama etki süresi fazla, etki başlangıcı erken; 3×3 9 yıl yirmi öncesinden, 2×4 8 yıl yirmi sonrasından, 17 yıllık evli sayılırlar. Kaç gerçek evlilik 17 yıl sürüyor? Başka bir çiftimiz daha da büyümüş de küçülmüş olsun, 20 yaşındalar ve 13 yaşından beri çıkıyorlar. 3×7 21 yıldır evliler! Kendi yaşlarından fazla. Herkes koşar oynarken evlilik sorumluluğu aldılar, hatta evlilik artı eğitim çift meslek yaşamı sürdürdüler. Hem saygı duyulası tutarlılık, hem yorucu iş, hem salaklık derecesinde saçmalık. Gençler, deli mi öptü sizi? Aynı süre birlikte olan mini çiftten küçük olanın evliliği büyüğünkinden daha uzun sürmüş çıkacaktır: Biri 20 diğeri 25 yaşında olan çift 5 yıl ilişkide kalsa, birinin 10 yıllık, birinin 5 yıllık evliliği birikir.

Herkes kendi erken ilişkilerinin aslında kaçar yıllık eşdeğer evliliğe denk geldiğine baksın.

Duygusal evliliklerimizin listesi ömür boyu tek yastıkta kocama hayalimizi baltalar. Yakıcı platonik aşkın, diğer kişinin ruhu duymadan seni görmüş geçirmiş dul yapabilir. Herkesin hesabı ayrı, tıpkıbasım yok. Evlilikler geçidi hayatın mevsimli, etaplı maraton oluşunu gözümüze sokar. Resmi olmasa da her ilişki önemlidir. Aradaki boşluklarla birlikte her dişil erilini başka dişilden alır, öteki bir dişile devreder. Her eril dişilini bir erilden devralır, bir başka erile bırakır, birbiri için istasyondurlar. İlişkimizi bütün bir ömür boyu sürdürdüysek eşimizi Azrail’in eşcinsimiz haline devrederiz. Hemen çocukluktan itibaren hep birlikteysek eşimizi eşcinsimiz olan ana veya babadan devralmışızdır, kaçış yok.

SORGU

1- Eğitim hayatından bahsedebilir misin?
2- Neden psikoloji?
3- Psikolog olarak mesleğinin kötü yanları neler?
4- Psikoloji olmasaydı neden, ne olmak isterdin?
5- Meslek hayatın boyunca yaşadığın ilginç bir durum varsa anlatabilir misin?

İlk çocukluğumdan beri doktor olmak istiyordum. Eğitim ve öğrenme benim için zevkti. Okulu, arkadaşı, öğretmeni çok severdim, öğretmenin göźlerinde yaşardım. Okullar tıkır tıkır geçti.

İstediğim gibi tıp fakültesine girdim. O da çok güzeldi. Hiç devamsızlık yapmazdım. Altı yılda bilemedin 15 gün gibi bir devamsızlık. Güle oynaya doktor olmak üzereydim ki, 6. sınıfın son 2 ayında ayağım suya erdi, kendi gerçeğimi fark ettim:
Tıbba düşman olmamakla birlikte, meğer ben tıp mıp istemiyormuşum. Tıp isteyişim anne babam beni çok ve garantili sevsin diyeymiş. Sosyal ve ailevi statü için. Kendime çok üzüldüm, şaşırdım. Artık doktor olmuştum, geri dönemezdim. Hekimlik bir meslek değil yaşam biçimi, vazgeçmek zordur. Vazgeçip ayrı kariyere yönelebilenler ayrıca kutlamasıdır.

Zor bir karar verdim. Madem doktorum, mantıklı ve bana göre bir parçasında olayım. Eski niyetim iç hastalıkları doktoru olmaktı, artık o geçersiz. Ben neyi seviyorum?

Birincisi kitap (roman) okumak, ikincisi başkalarının hayatına müdahele etmek, maydanoz olmak, akıl vermek. Bunları tıpta en iyi nerede yaparım? Psikiyatride. Böylece mantık evliliği ile dalımı seçtim. Başlayınca öteden beri onu istiyormuşum gibi psikiyatride mutlu oldum. Bedelini de ödedim; asistanlığımın başında depresyon yaşadım, ilaç aldım, terapi gördüm. Psikiyatri bana kendimi tanıma fırsatı verdi. Yavaş yavaş, yaşadıkça, gözlemledikçe.

Mesleğim beni röntgenci gibi yapıyor. Özel, gizli, mahrem alanları duyuyor görüyorum. Bunun zor tarafı insan eti ağırmış; çalışan fark etmese de yoruyor, iz bırakıyor. Hayati kararlara sorumluluk alarak katkı sunmak gerekiyor. Sır tutmak gerekiyor. Danışan veya hastalarla terapi dışında hiç bağ kurmamak, olanaklarından yararlanmamak, dostluk kurmamak gerekiyor. Bunu yıllar yılı disiplinle, dikkatle sürdürmek kolay değil. Buralarda sık veya seyrek hatalarımız olur, oluyor. Böyle yanlış ve kusurlu uygulamalarımız olursa kendine saklamak, itiraf etmeden kendi sırrını taşımak da zor oluyor.

Psikoloji/psikiyatri olmasaydı, eski niyetim iç hastalıkları uzmanlığıydı. Hekimliğin en derya deniz merkezi diye. Sonraları başka ilgilerimi keşfettim. Sanata yatkın taraflarım var: Edebiyat yapmak, yazı yazmak, şiir, sinema sanatı, fotoğrafçılık. Bunların hepsine az çok bulaştım ve edebiyatı çok sevdim. Bir sinema kitabı çevirdim ve yayınlandı, edebiyat kitabım çıkmak üzere, bir şive sözlüğü üstünde çalıştım ve ileride yayınlama niyetim var.
İlgi ve bilgilerimi bekletmeden Ekşi Sözlük yazarlığıyla insanlarla paylaşıyorum ayrıca.

Bunlardan başka mesleğimi yapamasam neyle zor zamanları atlatır, geçimimi sağlardım? Özel ders vererek para kazanabilirdim, bilme ve öğrenme sevgimden yararlanırdım. Çeviri yapmak da kısmen işe yarar, İngilizcem iyi. Başka yatkınlıklarımsa reklam etmek, allayıp pullayıp sunmak. Reklam sektörüne girsem metin yazarı olabilir, iyi sloganlar bulur, başarılı olurdum. Ayrıca emlakçı olsam iyi ev satışı veya kiralama başarısı gösterirdim. Eksantrik şeylere ilgim sayesinde belki başarılı falcı ve astrolog olabilirdim. Edebiyatı her zaman amatör olarak yapmayı yeğlermişim, edebiyat fakültesi okumak istemiyormuşum. Bunun yanında eğitim olarak antropoloji veya zooloji okuyabilirmişim.

Mesleğimde en aklımda kalan deneyimler arasında… Gıcık olduğum bir kadın hasta vardı. Niye böyle, anlamıyordum. Sonunda keşfettim: Büyük terapi grubunda eleştiri ve öfkelere hedef olan hasta bayan da benim gibi gösterişi, ilgi çekmeyi seviyor. Ben ona sinir olmuşum, zira ben bunu fark ettirmeden, münasibince yaptığımı sanıyorum. Kadının apaçık örtüsüz ilgi arayışı, kendisiyle birlikte beni de deşifre ediyor, “herkes bizi görecek” hissine neden oluyormuş. Acemilik dönemimde başka bir hastam ise ona yanlış davrandığımda birdenbire uçarak bana yumruk atmıştı. Gayet insancıl, yumuşak biri olduğumu düşündüğüm halde hala onun adını unutmuyorum. Demek ki kinciymişim de. Bir de, diğer bir hasta kesik cam parçasıyla nöbetçi hemşireyi rehin alıp, “Kaçış yolumu açın, yoksa ona zarar veririm,” demişti. Benim gece nöbetimde oluyor. Nöbetçi olan hemşire o kliniğin şef doktorunun sevgilisi olduğundan, herkes bunu bildiğinden, hiçbir kararsızlık çekmeksizin, derhal hastanın kaçmasına izin verdim ve yolunu açtım. Hemşirenin zarar görmemesi hayatiydi, yoksa şef doktor beni de kim olursa olsun onu da uçururdu. Geçmiş günler… Hala zaman zaman rüyalarımda akıl hastanesi, hatane çalışanlarını filan görürüm. Bir de tutuklu servisinde ağır bir suçtan gözlem altında olan bir hastam çarşaf parçasıyla karyolasında kendi boğazını sıkarak intihar etmişti. Onun üzüntüsünü unutamam.

METROMUNİS

METROMUNİS

Birbirimizi tutmamaya ellerimiz
Üç kollu metro göbeği merkezimiz

Tehlikeli ölçüde yakın kalabalık
Tek yol kulaklığa gömül gözler dışarıya

Eşitlendik ter kıyametinde
Gözler tek güç tek rütbe

Kitapçık peçe açılı filim tül
Dalgınlık söz kaçırılan göz nişan yerine

Nasıl korkuyor yakınlığı nice
Başka temel mi atıldı değişen zaman mı

…..

Metronun kalabalık soğukluğu beni etkiledi. Dikey tutunma kollarına üç bir yandan uzanan el çeşitlerini fotoğraflamak isterdim. Orada hiçbir desteğe tutunmaksızın kendi kendine ağlayan kıza, hiç olmazsa rahatça boşalsın diye yerini vermeye değer. Bu geçici sosyal mekanın ruhunu veren ve yaratanlar da var. Gösterişsizce gerçek, kendini tutamayan, bilmeden davetkar yitik biri. Ömür boyu değil, bir anlık yitiklikliğiyle seni beni kurtarıyor. Yaş damlaları beni ışınlayarak üzüntülerime, bırakılmışlıklarıma götürüp koyuyor. Sonunda ben de kurtulucam, o da kurtulacak. İnişinde kaşımı indirdim, görmemeye çalıştım. Ondan bir sonraki durakta inen aynısından yatay çizgili siyah beyaz etekten giymiş genç kız ikizi bir an içimi hüpletti. Bu kez kendisi mi ışınlandı buraya?

YEMEKLERİMİZ

BULGUR ÇILBIRI

Olasılıkla bütün Fethiye’de, Çukur Çeylen’de çılbıra tatar derler. Bizde çılbır diye sarmısaklı bulgur + domates +/- patates yemeğine diyorlar. Biz buna artık bulgur çılbırı diyelim. Altyapısında klasik soğan kavurma var. Sonra bulgura yaş domates veya domates kakı eklenip kavurmaya devam edilir. Yaş domateslide patates eklenmez, domates kurusuyla yapılıyorsa patates de eklenir. Biraz kavurduktan sonra bol suyla pişirmeye devam. Bu bulgur gibi suyunu çekecek bir yemek değildir. Sulu yemek olarak daha yakışır. Pişmesi biterken sarımsak dövülüp üstüne az suyla serpiştirilir ve bir kapak kapatılıp hemen yemeğin ateşi söndürülür. Bu tip yemeklerde dövülen sarımsağın kaynatılmaması, yemeğe sadece kokutulması ve koku korunumu için tencere kapağı kullanılması önemlidir. Fırsatı varsa sofraya servis edilirken sarı eğşi yani turunç ile ekşilendirilmesi keyfe keder seçimliktir.

SÜTLÜ KABAK

Benim yaz günü kabağından yapılmışını bildiğim ve ev ev kokan, çocukluk çağırıcı yemeklerdendir. Sütlü kabak, domatesli kabak kavurmasından farklı olarak tereyağı ile yapılır. Kavurarak yapılan kabak yemeği veya diyelim standart yaz kabak yemeği ise zeytinyağı ile yapılıyordu.

Yemeğin yağı soğanı kızartılır. Fazla konulursa kırmızı biber yemeğin tadını bozar, salça veya biber az, kararınca konulacak. Kavrulmuş soğanın üstüne kuşbaşı doğrayarak eklediğin kabağı da karıştıra karıştıra kavur bakalım. Su katmayın, kavrulurken bir süre sonra o kendi suyunu salacak. Beyaz kabak daha iyi seçimdir, siyah kabak / karakabak da olabilir. Kendisine benzetilen gülme tipindeki gibi fırk fırk kaynayacak. Süt ekleme zamanı kaynama kıvamını bulduğunda. Eklenecek sütün ölçüsü, haranıdaki (tencere)  veya dıyandaki (tava) kabağın üstünü örtecek kadardır. Yemeğin içindeki tuz sütü keser, kesik süt olur; o bakımdan süt eklendikten sonra yemek çok uzun kaynatılmayacak.

Piştikten sonra kimyon, karabiber, sevenine göre eklenebilir. Sıcak yenir. Yanına domates salatası veya çoban salatası yakışır. Turşu olabilir. İçine bütün acı yeşil biber de atılabilir. Öbür tip kabak yemeğine dövülen sarmısak buna dövülmez. Sarımsak kadar yasak değil ama sütlü kabağa domates ya katılmıyor, ya az katılıyor. Her iki kabak yemeği türünde bulgur (şehirdeki pirinç gibi) çok az, kaşığın ucu kadar anca konur. Ota bulgur sepelemiş kadar.

(KAVURMA) KABAK YEMEĞİ

Sütlü kabak yemeği Fethiye’de daha çok sağlık, yaşlılık, eskillik çağrıştırırken domatesli kavurma diye özetlenebilecek standart kabak yemeği yaz mevsimini, gençliği, pratikliği çağrıştırır. Hazırlanıp pişirilmesi gerçekten daha kolaydır. Adeta anlatımına bile gerek yoktur. Bu kabak yemeğine kabak çintmesi veya Seki’deki söylenişiyle kabak çentmesi adıyla ulaşabilirsiniz.

Sütlü kabaktan farkı, bu yemek zeytinyağı ile pişirilir. Yağ-soğan ağız tadına uyacak miktarda domatesle birlikte kavrulur. Daha doğrusu önce yağ soğan, sonra ölgünleşinceye, dağılıncaya kadar domates. Üstüne kuşbaşı doğranmış kabak eklenip hep birlikte kavurmaya devam. Çok yapılırsa sapsız haranıda, az yapıldıysa bakır kalaylı dıyanda, olmadı aluminyum tavada. Kuzine soba üstünde de yapılabilir ama klasik olarak yapım yeri ocaklık dediğimiz köy şöminesinde.

Sütlü kabağa göre daha mis olur. Anam o yemeği yapmasını iyi bilmekle birlikte sütlü kabağı sevmez, sarımsaklı kabak kavurması sever. O ne severse, nerdeyse silme tüm çocukları onu sever. Bu yemeğimizde sarmısak dövülüyor, yemeğin suyuna işlemesi için, dövülüp katıldıktan sonra 5 dakikayı aşmayan süre kaynatmaya devam edilecek. Bu itibarla bizim tipik sarımsaklı yemeklerimizden hafif bir farklılığı var. Olasılıkla öbür tip kabak yemeğinin sütünün eklendiği, kabağın kendi suyunu saldığı aşamada, bu türevde sarımsağa geçiliyor. Bu yemekte de yemeğe bütün yeşil biber / acı biber eklenebiliyor. Bizim ailede ortan(ca) erkek kardeşimin kızı aynı babaannesi gibi kabak yemeği halatası. Yani kabak yemeğine ölür geçer. Herkes bir yerinden birine çekecek tabii.

PIRANSA

Soru: Aç mısın?

Arnavut: Pırasa olsa yemem!

Fethiye civarında sesletimi pıransa diye eğilmiş, yamulmuş gibi görünen bir sözcüktür. Göller yöresinde genelde böyle söyleniyor galiba. Çocuk beşiğinde kullanılan bok güveçinin yerel adına yani silbiçe silbinç dendiği / denebildiği gibi.

Pırasa yemeği konusunda yayla taraf Fethiye’de hem çeşidimiz boldur (kabak yemekleri gibi) hem tadını iyi bulur, iyi getiririz. Esasen sıvı yağ kullanılan bütün yemeklerimiz zeytinyağlıdır. Bu yaygınlıkta zeytinyağı kullanılınca soğuk zeytinyağlı diye bir alışkanlığımız ve geleneğimiz yok.  Ayrıca pırasalı çökelekli saç böreğimiz gatmar (katmer) bulunmaz bir tattır, acayiptir. Ben yemekte ve börekte pırasanın gövde değil yaprak tarafını daha çok severim. Pırasa kültürüme İstanbul’da soğuk yemek olarak zeytinyağlı pırasa ekledi, değmeyin keyfime. Böreğimiz gatmarda pırasanın yanında çökeleğe yedirilmiş biraz fazlaca kırmızı biber olur. Böreği saçta kızartırken kullanılan yağı sade yağ (tereyağı) veya zeytinyağıdır.

PATLICAN

Patlıcanın Kürtçesi padılcanı reş/rej domatesinki ise padılcanı sor. Reş siyah; sor/sorik kırmızı demek oluyor. Fethiye dahil Akdeniz bölgesi ve olasılıkla Ege’de patlıcana badılcan derler: Afyon, Isparta, Burdur, Denizli, Aydın, İzmir, Eskişehir, Balıkesir, Sakarya, Zonguldak, Ankara, Konya, Mersin, Manisa kayıtlı olan yöreler. Daha da geniş yayılımlıymış, kayıtlı yerlerden fazlasında da kullanılıpdurudur. Balcan da oldukça geniş: Denizli, Gümüşhane, Bilecik, Ordu, Elazığ, Urfa, Antep, Maraş, Adana, Muğla, Aydın. Sözcüğün yakın etimolojisi Farsça badingan ve Arapça badincan bizdeki ismine yakın. Temeli Sanskritçe Vatingana sözcüğüymüş. Modern Hintçede brincal, Malaycada berincala. Batıdaki aubergine adı İspanyolca vasıtasıyla Arapça al barancan biçiminden alınmış. Aborijin yerlileri, onşarın burunları vesaire tarzında da köken tartışması var, ne yapalım.

Kitaptan değil bilgili abilerden aldığıma göre; patates, domates ve tütünün anavatanı Amerika ama patlıcanın anavatanı Hindistan. Aynı aileden bunlar, ama patlıcan Asyalı. Bir abimizin büyük ninesi domatese “frenk patlıcanı” dermiş. Yani patlıcan yerli, domates ona benziyor anlamında. Adlandırmalara bakınca Avrupa’ya patlıcan domatese göre daha geç ulaşmışa benziyor; emin değilim.

Bilmezdim, patlıcanın çeşitleri, türleri varmış. İstanbul bakımından neye denk geliyorsa, bir patlıcan manyağı olan annem Halep patlıcanı en iyisidir diyor. Özelliği iri değil ince yapılı bir tür olması. Ayrıca dolmalık, közlemelik patlıcan vardır diyor. Patlıcan yemeğini iki türlü yapıyor: a) Sarmısaklı domatesli patlıcan kavurması. Çoğu yaz yemeğiyle temelde aynı mantıkta pişirilir. b) Darı unuyla terbiyeli gene sarımsaklı ve nerdekli patlıcan yemeği. Birinde annem akşam terbiyeli patlıcan yapmış. Yetmemiş, sabahına kuşluk vakti gene terbiyeli patlıcan yapmış, hem de baştan, sıfırdan. İştahı öylesi yani.

***

Evde kalmaktan korkan kızlar için bir Hıdrellez adeti var:

Hiç açılmamış bir bağ göreği (ya da herhangi bir asma kilit) ediniyorsun. Kırmızı gül ağacı dibinde, hıdrellez akşamı (5 mayıs) kimseye görünmeden o göreği / kilidi anahtarıyla açıp, açık halde gülün dibinde bırakacakmışsın. Karanlıkta bunu yaptıktan sonra gene hızlıca ve arkana bakmadan evine dönecekmişsin.

Bitmedi. Eve geldiğinde bir patlıcan yemeği yapıp yiyecekmişsin. Patlıcan yemeğinin yarısını yiyip yarısını yemeyecekmişsin. Yanlış duymadıysam yemediğin yemeğin az bir bölümü beze veya kağıda sarılıp yastığının altına koyuyormuşsun. Niyetli olarak uykuya dalacakmışsın. Ve uykunda, rüyada evleneceğin oğlanı görme şansın varmış. Bu biraz İzmir Büyücüleri’nin Rum aşk büyülerini andırdı. Ama ben bile duyduğuma göre.. Akla gelip söze döküldüğüne göre artık aslı var.. Hem de psikanalitik / Freudiyen ve simgesel mi simgesel..

SARMISAKLI YUMURTA

Fethiye usulü bir ekşili sarımsaklı yumurta tarifi vardır.. Önden darı unuyla biraz tereyağını sahanda kavurursun. (Kendi almaşık Türkçemde kızartma ile kavurma birbirinin yerine geçebiliyor.) Üstüne usulüyle yumurta veya yumurtaları ekler kavurmayı sürdürürken yan tarafta dövecekle sarmısak döver, üstüne biraz su ile az miktar nerdek eklersin. Seyreltme yani curultma niyetine. Yumurta tam pişip indirilme kıvamına geldiğinde bu sarmısaklı nerdekli sosu yumurtanın üstüne boca edersin. Tercihan bir de üst alt yapıp aynı sostan öbür yüzünün de yararlanmasını sağlarsın. Yarı sulu, yarı kıvamlı sahanda çörek gibi olmuş olur. Siyah kahve ama. Sarmısaklı ekşi sos ekleme üstünden neredeyse sadece saniyeler geçmişken, alel acele yumurtayı ocaktan alırsın. Sarmısaklı soslar Fethiye/Akdeniz kültüründe eklendiği yemekle uzun süre pişirilip bozulmaz. Nefasetini en iyi, pişen pişmekte olan yemeğe katıldığında pişirmeyi anında kesmeyle korurlar. Sarmısaklı soslarda genel uygulama budur. Hatta gene geleneksel muamele, halleşsin diye sarmısak gezdirdikten sonra sahan veya tencerenin üstüne kendi veya başka uyan bir kapağı yarım kapatmaktır. Tam kapatmak haşlar, hiç kapatmamak sosun rayihasını uçurur.

ECİBİCİK

Yenebilir bir sulu toprak, bahçe otu. Acıbicik diyen yöreler var, diğer isimlerini de öğrenebilsem iyi olacak. Denizli Çal’da bici bicik. Ecibicik için Muğla merkez pazarında kadınlar kedi tırnağı diyorlarmış. Bence şüpheli, internetteki resimlerle hiç uymuyor. Yenebilir otlar içinde herkesin bilmediği bir tür gizli santrafor tadına sahiptir. Bir taneciktir! Bulgur, sarmısak ekşili, zeytinyağ veya sade yağla yapılan ot kavurması çok güzel olur. Tıbbi bir değeri, yararı, anlamı var mı bilmiyorum. Ebegümeci (ebömeç), kayazak ot yemekleri yanında halt etmiştir. Kayazakla birlikte ecibicik biraz daha sulak yerleri ve mevsimleri yeğler.

Yöre arkadaşımdan ebicibik ot yemeği tarifi:

Önce soğanlar küp küp, istenilen büyüklükte doğranır. Mümkünse bakır veya çelik bir tencereye, tabanını kaplamayacak kadar zeytinyağı konur. Doğranan soğanlar bu yağın içinde pembeleşinceye kadar kavrulur. Sonrasında bir yanda bekleyen ince kıyılmış ecibicikler tencereye eklenir. Bir iki tur soğan ile birlikte çevrilir. Kavrulan ecibiciğe bir çay bardağının üçte biri kadar bulgur (mümkünse kızıl bulgur) eklenir. Bir tur çevrilir, yani kavurarak pişirilir. Üzerine bir tutam tuz, bir tutam pul biber atılır. İki tane bütün kırmızı acı biber de eklenir ve bir tur daha karıştırılır. Bu kavrulmuş otun üzerine bir çay bardağından az su eklenir. Tencerenin altı kısılır ve kapağı kapatılır.

Bir yanda iki diş sarımsak tuzla havanda dövülür (havan yoksa rendelenebilir). Sarımsağın üzerine yarım çay bardağı nerdek (nar ekşisi) [elinizde varsa erik ekşisi daha iyi olur] eklenir ve bir kapta karıştırılır. Bu karışım pişen ecibicik üstüne sos niyetine gezdirilerek servis edilir. Yiyecek kişi damak zevkine göre bu karışımdan istediği kadarını ot yemeğine ekler. Afiyet olsun.

SIKMAÇ

Dont sıkmacı, Fethiye’nin Dont / Esenköy’ünde yapılan bir tatlı kırıntıdır. Erişte veya yufka ince ince kıyılıyor. Sonra pinçiklemeyle daha da ufalanıyor. Bir kenarda susam kavruluyor. Ceviz dövülüyor. Baharat olarak bahar, karanfil, tarçın atılıyor. Toz şeker ekleniyor. Badem biraz, ayrıca fındık da eklenebilir. Üstünde mısırözü yağı gezdiriliyor. Yağ hepsini birbirine emdiriyor, yaklaştırıyor, halleşiyorlar. Kavurma gibi bir işlem yok. Poşetlere doldurulup saklanıyor. Sonra çay yanında kırıntı olarak çok güzel yeniliyor. Esası nemlice bir yemelik, ama ben kuru kıtırtmak gibi oluşunu da sevdim. Poşetteki sıkmacı gören esmer, baharatlı hafif kaba şehriye zanneder.

SÜZÜL GÜZEL

Bak, ahlatlarda ova çiçekler
Bitmeyecek demez,
Başla diyor
Süz güzel yüzünü.

Çok alametler belirdi,
Borç alavere açmazları
Teslim et anahtarı
Yaltırık sökecek elifbayı.

Her şey girdaplanıyor
Dışında kalan yok, selden
Hep yedi kardeş, hep
Işıl ışıl Ülker

Göçenler esinlediler
Güdüm güç küçükten büyüğe
Elden ele gizem yollarına
Siyah kırmızı kanın diler
Öbek öbek itiraf lekeleri.

Yol, dışını özler
Ahır yabancısını
Duran olabilmez
Yalan tüm yasaklandı

Gepgece gelin çiçekleri, ani
Çakar gözün en dibine.
Arttı köpükler gizli kalmadı
En aşağı kucağında kutlunun
Utançlar ortaklaşa bilendi
Kapıda çocuk dedenin güdücüsü

Yaşayan gidene açıldım
Parmaklar yekün çeşme
Boğazı boynu düğmeyi
Gelmeyen gideni.
Estin gelin rüzgarı
Kapar harlı bakış,

Artık kin muhtaç, kesildi akıl
Kıyam kokuda, saldık cinleri
– Hergeç gelgitleri
Gözeten kaya ini nöbetliyor
Örtü uçuşuyor, peçe
Diren boşa ak dizem…

KEÇE TÜYOLARI

Keçenin yünü yapağısı taze, canlı hayvandan kırkılmış olmalıymış. İzmir Tire’de ailesi onun oğlu dahil edilirse 4 kuşaktır keçeci olan ünlü Arif Cön’den grup sohbetinde duyduğum. Ölü koyunun yapağısından keçe olamıyormuş. Hani koyun hasta olduğunda fırtınaya tutulmuş gibi kesecek kasap koşturulur ya, bir bakıma boşuna değil. Yününe vurgunsanız, koyun ölmeden kırktırmanız gerekirmiş. Ayrıca bir de insan kullanımındaki, yün döşekten keçe amacıyla çıkarılandan da keçe olmuyormuş. Usta, “İnsan kokusu değmemesi gerekir,” diye açıklıyor.

Keçe yıkanmaz sanmayın, yıkanabilir, diyor. Temizliğinde sorun olmazmış. Çoğu doğal ürün gibi ısı yalıtım özelliği iyiymiş. Kendisini sanatçılarla çalışmaya yatkın görüyor. Sanatın ölmemesi için çareyi hediyelik eşyalara yaygınlaştırmada, katma değere yönelmede buluyor. Keçeden battaniyemsi şeyler, çok minik aksesuarlar, klasik çoban kepeneği, sandalye altlıkları, fularlar, masa örtüleri yapmış. Keçeli ebruları çok güzel ve iddialı. Ebru sanatçılarının daha önce keçeyi hiç akıllarına getirmediğini ileri sürüyor. Basit ufak hediyelikler sanattan para kazanmayı sağlar. O da klasik keçeyi aradan sıyırmayı, yaşatmayı başarırmış. Melezlemeden beklediği bu. Sandalye keçesinin bile hediyeliklerden, hatta sanat eseri olanlardan daha emekli, daha zor, özgün olduğunu vurguluyor.

TRT’de mi ne belgeseli çekilen, hamam ortamı ve müthiş sesler, nefesler veren, göğüsle keçe yapımının Türkiye’de sadece Urfa ustalarınca bilinip uygulandığını, yaygın olmadığını, onların makina kullanmadığı zamanlarda (fabrikasyon keçe makinası keçeyi çoktan kaybolup gitmekten kurtarmış) tüm vücut ağırlığını kullanarak, öne dizlerini ve bacaklarını sürerek çalıştıklarını söylüyor.

[22 haziran 2014]

ZİRAİ MÜCADELE

ZİRAİ SOHBET

– Karıncaları ilaçlıyorum.

– İlaçlama, onlar bereket. Hatta zenginlik habercisi.

– Kenarda uslu uslu dursalar orayı karıncalara kiralayacağım. Nerede duracaklarını bilmiyor frensizler. Çingen gibi gavaracı onlar. Bir de geleni gideni belirsiz, sayısız. Sürekli misafir, ne idükleri anlaşılmıyor. Kuyruğundan bakamıyorsun. Belli ki karışıklıktan kirayı da zamanında yetiştiremezler, güvenim yok. Hele bazısı gemi azıya almış, kanat takmışlar. Öldürmenin imkanı yok. Islak kağıt havluyla süpürdüm.

– Kinlenmesene, paylaşmayı bil.

– Ne işi var tezgahta? Oradan da cama devam ediyor. Katar katar.

– 10. kata kadar yorulmuyorlar mı? Ben de onu düşünüyorum. Kaç günde gidip geliyorlar?

– He, abla. Onları geçtim, esas 23. katta bir ufak yağmurda su baskını yemeyi yediremiyorum. Nasıl oldu anlamadım.

– Tövbe edeceksin.

DAMAT GİYDİRME

Eski Eğin yeni Kemaliye’ye ait çok güzel bir düğün adeti, müzikli bir tören. İlk ve tek kez tanık olduğum bu töreni tam bir yabancı kültür gözlemcisi antropolog gibi, çağrışımlarla ve düşünerek, olasılıkla bazı şeyleri doğru yorumlayıp bazı şeylerde fena çuvallayarak yazıya döktüm. Peşinden youtube’dan bir damar giydirme videosu bulup izlenebilir umarım.

Damat topluluğun önüne bir sandalyeye oturtularak çıkıyor. Sanki ormanda tutulmuş vahşi hayvanmış gibi, sandalyeye bağlı. Solunda sağdıcı sandalyede. İkisinin arkalarında ayakta iki ardıç (artçı) genç erkek var. Bu damat giydirme topluca damat kaldırma, dikeltme gibi bir şey. Sosyal dayanışma ve imece anlayışı çok güzel törenleşmiş. Belki daha arkaik tarafları da var, çağrışımlamak ve tarihine bakmak gerek. Esasen erkekliğin korku dolu olmasına gönderme yapıyor sanki. Hani yiğitliğin onda biri hiç ortada görünmemek ya.. Sessiz bir tören değil; davul ve klarinet ortalığı sürekli coşturuyor. Ev içi olduğu halde bile.

Damat elbirlik giydiriliyor. Her bir parça giydiren damadın koynuna biraz değerli para, değerli taş neyin atıyor. Ben de giydirdim. Damatlık takım.öncrden hazırlanmış, çorabın tekini biri, gömleğin kolunu biri, ayakkabın tekini biri yerine oturtuyor gibi. Her biri ayrı kişi tarafından, para ekleme göreviyle birlikte, yavaş yavaş ve uzun uzun hem ağırbaşlı bir tören hem gülüşme içinde.. Benim izlediğimde davulcumuz amatör ama çok ustaydı. Çalanların da bahşişleri oluyor. Alınlara yapıştırılan paralar çalanlara.

Pantolon giydirmeyi anne yapıyor. O sırada damat, sağdıç, ardıç ve anneyi, izleyen topluluktan bir perde gererek ayırıyorlar. Pantolon giyildikten sonra damat ortaya tekrar çıkıyor. Tek tek her giyilecek nesneyi bir başka kişi üstleniyor. Giydirme bir şeref olduğundan karşılığında bahşiş gömlek düğmeleri arasından damadın koynuna bırakılıyor.

Normalde kız tarafı damat giydirmeye hiç katılmazmış, dün gece gelin, erkek kardeşi, onun arkadaşı filan vardı. Damat giydirme galiba düğün günü sabah yapılıyor esas. Eğin Damat Giydirme töreni denebilir. Bu toplantının birkaç tane kaçmaz havası, geleneksel ezgisi var. Biri Topal oyunu. Ötekiler dik hava veya ağır dedikleri. Bir de sağır oyunu/havası varmış.

SARMAYILAN

Sev Güzel sevmeyi umalım umarım,
Bir ben vardır başkadır ve aynı benzer olması mümkün.
Yolun dönüşümleri bunlar,
Yolcu, yorgun,
ve yorulmak geniş.

Kabul her koşul ve kendi koşullarım evet,
Kendi yolum kabul ve yol kesişimleri evet.
Yol ayrımları kabul.

Şefkate evet, acımayışımla birlikte.

O yaşamda olmak yaşatmak için.
İçim. İçimden.

SEZELER

Gece denizlerinde gezdim de topladım,
İnsan bataklıklarında, yazar bilmecelerinde.

Acılar karanlıkta saldırır,
Köşeye sıkışan her çaresizliği dener.
Saklıyı öpüp dudağına konayım.
Kara- konacağına dedi- konsun.
Geceler gariplerin..

Yüzünü öptüm akağına kondum,
Yarın örümcek ağına tutuldum,
Batak çiçeği öldüm koktum gittim
Dudak içiyorum kuru gıyabında.

2014 ASKER NOSTALJİSİ

Behey gafiller Mehmet, İlhan, Teoman 1998 FİFA Dünya Kupası’nın üstünden 4×4 16 yıl geçmiş. Demek oluyor ki, o yılkiyle birlikte taze uzmanlıktan sonra 5. Dünya Kupasını göreceğiz. O zaman Samsun’da acemi askerdik. Yarı ayık yarı sarhoş, aradan dereden kupa maçlarını izleyebilmiştik. Ben maçların birinde hafta sonu izninde konuk olduğum evde aşırı içmekten gündüz maçında uyuyakalmıştım. Akşam dönüşte ballandıra ballandıra anlatınca dışarıdan kaçak içki getirip ikinci kez sarhoş çilingir masasına oturmuştuk. ’98 kupası sırasında 2021 felaketleri kadar olmasa da peş peşe afet haberi geldi: Seller, depremler oldu. Ertesi yıl yaşayacağımız 1999 17 Ağustos Gölcük Depremi’nden haberimiz hayalimiz yoktu.

Eskiden de iyi dost ve arkadaş olmasak acaba Samsun askerliği ve kupa bizi sarıp sarmalar, yaklaştırır mıydı? Örneğin Cengiz ile iyi kaynaştık, artık görüşürüz sanıyordum. Bir o kadar da Salih benim için. Onların birini hiç, birini pek az gördüm sonra. Pek gözümü doldurmayan Fahrittin sonraları çok can arkadaşım ve arabesk danışmanım olacaktı (Selma İstanbullu – Sevme Dediler Sevdim). Hala görüşürüz. Mekanikten, onarımdan anlar, kendine çok güvenlidir. Bir başka asker arkadaşım Uğur ile aynı koğuştan aynı Van’a gönderildik de, Van’da Uğur’la değil sonradan sıkı dost ve atışma rakibi olacağımız, Samsun’dan tanımadığım çengel parmak Bülent ile ev tutacaktım. Birlikte bunalımlı ve anlamsız, Dilce dediğimiz, bugün olsa Sözce diyeceğim çağrışım şiirleri yazdık, sonra tutup bunları gene birlikte Türkçeye çevirdik. 262. dönem oluyorduk. Samsun’dayken bizim Mehmet aşırı coşkudan İtalyan çukurunda topuğu kırıp eline almıştı. İlhan sarhoşluktan gündüzleri bile parlayan fener gibiydi. Askeri fırın lahmacunları Divan Pastanesi yanılsaması yaratıyordu.

Anmadan geçemeyeceğim, İlhan Şırnak’ı çekmiş, Şırnak Van arası bazen haberleşiyoruz. Ona Şırnak’tan arkadaşım Orhan’ı ayarlamışım; görücü usulü dost olmuşlar. O sıralarda kardeşim Özcan Van’da yanımda, elektrik stajı yapıyor, göbeği oralara atılmış. Telefonla İlhan beni arıyor, cebimi Özcan açınca İlhan direk muhabbete girmek istiyor. Özcan sesi bana benziyor diye kendini tanıtıyor. “Abi, ben Özcan, kardeşi.” İlhan inanmıyor; duyduğu sesin benim olduğuna emin. “Hassiktir lan, sığır!” Aramızdaki muhabbetin dozunu Özcan anlama fırsatı buluyor.

Gelelim, Bülent’le başlıca ortak ürünümüz şiirlere.. Hepsi Bülent Akçe – Mehmet İbiş ortak ürünü ve 6 Şubat 1999 tarihli. Dilcemizin içeriklerinde Bülent daha etkin, Türkçelerinde ben daha etkindim denilebilir, %51 kadarlık farklarla. Orada artık usta askeriz, birlikte ev tutmuşuz, benim ayrıca askere paralel yürüyen muayenehanem var. Bu şiirlere Van Şiirleri üst başlığını verebilirim.

FARUK’EM

Heva zaney cimcinir
Akuista felden incinir
Tardı fare, yandan dolav
Yafut zibar, öle- din cinir

FARUK’A

Yoldaş sevincin aşınır
Ustacığın yüreğinden ölür
Kapa gözlerini, olacağa ne fayda
Kır kavalını yat, kadrini kim bilir?

***

Katerilla cilinde fijin
Ohsema kulun moydarbe
Felahsız tiz -ve markiz
bi-janda
Sunusunda afroditerya

Asalet var tavrında bakışında
Gökyüzü bile aşığına saldırır
Kurtuluş yok, zor ama güzel
aşkının dehlizinden
Caziben hayalleri ayaklandırır

***

Şavya!
Ereste patnos dire
Kındım kınına
Tuşta falar terde.
Cinanı altabe usta
Oyduma pişek
———–rumsuz piesta.

O ışığın var ya
Everest’te bile çıktı önüme
Ateşinle kavruldum
Ne kaldı benden geriye.
Ölmüşsem de yazıtım sen oldun
Dipten dibe sürerim
——– ansızın çiçekleniveririm.

***

[18 Haziran 2014]

KOYUN YAZAR

Gece uçaktan inişte servis otobüslerine bineceğiz, iki tanesi birden önümüze kaykıldı. İçeri geçtik, bekliyoruz, biraz uzuyor otobüslerin dolması, doldurulması. Nasıl ve neden olduysa birden kendimi ağıla kapatılmaya çalışılan koyunlardan biri hissettim. Bazıları duraksıyor, hangi otobüse bineceğini bilmiyor. Arada daha hızlı ve güvenli giden diğerleri koyun değil de sürü köpeği veya yardımcı sığırtmaçmış, “Haydi içeri!” diye bağıracaklarmış gibi geliyor. Biz içeride kuzu kuzu bekliyoruz.

İnsanlar azalmaya, seyremeye başladı. O haldeyken biri içeriye göz atıyor. Ben zaten kapının dibinde engel gibi duranlardan biriyim. Ben içeride adam dışarıda olduğu şekilyle adamcık dile geldi, “Herkes girecek bir yer buldu, bir ben açıkta kaldım galiba..” Ben yerini, sırasını koruyan, kıskanan koyun gibi mi baktıydım? Neden açıklama yaptı, neden görevliye değil içerideki birine açılıyor? Aslında yere bakarken, alakasız gibi dururken gitgide hırslanıyordum galiba. Bekletilmeye karşı ama her yöne yayılabilecek bir hırs. Az daha, çekil gözümün önünden, gitmek istiyorum. Mee! diyecektim kesin. Adamcık bende bir koyunun enerjisini, halesinin görmüştü.

Aklıma o zaman yazar koyun geldi. Hemen yol ağıl arkadaşım Sevcan’a yetiştirdim. Yazar koyun gazeteciye röportaj veriyor. Gazeteci kitabı eviriyor, çeviriyor; evet şüphe yok, dolayısıyla eleştiriyi patlatıyor: “Koyun bey, siz burada baştan sona sadece ‘Mee’ yazmışsınız?” Bilge Koyun Yazar hem istifini bozmuyor, hem kendini ifade etme fırsatı bulmuş: “Ben sadece gerçekleri yazdım!..”

Öyleyse,
Derin devlet ve büyükler her şeyi halleder; büyütmemek, melemek lazım.

[16 haziran 2014]

İLK EVLİLİK

Birinci evlilik.

İlk evliliğimi bir yaşlı kadınla yapmıştım. Gürcü değil, görücü usulü. İkimizin sosyal çevreleri ayarlamıştı. O bana, ben ona bakacaktık. Mantık evlenmesi, görev buluşması gibi. Yetki ve sınırlarımız büyük ölçüde belirlenmişti. Başbaşa ve tamamen boş da bırakılmıyorduk. Hep öyle olmaz mı? Toplum karışır, aileler karışır. Paşa karısıydı, doğrusu paşa dulu; aramızda büyük yaş farkı vardı öncelikle.

Ben deli tay veya danaydım. Aramızda seks yoktu, ama bunun evlilik şartı olmadığını anladım zamanla. O sırada da seks gereksizdi, kafama takmıyordum. Gene geleneğe uyarak belki, kısa süre içinde mutluluğu dışarıda, okul arkadaşlarımda ve ilk aşkımda aramaya başladım. Aşk dersem yanılınmasın. Zamanı gelmiş gönül seviyor, ama daha sevilme iznim yok kendime. Zorunlu tek taraflı, platonik aşk. Olsun o da yanmayı öğretiyor. Arkadaş tipi aldatma daha açıklama istemeyen, anlaşılır kaçak güreşme. Zillas diyeyim, karım ağırbaşlı, haklı kadını oynuyordu. Her zaman evinde, hep hazır, affedici ama keskin gözlü. Oturduğu yerden her şeyi biliyor, sorguluyordu. Dolayısıyla benim kaçak güreşim sonuç vermedi, o beni mindere daha çok çekti. Çok kavgalarımız oldu. Kavgalaşmak sevgiyi eksiltmiyor, çoğaltıyormuş. Didişme görünen, iki insanı birbirine sıvama eylemiymiş. Veya çamur karma diyelim..

Sonraları öğrendim ki benimle çatır çatır kavga eden eşim (söylem, sıfatlar şimdi yerli yerine oturduğu halde, hala kulağımı tırmalıyor. Sanki adını koymadan o’ymuşuz, eşmişiz); eşim işte, başkalarının bana söz söylemesine, kınamasına izin vermezmiş.

Güzelim benim. İnsan nasıl bilmeden geçiyor dehlizlerden, karanlık sanarak aydınlıklardan.. İlla kaybetmek gerekiyor. Görmek anlamak için dışına çıkmak veya atılmak, aralaşmak gerekiyor. Evlilikte, ilişkide mutlak uyum koşulu da yokmuş. Birbirinin bir ucundan tutmak.. Sevişmemiz yoktu; seks ayıp gibi geliyordu bana. Sadece rüya ve fantezilerde yer vardı, ev içinde olmazdı. Dolayısıyla çocuğumuz olmadı. O yaşta onun çocuğu olmazdı. Belki ayrılığı kolaylaştırdı bu. Gene şöyle kolaçan edince, ilişki(miz) için çocuğun da zorunlu olmadığını görüyorum. Şimdiye değin kaçlarca kişiye, “evlenmenin tek meşru gerekçesi çocuktur” yollu hikmetler savurdum. İnsan hali kör dürbünlük canım!

Utanmadan, dışarıdaki günlük hayatımı ve maceralarımı anlatırdım ona. Yaptığım, “Sen beğenmezsen beğenma, beğenenler var beni,” demeye gelirdi. O öykülerime katlanırdı. Hatta yüzünde acı ifadesi yoktu. Gerçi öyleymiş, kendini teyzem, büyüğüm sayıyordu. Bu onun korunma zırhıydı. Benliğini, duygusal çıkarlarını öyle koruyormuş. Benim ne arkadaşlarıma ne sevdiğime karşı altta kalmamı istemezdi. Önceki evliliğinden olan çocuklarını ve torunlarını bir güzel yönetir, yeri gelince olanağını ve parasını bana savaklardı. Kendisi de kimsenin iyiliği altında kalmaz, kalmak istemezdi. Gururlu kadın, kendisi paşa. O sıralar dikkatimi çekmiş, ayrılışımızdan sonra onu aileme çevreme savunurcasına hala görüştüğümüzü, onun yiyici değil tutan koruyan bir kadın olduğunu söylemiştim.

Biz ayrıldıktan sonra ak tenli güzelim bir yıl yaşayıp dünyadan göçtü. Bir ayrılma tazminatı bile vermeyen ben yalnızca ona Bugünün Saraylısı gibi ziyaretlerle hak ödemeye çalıştım. Bir de yalnızlığında televizyonla oyalansın diye bir antencik alıvermeyi başardım. Saçını süpürge eden o kadın, aslında kalp hastalığında yanında nefes olsun diye everilmiş sayılırdı. O buzağı bakmayı ciddiye aldı, kendini yordu, açıkcası harcadı. Beni yüce paşasıyla yarıştırmadı, onu sözlerinden bütünüyle de eksiltmedi, doğaldı.

İlk yılımızda pek utangaç ve yabani bir şeydim. Doyuncaya kadar yemez, bu kadarı yeter dış kanaatiyle sofradan kalkardım. Belki sıcak ev havasıyla birlikte kavgalarımız da maça, eve, sofraya ısıttı. İştahımı asıl ikinci yıl gösterdim. Her gün Türk mutfağının ayrı bir güzelliği, bir de günlük ev el tatlıları hazırlıyordu. Koca yıl süren bir yeme festivali. Silip süpürücü koca. Öte yandan, bu perdeleri her akşam kapatmasak ne olur? Evde ben varım, gece kapı kilitlemek şart mı? O öyle mi olur, hiç mantıklı mı? Ben de onu çıldırtıyormuşum. Zira hiç yaşam deneyimim olmadığı halde her boku ben biliyorum özgüvenim tastamam. Bu uçlara karşılık, eve gelen hediye çikolatalardan konuk gideceğimiz evlere büyük maharetle toplama çikolata kapları yapar paketlerdik ya, ciddiyetle takım çalışması bu kadar olurdu. Ambalajlama ve fiyonkları ile. Ben bir tür üvey koca, iç güveysi bir besleme olduğum halde her yerde bayrağımı taşıdı, karşısında dimdik tuttu oturttu. Kendi isteyeceği gibi yarattı. Tam bir komutandı. Öz oğulları bile bir yerde mahremimizin dışındaydı, karıştırmaz.


Öbür, benim emeksiz, bende emeği büyük teyzem, teyzelik hukukunu dama attım sanarak ilişkimize çok karşı çıkmıştı. Ama yıldırımcasına, her şey birden olup bitti. Sarsıcı gelişmelerde teyzemin kırılmasına kulak asamadım. Zamanla, evlilikler gelip geçici diye görüp umarak, teyzem teyzelik belgesini sağlama aldı. En iyi arkadaşının öteki arkadaşlarını kıskanan çocuklar gibiydi. Allah için ben de Don Juan gibi ha bire yeni teyzeler buldum. Ömrümü bir teyzeler veya yarı-anneler galerisi haline getirdim. Yaşam ekonomisinde, büyük nehirde herşey herşeyle dip dibe olup akabiliyor.

Bunların olup bitişine annem ne gözle bakıyordu? Ya kendine, karadelik çekimine güveniyordu, büyütüp saldığı malını tanıyordu. Ya da zamanında yanlış bir adım atmıştı ve sonuçlarına katlanıyordu. Durumu biraz ikinci resmi eşime benziyormuş. Dış ayaklı, dışarlıklı bir adam/çocuk olduğumu anlamıştı. Anlamıştı ipimi hafif gevşek tutmazsa, kendimle ilişkimin bile yıkıcı patlayıcı olabileceğini. Usul yaklaşmak gerektiğini, hırsımı, yerine göre yapıcı olabilen şiddetimi.

Zillas’la evliliğimi ne zaman yerli yerine koydum? O bir acayip. Bunun bir ilk evlilik olduğunu anlayışım, 23-24 yıl sonra ikinci resmi evliliğim sırasında. Çocuğum var, ama ben yeni ayacağım. Bir pazar sabahı zınk, bir aydınlanmayla uyandım. Şimşek gibi yataktan salon masasına geçip, deneyimimi ve keşfimi yazıya döktüm. Daha çocukluktan beri evlilik karşıtıydım. Halaoğlumla ahbap çavuşlar olarak “Biz evlenmiyeceğiz, eğer evlenirsek birbirimizle evlenicez,” diye bilgiçlenirmişiz. Ergenliğim yalnızlıkla erişkinliğim evlilik düşmanlığıyla geçiyordu. En en olsa, birlikte yaşamaya evet diyebilirdim. Yetmedi, çocuk da sevmiyor, yaşamıma çocuk istemiyordum, güya. Bilincim böyle yapılanınca ilk resmi evliliğe aşk nedeniyle ve adeta onun imzalı-birlikte-yaşama-deneyi olması sözüne güvenerek evlenebildim. Bu sırada hem karşı hem evlilik korkağıyken evliliği Zillas’tan yıllar önce öğrendiğimi nerden bileyim? Bütün temel formatım atılmış, gayet de iyi biliyor ve hevesle yeniden yaşamayı bekliyormuşum. Bunları da bilemezdim. İnsan kendinden kaçıyor. Kendini kandırıyor. Kendini bilmek, bulmak zaman alıyor. Her şeyi bildiğimin farkına varmak için yirmi yıldan uzun gezinmişim. Anladığımda büyük aşkımla denediğim evlilik bitmiş, ikinci resmi evliliğe de yine yapmayalım, ne olur etmeyelim, bizden kasaba olmaz, keşke çocuğu aldırsak, neyse olmadı çocuk doğduktan sonra geçinemez ayrılırız, kesin olumsuz duygularıyla, savunmayla girmiştim. Ruhsallık teorisindeki ilk aşkımızın aile içinden karşı cins olmasını benim başıma gelen öykü doğruluyor. Zillas’ın eşliğini unutan ben annemle romansımı olduğu gibi mi anımsarım? Yaşananı örter veya unuturuz, sonra bir şeyler onu geri çağırır, şansımız varsa anlarız, itiraf etme fırsatı buluruz, yüzleşiriz. Yaşam aynı zamanda bir geriyi süpürme, geriyle yüzleşme sanatıdır da. Bitmeyen zengin anılar, anımsamakta bile güçlük çektiğimiz ilk yıllardan.

***

Suçlunun olay yerine geri dönmesi tipindeki deneyimim, ilk resmi evlilikten sonra seyrelen ve kısa tuttuğum eski evi görme ziyaretlerimdi. Aniden direksiyonu kırarım, Talimhane’de eski evimizin sokağına, önüne kadar giderdim. Artık tanımadık başka insanların yaşadığı eve biraz bakıp dönüyordum. Yarı kırsal, eşek tavuk sesi duyulabilecek yerdir. Sanki hipnotizeyim. Ne yaptığımı, ne zaman kalkıp gideceğimi uğrak öncesi ve sonrası kimse bilmiyor. Bir tür, sinemada araya parça atılması gibiydi. Kadını öldürmesem de o evliliği öldüren bendim. Ev büyük bir emeğin eseriydi, bahçe katı, bukle halılı, bol boğaz esintili. Çaresiz kalıp, çaresizim sanıp işlediğim o suç, beni kaybedilen mutluluk projesinin simgesi ev ve mahalleye çekiyordu. Katil bendim, el mecbur.

ZAMAN YANİ ŞİMDİ

[Bu yazı-araşmayı İncim’e adıyorum.]

O anda ve burada…

Geleceği şimdinin içinde kurduğun gibi, bir de gelecekte olmasını arzuladığını ve dahi korktuğunu şimdi olmuş kılarsın. Hissetmek ve zannetmek her şeydir. Bana göre düş, gördüğünü anımsadığın için olmaktan çok içinde(yken) hissettiğin için gerçektir. Korku, bunaltı da. Er geç gerçekleşme eğiliminde ve birbirine dönüşür olduklarından arzu ile korku hemen hemen aynı etkiye sahiptir, zıt ikizdir. Zannederek zaten olmuş kıldığının, daha bir sahicisinin yarın bir gün olacağından şimdi, şimdide korkarsın.

Ruh hastasının açmazı burada. Yaşamında olmasın dediği olmuştur, kendi tarafından oldurulurken olmaktadır. Bir yerde o en istemediğine hizmet etmektedir. Hasta, hem de onu atlatıyor, ruh durumu geçiriyor. Korku koridorundan geçiyor olduğuna ve henüz yaşıyor olduğuna göre güçlü. Ölünceye kadar güçlü, arta kalan kadar güçlü. Yorgun ve güçlü. Çile, pişmanlık, sürünme henüz her şeyin bitmediği durumlar oldukları için sahibini aynı anda güçlü kılarlar.

Düş ile yaşam birbirinin aynası ve biri ötekini anlamak için var. Düşüne gerçek diyorsan yaşamın da gerçektir, eş ölçüde gerçektir. Düşüne ben onu yaşamadım, sadece görüntü ve yalandır diyorsan, bu sefer yaşamının geçmişte dünde kalan bölümü sadece görsel/anısal ve ulaşılmaz olduğundan yalandır. Yaşamın gerçek olduğuna dair en önemli veri Şimdidir. Gelecek zaman da geçmiş zaman da şimdide yuvalanır, temsillenir, şimdide odaklanır. Şimdi ise uçuşkan ve kaçıcı olduğundan, onu isteyen gerçek isteyen yalan diye adlandırabilir. Düş aynı dün gibi hem vardır (var gibidir), hem de ulaşılmazdır, yoktur (yok gibidir). Dün(ler) gerçekse düş(ler) de gerçektir, düşler gerçek değilse dünler de yaşanmamıştır.

Biriktirmeye karşı en önemli itiraz ve boşa çıkarma buradan geliyor. Biriktirdiğinin sadece şimdide-var-olan ve şimdi-yarayan kısmı gerçektir. Ötekileri, işletilmeyen artakalanı anı veya plan tortusudur. Akıl dahi öyle. Dün yoktu, bugün var, yarın bir bunamayla gene uçar. Akıl da düş gibidir. Şimdiki aklım olsaydı sözü en sıkı gösterge: Şimdiki aklım olsaydı değil sadece şimdiki aklım vardır. Aklın gitmesinden korkmak onu, seni şimdide aklı gitmiş ve cehennemin dibine girmiş yapar zaten. Aklın gelmesinden korkuşun da uyanış sancısını başlattığı gibi.

Jean-Paul Sartre Varlık ve Hiçlik’te insan varoluşunu “kendinde varlık” değil, “kendi için varlık” diye niteler. Bunun mantıksal uzantısını çıkarır: İnsan ne ise o olmayan, ne değilse o olacak olandır. İnsan bir yerde, huzur arayan ve huzuru sabitlikte arayan bir hayvan. Yalnız sabitlik istediğinde konuyu götünden anlamış oluyor. Çünkü akış yasası gereği ne yaşıyor ve hissediyorsak o geçmek geçilmek üzere var, aşılmak üzere yaşanıyor. Ve evren aşağı yukarı yani olasılıkla kalımlı (stabil) olduğundan, o akışın her an bir üst düzeye, bir daha mutluya, bir daha iyiye doğru olmasını garantileyemeyiz. Yine de nihai bir zorunlu iyileşme ve ilerlemeden söz ediliyor, bilemem. Sürekli iyilik ve karlılığı kim kaybetmiş, biz buluyoruz? Arzumuz bu garantili ve bedava mutluluk sanırken olmakta veya olmuş olanın değişik donlarda (görüntülerde) arzumuzun bedenlenmesi, gerçekleşmesi olmadığını, yani her sonra yaşadığımızın ısmarlamamız ve kabulümüz olmadığını nerden biliyoruz? “Şifreli iyi?” (Benimle arzum arasındaki ilişki “Ne istersem olmaz” mı, “Ne istersem olur” mu? Veya ne istemesem olur? İstememek, hele delice korkmak bir isteme ve rıza formu değil mi?)

Yaşamın sonunda net olarak yok olacağına inanıyorsan, her yapıntın o sonu ertelemeden, saçmadan başka şey değil. Saçmayı durum değil, sen kurarsın. Enerjinin ve ruhunun dönerek korunumuna inanıyorsan her yapıntın macera ve iyinin, kalıcının çeşitlemesi olur. İnanışına ve mikroevrenini kuruş tarzına göre. Bu ana kümeye diğer canlı ve cansız kardeşlerini, muhataplarını katış tarzına göre.

Sor kendine, yaşayan ölü müsün, yaşadıktan sonra ölecek canlı mı? Canlıysan tüm-zamanda canlısındır. Ölüysen ölülüğü canlandırıyorsundur. Burada soruları yaşam/evren sorar. Savcı sorgucuymuş gibi soruyu hep ötekilere yöneltip duruşun, adeta üstüne alınmayışın karmanın, evren döngülerinin gözünden kaçmaz sevgili salağım. Başkasını anlama, kendini ve her şeyi anla. Bu bağlamda Sartre, “ölmek yaşamımızın bizsiz devam etmesidir,” buyurur, dikkate şayandır. Yerine göre seni/beni ölmek de kurtarmaz.

Batı düşünüşü zamanın yapısını sezer, onu kabul edemez. Zaman Makinesi kitabının Batıdan çıkması zorunluydu. Batı zamanı biriktirmenin olanaklılığını deli gibi isterdi. Doğu düşünüşü akışı/zamanı sezer, buna karşılık kendini edilginliğe kaptırır. Doğu da zamanı biriktirmenin tümden olanaksız olmasını isterdi. Ana vücudundan ve koynundan hiç çıkmamayı yeğleyeceği gibi. Batının çocuğu memeye ve dölyatağına dönmeyi özler; Doğunun çocuğu ana içindedir, artık çıkmayı özler veya alternatif, memeden ayrılmamayı diler. Ve her iki ana izlek dünyası da aynı bugünü, çağı, göğü paylaşır -farklı parçalarından tutarak. Ne garip değil mi? Doğu ve Batı yarılar hem etkileşmek zorundalar hem kendi olmak ve kalmak zorundalar. Belki ağır işleyen çark (darma çakra) etkisiyle külah ve kutup değiştirdiklerini, genellememizin tersinin geçerli olduğunu bir başka şimdi gösterecek. Bu, aklımıza gelişiyle bile kısmen gerçekleşmeye başladı. Herakleitos acımadan her şeyi zıddına, değiline doğru sürüyor, zorluyor.

İnsan zihni, ve pratik somut dünyası aslında Tarkovski’nin lanetli gezegeni Solaris gibi. İnsan ne hayal ediyorsa o gerçek oluyor. Eskiden psikiyatri tanımları arasında sanrıların olanaksız kategorisi (gayrimümkün gayri varit: olamaz olmamış) vardı. Şimdi anlaşılıyor ki sanrılardan, hayal edilenlerden henüz olmamış olanlar var, ama olanaksız diye kesin sınır yok. Eski akıl hastalarının sanrıları artık gerçek, var.. Görüntü nakli, düşünce kontrolü, kendi bedeninin içine mikro nesnenin, düşmanın girebilirliği, herkesin yerine sahtesinin konup, ömür boyu sürekli kandırılıyor olmak… İyi veya kötü aklımıza ne geldiyse, olmamış şeye bile isim vermiş olsak, er geç gerçekleşti. Ve devamı da yolda. O bakımdan sadece konuşurken ağzını topla değil, düşünürken zihnini de topla! Zihnin çöp üretince yaşamın da çöp üretir.

Düşündüğüm silsileyi ve yazısını uyaran Eckhart Tolle’nin yabancısı olmadığım sözleri oldu. “Zaman hiç de değerli bir şey değildir, çünkü o bir yanılsamadır. Sizin değerli olarak algıladığınız şey zaman değil, zamanın dışındaki tek noktadır: Şimdi.” (Ben bu şimdi’ye eşanlamlı olarak an’ı da kullanıyorum.)

Ezoterik-meditatif bilgiler ve aydınlanma son tahlilde kendini kasmayı azaltıcı ve gönlü açıcıdır. Dünya ve yaşamın gizemini artırır, renklendirir. Arzu-istek-tutku sıfırlanır mı, dönüşür mü bilmiyorum. Biz ara duraktan binme yolcuyuz, tümünü bilmeyiz. En basit Anadolu meditasyonu veya meditatif uğraşı olarak tespih çekmeyi örnek verebilirim. Gençlere ve çağdaşa dönük hazır meditatif kalıp ise hız yapmak, hızın dikkati sırasında kendini ve beynini unutmak. Danslardaki, kafa sallamalı ritüellerdeki arınma ve aşkınlık..

Keza panik atak (hastalığı), ruhsal bunalım üstünden gelişmeye tipik örnek olan bir aydınlanma türüdür. Panik, güvenli evrenimizde perdenin birden yırtılıp arasından boşluğun, hiçin, uzayın (bize karanlık ve soğuk gelen imgesinin) görülmesidir. İnsan bunu alelacele onarmaya çalışır. Oysa bu bilgiyle yaşamaya, hiçliği tanımaya ve incelemeye değer. Bu hiçle ilgilenen kitaplar arasında Usta ile Margarita, Parfümün Dansı, Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı, Carlos Castaneda grubu kitaplar (ilk üçü: Don Juan’ın Öğretileri, Bir Başka Gerçeklik, İxtlan Yolculuğu) benim fark edip değer verdiklerim arasında. Hem aşkınlık ve hediyesi yatışma olarak, hem delirme/delilik olarak şimdi-yaşamına odaklanma çingene sinemasının dahisi Tony Gatlif’te de var. Burada sinemaya girmek değil, girmemek gerek: sinemanın an ustalığı ve ana girememesi çok ayrı ve zorlayıcı başlık.

Yanlış olmasın, bu tip açılma, yaşarlık illa kitap istemez. Hatta biz kitapları genellikle kendimizi böyle açılmalardan, deneyimlerden kaçmaya, güvenli duruşumuzu süslemeye (oturduğum yerden ne eksantrik ve riskli şeylerle dans ediyorum, demeye) kullanırız. Bu halimizle pek komiğizdir. Her hepimiz. Belki acı çekişlerimiz de komiktir (ve özden yalan ve aldanıştır). Ama bu söylem pek kibar yaklaşım olmadığından uluorta söylenmemeli, daha çok özeleştiri cümlelerine saklanmalıdır.

Ve lanetlenme dünden kaldıysa bile lanet her zaman bugündür, sürendir ve yeniden kurulandır.

“Şimdiki geçmiş zaman” ama bir de, “her zamana karşı, hepzaman..”

O YÜZDEN

En kısa sevişeceğiz
Zamanda sevişeceğiz
Her zaman zaman

– Her zaman,
— Hep-zaman.
— Ney zaman..
Yanıt sormak yok.
Soru işareti değil, çift nokta.

[28 nisan 2015]

ÇİNİLİ DÜŞ

Düşümde İstanbul’un Kocamustafapaşa gibi bir kenar semtinde geziniyorum, arasta, kapalı çarşı gibi bir yerdeyim.. Tüm üst düzeyler tam kapalı olabilir, kısmen örtülü ve gölgeli olabilir.

Bir yerinde altı üstü yanı tamamen dükkan ve ticaretle çevrili Çinili Cami diye bir camiye denk geliyorum. Kapısından eğilerek içerideki çinilere, duvar süsleri, avizeler ve seyrek cemaate bakıyorum. Bir tür iç cami. İçinde insanlar vs. var. Ahşap mihrap açık renkli ama güzel. Bir hayli büyük ve göz dolduruyor. Kapısı yok ama halıyla örtülü filan değil, harbi yok. Yolgeçen hanı gibi ve köşeden merkezli bir kapı/girişi var. Hatta kapının iki duvar birleşiminde ahşap, güzel biçimli merdivenler kıvrımlar, dönmeler yaparak yükseliyor, duvarı adeta bir koltuk kolçağı gibi aşağıdan yukrıya abaşlatıyorlar. Kenarındaki sokak ve caddeler normal İstanbul. Sadece trafik az ve makul. Köşesinde bir yerinde yuvarlak veya oval -Türkçeyle Çinili Cami tabelası var, ufacık. Sanki sadece ben gördüğümden emin olayım diye konmuş, gerçek tabela değil, nesne ismi gibi.

Aynı bölgede bir de iç hastane vardı. O da bir hayli büyük ve iriliğini sadece hissediyorum, içine girmiyorum. O bina ise düz, süssüz, çok temiz değil, duvarları açık bir cadde üstündeymiş gibi gri mavi. Çekimsiz, ama bölgenin iç yeterliliğine, her şey var burda hissine katılıyor.

Cami ve hastanenin sonrasında bir eve giriyorum. Orada engelli bir kız veya erkek çocuk var. Evden odadan hiç çıkamıyor. Ama onu kedi gibi seviyorum. Aynı zamanda muayene ve gözden geçirme, tıbbi kontrol yapıyorum. Yaramazlıkları var. Ailesi dahil yaramazlık hareketlerine seviniyoruz. “Bu böyle gider,” diyorum. Ama bu değerlendirme aynı zamanda üzücü. Bu sorun benim eksiğim mi, kızın kusuru mu bilemiyorum. İçim üzülüyor. O üzütüntüyle ev-odalarından ayrılıyorum. Ben gördükten sonra erkek -abisi veya babası- arabaya binip çıkıyor. Ben kendim döneceğim veya gezmeyi sürdüreceğim.

Bir benzer kekre deneyim daha vardı rüyanın başında. Düş yazmaya başlayınca eşit ölçüde parlak ve süreli olduğu halde düşün o tarafını unuttum. Düşün bir kısmını yazmak öbür bölümünü de çağırabilir, bazen bir aynı yazma eylemi öbürünü gömer, belirsizleştirir. Anımsamadığım, belki benim gömdüğüm öbür bölüm de tedavi muallaklığı veya başarısızlığı gibi bir şeydi sanki.

Anlatırken, arasta sözü arafı anımsattı arkadaşıma. Arasta Osmanlı tipi çarşılardan biri. Ama acaba düşte sessel düşünüp arasta-araf benzerliği kurmuş muyumdur? Düşler öncelikle görseldir. Ama bazen anlatırken ortaya çıkan sözcüklerden de sessel ilerlemeye çalışır yorumcular. İletişimde çağrışım temelde sessel olur tabii. Tek birey olarak çağrışım kovalıyor olsak araya sesseller eklense de ağırlık görüntülerin akışında olur saymalıydık.

[9 ağustos 2021]

BİNA YAPIT YAPIM

Bina (eser) yapımcılığında üç veya dört kutup varmış: Mimar, mühendis, mütahit (kitabi olarak müteahhit), işveren (malveren).

Bunlardan mimar ile mühendis birbirinden daha yeni ayrılmış. O bakımdan ruh hekimi (psikiyatrist) ile sinir hekimi (nörolog) gibi hem birbirinin işinden anlıyor, hem de birlikte iş yapabiliyorlar. Mimar mühendis de mimar mütahit de olunabiliyor. Acaba mimar mühendis tek isimli bir tarihsel dönem geçirdi mi? (Tıp tarafında ruh sinir eski ortak hali. Sonra beyin büyücülüğü ile beyin dahiliyeciliği olarak ayrımlaştılar.)

Mütahit eline aldığı işi en az sayıda zorunlu kıstasları yerine getirip en kısa ve ucuz yoldan sonuca, alıcıya ve kazanca kavuşturmak eğiliminde. Malveren ise süreci başlatacak, sonunda kullanacak veya son kullanıcıya devredecek.    

En eskiden bu dört kutup da tek kişide tek elde toplandığından yapım süreci en zahmetli, toplam bilgi hakimiyeti bakımından en cahil şekilde yürüyordu. Tek bir beden içinden haberleşme, fikir alışverişi daha organik olduğundan sonuç hemen hep, ya doyurucu ya işlevsel oluyordu. Unsurlar birbirinden koptukça, uzmanlaşma ilerledikçe, bazı şeyler kolaylaştı. Fikirden ürüne varmak belki hızlandı, yoksa o da mı değil, ilerleyen başka bir şey mi? Beden içinde bile olması mümkün haberleşme yavaşlığı, olabilecek ikircikler tıkanmalar, yeni iş bölümündeki iletişim kopukluğu ve birbirine bağlı olanların özerkleşme eğilimi demek olan unsur ayrışmasıyla iyice su yüzüne çıktı, arttı. Unsurlar birbiriyle uzlaşır, işbirliğine giderken daha açık kavga eder, yakınır, karşıt ve özerk olur oldular.

Çağın vahşi kapitalist hız ve kar gerekleri içinde artık yapı kolaydan yapıt (eser) halini alamıyor. Çerez yani pop corn kadar hızlı tüketilcek, yeniden üretilecek, arkasından göz yaşı dökülmeyecek, geleceğe aktarılmayacak, ona bel bağlanmayacak, özdeşleşilmeyecek.. Beden hastalığında olduğu gibi yapım süreci kutupları organik bağlı olmaktan çıktılar. Çürüme çözülme değilse bu bir hızlı yaşa genç öl yapımcılığı. Günümüzde bağımsız komple sinemacı yapımcılar gibi, bu kutupları tek, hiç olmazsa iki fiili kişi halinde birleştirebilen şanslı ademler var mı? İnsan ilerlemesi ve işbölümüne dayalı işbirliği yine mi bir arpa boyu yol gidip geri döndüğümüz bir rüya, hülya halini aldı? Kapitalizm bizi bir arada, dağılmaktan ve vahşileşmekten mi korumakta, yoksa garantili şekilde vahşileştirip dağıtacak, kendi kuyruğunu da yiyecek mi?

Beşinci kutup: Bakan-okuyan-son kullanıcı. Beşincileri sadece kendimizle daha doğrusu başlatanla sınırlandıramayacağımıza göre ölüm durumu hariç unsur çoğalması, dallanması, dağılmalar, bazen yeniden toparlanma ve özetlemeler, tekel ve çokel kaçınılmaz demektir. Asıl diyalektiği alan veren ikiliği çözdü. Dört verici unsur eskiden tekel olabiliyormuş, ama nadiren alıcı beşinciyle özdeşmiş. O artık yokülke!

GÖBEK DANSI

Göbek dansı (oryantal) belki de ilk olarak Mısır’da başladı, oradan çıktı. Daha eski aday Sümer toprakları ve uygarlığı tabii. Hindistan’ın hem danslarını hem kobra oynatıcılığını da çağrıştırmıyor mu? Halen dünyada en iyi göbek dansı Mısır’da. Ekolleri Kahire ekolü diye adlandırılabilir. Gene halen dünyanın en iyi göbek dansı hocası Mısır’da ve bir erkek. Türkiye’deki erkek göbek dans hocalarının çoğu ibneymiş. İstanbul ekolü var mı bilmiyorum, varsa da soyu kurumakta. Beyrut ekolü var. Emin değilim belki bir de Bağdat ekolü var. 

İstanbul’un olmayan veya kaybolmakta olan ekolünün en iyi temsilcisi Nesrin Topkapı. Çağdaşları Seher Şeniz ve Tülay Karaca’ymış. Hala aşılmadı. Daha 6 yaşında Adana’da sahneye çıkıp gazino mühürlettirmişliği var. 15 yaşında babasını kaybedince Hamiyet Yüceses gibi yolunu yeteneğinin çizeceği belli olmuş. Hemen başlarda Londra’da göbek atmış ve Nesrin Topkapı adını kullanmış. 2010’larda altmışlarındayken, hala öğrencilerinden daha canlı ve enerjikmiş. 1981 yılbaşındaki TRT’ye çıkışı da unutulmaz anlarındandır. TRT’nin bütün örtüp sarmalarına rağmen. Yılbaşlarının en iyi hediyeleri arasında eskinin başı çekeniydi. Rakipleri arabesk ve Türk sanat müziği olmak üzere.

Göbek dansı bir beden eğitimi olarak, olduğundan ve göründüğünden fazlası mutlaka. Beden sadece beden değildir. Dans her türüyle bir disiplin. Kilo verdirici özelliği olduğunu duydum. Bundan daha zevkli bir kilo verme sporu zor bulunur. Bana kalırsa Uzakdoğunun judosuna rakip olarak Ortadoğunun yakın dövüş sanatları arasında sayılmalı. Göbek dansözü judodaki gibi rakibinin hamlesini sönümlendirmez. Onu hipnotize ederek ok atamaz, el kaldıramaz hale getirir. Casusluğun politika ve savaşın bir unsuru oluşu gibi, kalın duvarlar, engeller koymayıp, düşmanı kendi inine davet eder görünmek de bir çatışma yordamı. Gönül verenler ve sert-kesin biçimde yumuşamaya, canlanmaya ahdedenler gelsin. Göbecik, göbek dansı, belly dance, oryantal, mezdeke, ne kadar canlı fıkır fıkır sözcükler.

UÇMUŞ ZAMAN DELİ MEVSİM

Yazı belki çıkmaz, hiç çıkmaz.

Fotoğraflar artık benden ayrıldı. Bazen çağırıyorum da, gelmiyorlar. Bazen anlık göz kırpıyorlar sanısına kapılıyorum. Eskiden fotoğraflarım olurdu. Gitgide benim olan, ben olan hiç bir şey kalmayacak. [Acı bir bilinçsiz kehanet. Fotoğrafların özgün kayıtlarının dış deposu el kayıp, bulmaya hiç umudum yok.] Ne zaman saati kuracağımı, ne zaman treni kaçıracağımı seçemiyorum. Bir sel-zaman içinde kaldım. Sakin sakin burgaçlanıyorum. Sonunu görürüm görmem önemsemiyorum. Az bir korkum kaldı. Az çoktur, anımsıyorum.

Yukarıya bakıyorum, gök de bana bakıyor. Gök geniş, içime çekilmeye hazır. Zamanımın anlamından yıldım, ezildim. Boşluklar vermeye susamışım. Aptal meczub benim peşime düşse, hiç ayrılmasa. Çok yaklaşmadan, meraklı, kayıtsızımsı, ördek yavrusu gibi. Kader gibi, kardeş gibi izlese. Beni beşiğime kadar çekse. Hiç konuşmadan anlaşsak. Bütün itiraflarım sessiz olsa. Yad-ı kardeşimi sırtlasam. Gücüm bir kadere yetmez mi? Bu kardeşimden kaç dilenci çıkacak? Kaç boynun şah damarı bana bağlı? Deli Havana’dan beri lanetimin merhametinde büyümüşüm. Artık Havana’yı özlüyorum. Kara sahtiyan yüzüne bakasım, dinleyesim var. Dayanılmaz pis kokusunu göğüsleyesim.

Toprağın açığına meme uçlarına çıkıyorum. Tepine tepine emmeye, süt horonuna. Can hemen sorguya gelecek. Gidiş nereye? Gelişimi, büyük anlaşmamı gördüm. Bakışımı da indirmeliyim. Yaşamaya, vazgeçerek, dağılarak varlığa geldim. Dilim çiğ ekşisi. Unutulacak, rüyalaşacak simge ve parolalar. Erteleme almalıyım. Can biriktirip kuytuma can kaçırmalıyım.

Geziyorum, kulak ve gönül veriyorum. Feda biriktiriyorum. İlle atılım, ille uyanış alıyorum. Yansızlaşacak bakışım bu-dünlerde fırıldak. Ayak diriyorum. Cahilleşmeye öğreniyorum. Dikenli teller çağırıyor, avuç mühürlerim gül toprağı sızıyor. Issızda, hortumda, deniz kararmasında aklımı veresim geliyor. Çelişki çağırıyorum, söz dinliyorum. Ses veriyorum, sessizlik alıyorum. Al veriyorum, bol alıyorum.

Fotoğraf beni çağırıyor. Deli kardeşim umut uzatıyor. Elime alacağım iplik ucu kaç dehliz açar? Sızlayana mı sarılayım, zincirli öfkeye mi? Bütün işlerim uçtu, ne rahat çalışıyorum.. Bağlarım uçtu, aklım bensizliğe kaçtı. Erenleri geriden tasdikliyorum. Adım başı sormak, adımı yeniden öğrenmek. Her gediğe bir balmumu.

Yaz, belki çıkmaz, hiç çıkmaz.

[6 ağustos 2014]

Divane beşik gibi ne sallarsın

HAVANA

Havana’nın yurdu taş oyukları

Çukur Çeylen’in 1970’lerden beri bildiğim tek evsiz delisi, meczubu.  Kendisi 1960-80 arasında geçerli bir şahsiyet. Ölüm zamanlarını bilmem. Zaten yurtsuz olduğundan sonra nasıl kayboldu, başına ne geldi benim için karanlık. Önemine önemli. Handiyse “Yörük Hasan” kadar önemli. Kara Emine dediğimiz göçer yörük lideri kadının, ben kızı zannediyordum, kız kardeşiymiş. Kara Emine’nin ailesi köylülerin nereden geldiğini anımsayamadıkları, tek minik bir oymaktan oluşmuş, kökleri “hayta”dır dedikleri bir yörük grubu. Hayta belli ki öze dair bir niteleme, kötücül sıfat anlamını sonradan kazanmış. Haytayı tarif edemiyorlar, yörük alt sınıfı ama (bildik) yörük değil, “Yörükler munistir;” diyorlar. Kara Emine’nin kızı Sultan, damadı “Kıtırımcı” Veli, “Duygut” da benim akranım, çocukluk arkadaşım olan torunu. Duyguuut diye bağıran esasen annesi Sultan, Turgut demek istiyor. Gelelim Havana’ya:

Havana normal zamanlarda yamal yapal gezse de, sun ederek çocuk korkuturdu. Zavallının dişleri döküktü galiba. Üstünde başında çan bile olurdu. Çaput, bazen aluminyum tava filan sallanır durur, kaplumbağa gibi her şeyi üstünde ve peşinde sürüklenir. Bunların bir kısmı verilme ve hayır nesnesiyse bir kısmı aşırma ganimetiydi. Saçları kırarmıştı, başındaki dastar bile değildi. Mağara niyetine sokulduğu taş kovuklarında yatardı. Bazen gündüz feneri gibi ev önlerinde, sokakta geziniyor görülürdü. Hiç adam gibi, kadın gibi sohbet ettiğini görmedim. Ona denen lafları iyi kötü anladığını, korkması gerekenden korktuğunu sanıyorum. Belki yumuşak davranıp önüne yemek koyan oluyordur, onlara bile iyi laf ettiğini, bazen akıllı olduğunu bilemiyorum. Bağırsın bağırmasın sürekli çile ve üzüntüde, sürekli kısık ateşte yanan biri halinde.

Bu (benim) Havana birinde Başmuar’da suyun gerizine boylu boyunca uzanmış, su gözünden su içiyordu. Çocuklardan ilk yetişen gören ben oldum. Çoluk çocuğun oldum olası düşmanıymış gibi, hışımla başına kendime göre kocaman bir alamayı, yani avuç dolduran daşı “dah ettim”. Başına ildi, başı yarıldı. Havana’nın sudan doğrularak bir kalkışı vardı! Gözleri kan çanağı.. Oysa o, bizim aynı zamanda eğlencemizdi. O an unutmuşum, ya hışıma geldim, ya da fırsat bu fırsattır demişim. Çocuklara Havana eğlence olurdu, hem kovalar hem kaçışırdık. Başı kanlı gözü kanlı beni bir kovalayış attı, yakalasa oracıkta donuma sıçardım kesin.

Onun, Kaşlılar’ın evinin Samandaşı tarafında yattığı yarı in bir taş kovuğu vardı. Şimdi aklıma geldiğinde akrabammış ve yaşlıyı bakımsız bırakmışız gibi içim cız ediyor, pişman oluyorum. Belki Havana bana beddua etmiştir; “Başına benim gibiler sarılsın,” diye. Eğer o beddua etti ve beddua tuttuysa şansım, talihim sayarım. Bana çok güzel bir gelecek ve ödeşme hazırlamış. Belki bedduanın uğuruyla ruh hekimi oldum. Ben küçüklükten kendimi dahiliyeci sanıyordum.

Bugünkü deli ve akıllı Havana’larımdan hoşnudum. Havana’ya en yakın sayacağım hastam Bakırköy Akıl Hastanesi’nde Yeter adlı, galiba sahipsiz, zeka yavaşlığı olan bir kadındı. Tam onun ağzına göre lokmaydım galiba, gözüne kestirmiş. Bir anlık fırsat yakaladı, duvara yaslayıp öpmeye çalıştı. Zeka durumu belki hastalıklarını yumuşatıyordu, pek öyle sesi çıkmaz; sessiz makine gibi işini görmeye bakardı. O öpme girişiminden altı ay bir yıl sonraları gibiydi. Birinde poliklinikte ondan ve kaldığı servisten uzakta çalışıyordum, ayaktan gelen hastalara bakıp reçete yazıyorum. Yeter bahçeden papatyaları toplamış, elinde bir avuç demet etmiş. Camı tıklattı, camı açmamla çiçekleri verdi. Gözleri gülüyordu. Çok ağlayasıma ve gülesime gitti. Kendime yaka yaka ancak geri zekalıyı yakabiliyorum diye utangaç gösterişler ettim. Havana ile yavaş yavaş ve Yeter’de barıştım sayabilirim şimdi. Bizim işimiz hep şöyle hayal et, şöyle kabul et, şöyle varsay, oh ne ala. Tutmadıysa gene bakarız.

Sun etme (üstüne yürüme) dedemi de aklıma getirdi. “Kontaş” dedem de (biz) çocukların eğlencesiydi, o da çocuklara sun ederdi. Seyremiş ve dişetleri çekilmiş alt dişlerini üst dudağının üstüne doğru, korsan gibi çıkarır, kendini dev gibi gösterirdi. Çocuklar “yeyici” geldi diye kaçışırlardı. Dedemi Kronos’la bir tuttuklarını bilmiyorlar. Bu yalancıktan korktukları öz dedem. Ben onlar gibi korkamıyorum diye bozulurdum. Herkesle birlikte kaçış tutturup tadını çıkaramazdım. O anlarda dedem yabancı olsun, dedem olmasın isterdim.

[12 haziran 2014]

KESİKLİ, KESKİLİ

Kesikli oğul, keskili ana.

Anne: “Beni kimse anlamıyor.”
Oğul: “Beni hiçbir zaman anlamıyor.”

Duygularının olduğuna eminim. Duygularının ne olduğundan emin olmasam da. Belli oluyor, bizden yana aktarılıyor. İşlemcisi sağlam ve yürüyor, yazıcısı titrek ve barajlı çalışıyor. Duygusu sese, cümleye çevrilirken bir engelden, süzgeçten geçiyor. Cümle şekillendirmede kendine özgü bir makine dairesi var, ince ayarı karışık. Duygusuysa net varlığıyla, enerjisiyle öncelikle gözlerinden karşıdakine geçiyor. Duygu üretmede çok çalışkan ve mahir. Hissettiği için hissettriyor.

O da olasılıkla babası gibi yürümeye küçük kumsallı koy, ama engin denizlere açılımlı ve gizli iç denizi var. Babasını anlamak ve sevmek onun üstünden daha kolay. Galiba ikisinde de sözdışı (nonverbal) iletişim yolakları sözelci vırvır anneye göre daha zengin, çoğul, yüksek dereceli. Aralarındaki farklara eğilebilmesi için önce babasının ona yakın özelliklerini ana hatlarıyla çözmeli, bilmeli, daha hakim olmalı. Babası onun aynısının ileri yaş, yapılı ve yapmış hali. Baba bazı bakımlardan sorun örneği, bazı bakımlardan çözüm umudu ve temsilcisi.

Anne için o hem analık yetilerinin bir aksaması demek, hem de eşine olan ilgisinin, bağının bir aynası demek. Annesinin onu tam onaylamayışı, suçlu eksik hissettirişi, kendi kendini onaylamada özkabulde duraksatmış. Birey olarak gövdesini dünyaya salmıyor, elde ve kapalıda tutuyor. Bunu ben mi doğurdum demişlik olasılığı kendilik işlerine tutukluk, kendini beğenmeme olarak yansıyor.

“Bu çocuk, olmadı-” diyerek anne mutlak redli karşıtlığa, yoketme arzusuna kapılabilirdi. Karanlık tanrıçalar gibi.

Bir hafif ya da ağır benzerinin yakınlarda hayatta dünyada bulunması, sorunlu, dünyaya fazlalık hisseden bireyin yalnızlığını yumuşatıyor. “Korkmak beklesin. O var olabildiyse ben de var olabilirim.” Daha üstün bir yorum olmazsam alçakgönüllü türev olurum. Ayrıca, yaşamı fazla ciddiye almayabilir. Yaşam bir oyun, bitiminde uyanmaya veya derin uykuya geçilen bir rüya olabilir. Birçok aileler ağır yakını olarak “Ölüsü olan bir gün, delisi olan her gün ağlar,” der. Bu kalıp da aynısıyla kabul yerine hafifleştirilebilir. Her türden delilik ve deliler dünyaya, hepimize zenginlik. Ölüsü olan bir gün, delisi olan her gün gülebilir. Gülerek ağlayalım hiç olmazsa.

Üçlü ittifak olan bu aile, onun ve babasının yavaşlığı, içedönüklüğü üstünden herkesin ayrı ayrı yalnız kaldığı, konuşmanın kolay yeşermediği, araları kırıklı ve gölgeli bir bağlaşık ortaklık. Yine de bir üst patron hissedene karşılık iki yavaş ve suçlu hissedenin alt ittifakı var. Gidişte bir aksilik oldu, onun sözdışı iletişim avantajı evde kalınan salgın günlerinde güdük kaldı. Hakim olduğu, işletebileceği o kanalı kullanmadı. Kapalı üniversite günlerinde insanlı antreman ve maç yapamadı. Önü günlere bakacak, yürümeden görmeden olmaz.

TÜRKLER GELİYOR

Türkler şu coğrafyayla betimlenebilir:
“Üç deniz arasında denizsiz”
Ve eki: “Denize sıçan”

Türkler o kadar da tembel bir halk değildir. Verimliliği ayrı tutuyorum.
“Pazar günü sadece fahişeler ve Türkler çalışır.” Yeni bir Rus atasözü

Kadim zamanlardan beri Akdeniz’de öğle uykusu veya siesta (altıncı saat) geleneği vardır. Yunanlılar daha sadık, ama Akdeniz Bölgesi’nde köylerde Türkler de siestaya uymaya ve öğle uyumaya devam ediyorlar.

Halklar demokrat olur mu?
Eğer oluyorsa, Türkler bunların en önde gelenlerinden biri değil sanırım. Ve halkların demokrat olamazlığı az buz bir olasılık da değil.

“Türksün di mi?” dedirtecek Türk davranış tipikleri:

Türk olmak, çizik cd’yi kolonyayla silmekmiş. Yeni aldığı otonun koltuk naylonlarını iki yıl tepe tepe kullanmakmış. Uzaktan kumandanın şeffaf kılıfı daha da uzun süre kullanılır, telef olmuşsa kalitesiz bir jelatinle yeri doldurulur. Basit türklük testleri, tarama testi olarak kullanılabilecekler arasında; çocuk yetiştirmede yeme sorunu yaşamayan Türk ailesi var mıdır? Orası tamamen sorunsuz geçildiyse Türk değildir.

Yol tarifi Türkiye’de nasıl yaygın örgün bir sapıklıksa başvuru yeri veya yol sorma da o kadar ters sapıklık düzeyinde. En az erkeklerdeki hiç yol-iz sormama kadar. Onlar da haklı. Türkiye’de kimse bilmiyorum diyemez ki! Özümüze ters. Buna karşılık yol tarif etme özürlüsü insan ile adres tariflerini hiç anlamayan insan iki deli gibi birbirini bulurlar.

Diyelim, iki kişilik bir ekip kurulacak.. Bir grup “en az iki”, öteki “en çok iki” dedi diye bitmez bir kavgaya tutuşmaları bir Türkiyelik, Türklük durumudur, onaylı damgalı şekilde tipiktir.

Ancak “yumurta kapıya dayandı mı”. Bu özelliğimiz pahalıya mı patlıyor, ucuza mı getiriyoruz? Emin değiliz, çalışmalarımız devam ediyor. Bir halk sözünde yabancı birine “Türkün sonraki aklı bende olsaydı,” dedirtirler. Türkün aklı. Türkün aklı ya sıçarken ya kaçarken gelir. Yumurta kapıya gelince, son dakikacılık, türkün son dakika insanı olması. Hepsi birbiriyle bağlantılı. Krizlerde, savaş gibi acil dar zamanlarda, kaçış ve sıçışta kozmik enerjimiz depreşir. Son dakkacılık kültürel Türklük için yüzde 90 ayırdettiricidir.

Türkü Türk yapan şeyler arasında belki az dikkat çeken bir tanesi “süper çözüm” beklentisidir. Hem ayranım dökülmesin hem götüm sikilmesin, hem şoför arkası hem cam kenarı, hem pasta bütün hem toraman tok. Sanki bedelsiz, maliyetsiz, yan etkisiz çözüm varmış gibi Türkler illa onu arar, sorar. Çocuk millet dedik ya, onun uzanımı. Koca analar, babalar, toplum da öyledir, sadece deneyimsizler değil. “Her seçim bir vazgeçiştir” diyeni hastasını öldüren doktor gibi yok etmeye kalkışabilirler. Sanırsın ki tarihte bunlar hiç zorlanmadı, yok yoksul olmadı.

“Düğün olsa da gitmesek, çağırmasalar da küssek,” der. Her yaşında öyle veya böyle “ele güne karşı”cı ve “elalem ne der”cidir. Sanırım, işbirlikçilikten çok çatışmacılık bir Türk insanı özelliği. Olasılıkla bu huyları onları ortak hareket etmek üzere bir gruba katılmaya özendiriyor. Çatışmacılık barış zamanlarında spor ve antreman yerine geçiyor. İşbirliği sürü ve çete halinde hızlı ilerlemek, ezip geçmekten başka bir beceri örüntüsü. Sürü zamanı geldiğinde Türkler beyinlerini, düşünme yetilerini rahatça askıya alıp bir emir al-ver, öl-öldür makinesi haline gelebiliyor.

Dünya tarihinde coğrafyadan Türkler ortadan tümden kaybolsa, dünyada Türk eksikliği hissedilmeyebilir. Ama nedense bir türlü de bu dünyadan Türkler eksilmez, tam eksilmez. Son yüzyılın büyük atağı; Yeni Dünya’da aşırı kalabalık olmasa da, Türkler Almanya Acı Vatan’da Viyana Kuşatması’na göre daha başarılı bir sızma ve çoğalma harekatı başarmıştır. Yeni Kavimler Göçü olan Mülteci Krizi’nden önce hem.

Birazcık yayalım: Türkler dünyanın en fazla çelişki, ambivalans, karmaşa taşıyan toplumu. Teker teker bakıldığında en basit, sade, saf görülebilecekleri halde. Bir kere, doğal coğrafyaları çok geniş, hem de asla buyur edilmedikleri halde. Nasıl olabildilerse Türkler hem savaş hem uyum ustası. Avustralya yok, Afrika yok doğal coğrafyalarında. Sibirya doğal olarak var, Hindistan bile var. Çin’e karşı sadece rakip olarak yoklar, Çin’de hanedan olarak varlar. Nepal ayak altı, Hindistan’da Babür Şah İmp. var. Büyük patron, kayırılmış lanetli çocuk Yahudilerle de benzerlik ve akrabalık mümkün. Suriye göçmenleri Güney Amerika’da Turco diye adlandırılıyor. Şimdi Türkler en uzak genetik ve kültürel formata sahip Almanlarla melezleşme yolunda. Kendileri şaşkın, ama şaşkına çevirmede de mahirler. Fransızlarla ne kadar uzun süre kültür ortaklaştırdılar. İspanya ile doğrudan ilişki zayıf, ama tarihsel maceraları benzer. İtalyan Yunan kültürleri uzak ve şaşırtıcı bile değil. Mısır ile hem aldık, hem verdik. Macarlarla yakın kuzenler. Kuzeyden Finler üzerinden Viking dostu sayılırlar. Leh dediğimiz Polonları sahiplenmişiz. Hiçbirinin dilini bilmezken hepsiyle tarih bağı kurabiliyorlar. Amerikan imparatorluğunu tarihte kalıcı kılmak için Amerikalılar başlıca Roma ve Osmanlı tarihini inceliyor. Daha ayrıntılı bilmek gerekir, Türklerin tarihsel Çin rekabeti güncelde asıl Amerika’yla değil imparatorluk İngiltere’siyle varsayılmalıdır. Ve gerçekten beyinle yürek rekabeti gibi en zorlu macera ve savaşıma adaydır. Türkler güce ve varlığa taptıklarından genel olarak nefret ettikleri sol ve ezilmiş bilincini belki İngiltere/Batının acımasız egemenliğine karşı taşıyor. Günümüz Türkü belki kendini aşağı görerek uyuyan dev havalarında güç toplamaktadır. Başa dönersek, Türkler yok olsa dünya ne kaybeder? Belki hiçbir şey, ama tarihin akışı öyle yürümemekte.

Türkler öngörülebilir, yalnız kolay durdurulamaz bir sürüdür. Bir yandan çocuk millet, bir yandan bencil, kuşkucu, dışlayıcı. Murphy Türk Yasası: “Bir Türk, Murphy yasalarının başka kimseye değil, gıcıklık olsun diye yalnızca ona işletildiğini sanır. Hayrettir, bu algı bütün bütüne yanlış değildir.” Bunların yanında kuantuma ve hayatın ritmine uygun bir akışçılıkları var, emin olamıyorum. Onlar için her prenses benim prensesim, her düşman bana düşman. Ha, bu Türklerin aynı zamanda taklitçi, komşucu, komşusever oluşuyla da uyum içinde. Her türk bir Nasrettin Hoca’dır, bir de Keloğlan’dır, bu kimlikler devam ediyor. Bir parça da Deli Dumrul. Bilgin Saydam hocamız kocaman kitabını yazdı. Romanlarıyla Türk tipolojisi kuran iki büyük yazarımız Kemal Tahir ve Yusuf Atılgan. Aslında bütün büyük yazarlar toplumlarının ve zamanlarının aynası oluyor. Aynası oldukları gerçekliklerle güreşmeleri, yenişmeleri gerekiyor. O yüzden dilleri ya kekre ya acı olur.

Türkler Doğu dünyası ile Batı dünyasının en büyük birleştirici, köprü halkı ve kültürüdür. Diğer bir doğu batı köprüsü halk olan Ruslarla benzerliğimiz ve dip yakınlıklarımız var, onlarla daha fazla görüşmeliyiz. Yalnız görünen o ki, Ruslar daha tekil bireysel dahiler ve manyaklar çıkarıyorlar. Türkler genel olarak irrasyonel ve çılgın; ama hareketli, hızlı ve kitleseller. Türklerin kendilerine, cehaletine rağmen bir derinliği, kültür çekimi vardır. İki ulusun köprülük özellikleri, nitelikleri farklı olabilir. Ruslar demirperde disiplinini içlerinden ürettiler, bizim içimizden disiplin nasıl üreyecek bakalım, üremezse şaşmam. Kadim Türk mottosu: “İn sopa, we believe.”

Çerkezler usta ve profesyonel askerlerdir, Türkler ise genel olarak asker millet. Çerkesler paralı askerlikte çok iyiler, Türkler “vatan sana canım feda”, yani bitli piyadelikte. Tabii hareketlilik kültürel olarak önemli özelliğimiz olduğundan, atlı askerlik azalmışken araba, otomobil, kamyon her türlü motorlu araç Türklerin doğal beceri ve sahiplik hedefindedir. 15 temmuz’da da bu çılgın sokağa, kana dökülme eğilimini gördük. Çerkezlerle Türklerin ortak yönleri asker millet olmaları, atlı tarihe yaslanmaları, ata ve atalar kültüne verdikleri yüksek önem, anaerkillikten ancak ana merkezliliğe geçebilmiş olmaları. Türkler yüzyıllarca kadın bağımlılığı ve egemenliği tattılar da İngilizlerin Victoria’sı gibi dişil bir zaferiye sözcüğü tarif edemediler. Yarım buçuk muzaffer var. Türkler askeri sivil, tekil çoğul bütün zaferleri eril sanıyordu. “Türkler savaşa, düğüne çağrılmış gibi giderler.” Tractatus

Komşu bin yıllık kardeş halk var: Kürtler. Kürt kültürü veya sosyolojisiyle (antropoloji mi demeli?) ilgili dikkatimi çeken bir taraf; genetik ve dilsel soyları bireyselliğin limitine varan Avrupa ile akraba olduğu halde Kürt davranış kodu daha çok Türklerin sürü davranışına benziyor. Tarihsel bilinci olan bir Kürt doktordan duydum: “Kürt sevmeyen Türk değil, Türk sevmeyen Kürt değildir (sayılmaz).” Tabii, bu başlık farklılaşma bakımından da incelenmeli: Kürtlerin toplu davranış özellikleri Türklerin sürüsel davranış özelliklerinden nasıl farklıdır?

O değil de, Türklerin şu Perslerle (İranlılar) Yunanlılara (Rumlar) yaptığını gördünüz mü? Yüzyıllar yıllardır bir onlar doğuya, bir bunlar batıya yüklenir, birbirini dalgalandırır, sorgular dururdu. Biz sonradan görme Türkler bir kama gibi aralarına girdik. Bin yıldır, birbirlerine alışıldık şehvetle dokunup, yekdiğerinin gözlerinin içine bakmasına engel oluyoruz. Yunan politikasındaki Türk düşmanlığı ve Avrupalıların Türk korkusu biraz da bu Anadolu’nun beklenmedik kaderinden okunmalı. Ermeni Rum Kürt ülkesi bin yıldır Türklerle yatıp kalkıyor, bünyesinden atmış, kovmuş değil, acayip.

[İhtiyar adamcağız, yüzüne dik dik baktı, daha sonra çanın olduğu yere doğru adımladı. “Tü-ük-le ge-ge-liy! Tü-ük-le ge-ge-liy!” diye tısladı anlaşılmaz sesiyle ve eline aldığı bir demir parçasıyla dehşet içinde vurdu. (…) “Elinin körüdür o gelen, seni Tanrı’nın delisi!” diyerek saydırdı doktor, adama; (…)] Laszlo Krasznahorkai – Şeytan Tangosu

Lawrence Durrel “Hiçbir Yunanlı aforizmaya dayanamaz; biçiminden dolayı onun doğru olduğuna inanacaktır, yanlış bile olsa,” diyor. bu, hitabete çok duyarlı olan Türkler için de geçerli. Güzel konuşan bütün politikacılara aldanmışlardır. Türk toplumu sanıldığından daha anaç. Politikacıları onun çocukları, hatta sakat çocuklarıdır. Kendi evreninin politikacısını “Al bakalım, sana izin, benimle oyna, beni eğlendir, gezdir bakayım,” diye hafif garipseyen sakin gözlerle izliyor.

Türk veya Türkiye halkı yeniden yuvarlanmaya başladı. Eskiden hiç olmazsa silahlı olarak yuvarlanırdı. Büyük tarihsel kavşaklarda çöpçü balığı gibi kendini ve çevresini aktar dönder ederdi. Şimdi ise silahsız şekilde, gözünü yumarak dönmeye-tekerlenmeye başladı. Artık çevre evrenimiz yani Ortadoğu için adaleti ve güvenli-yapıcı gücü temsil etmiyoruz. Yanar döner, serseri mayınlığı, çıkarcı-fırsatçı arayışı, hırsızlar ve ölü cepçisi güruhunu temsil ediyoruz. Saframız müsilaj gibi yüzeye vurdu. Güçlü de değil, uyanık da değil, vicdanlı da değiliz. Umut tükenmemiş olabilir, çok az. Nereye gidilebilir adına toplumumuzu toplamımızı yorumluyorum.

Corona günlerinin 2020 sürprizi olan coşkulu sokağa çıkma yasağı kutlamalarına yorumum: Biz Türkler çözülebilecek bir sorun değiliz, çözüm ve sorun yumağıyız, ganglionuz. Anatomiye katkımız Türk semeri diye çevrilebilecek olan Cella Turcica’dan ibaret kalmayacak. Bu gidişle ileride insan vücudunda bir bölgede bir Türk düğümü veya Türk çakrası bile gelişebilir. Biyolojik evrim Türkleri de hesaba katarak gıdım gıdım ilerliyor.

SÖZCÜKLERİN RUHU

Sözcüklerin birer ruhunun olması, kişilik gibi belli, tutarlı özelliklere sahip olma bakımından varlığı söz konusu edilebilecek ve öne sürülebilecek iddia. Aslında temel birim olan harflerin de ruhu var, harfler ruhu olan birim-elementler sesler. Zaten ses eşdeğeri harfler ruhları nedeniyle sembolizme giriş niteliğinde. Dil, hele yazılı dil sembolizmin en üst üste kıvrılmış ve ileri hallerinden biri.

Sözcüklerin kendine göre gücü olduğu gibi ruhu da olması söz konusu. Sözcüklerin ruhu olduğu gibi, şekillerin (ör. piramit), biçimlerin (ör. ba, delta, yuvarlak), hatta dedik ya, harflerin de ruhu var. Cansızların, maddelerin, örneğin alkolün herkesle farklı biçimde ilişkiye girmekle tarzında ruhu var gibi. Zehirlerin, panzehirlerin, ilaçların ruhu.. Çağ olarak ne kadar maddeci olsak da maddeyi tam tanımış, çözmüş değiliz. Tekil seslerin ruhu var görünüyor. Örneğin h harfi, m harfi, ah, om.

Sözcüklerin ruhu kendinde bir oluş mudur? O kadarını söyleyemem, iddialı kaçar. Ama ciddi bir can, hareketlilik, özsel, öze ilişkin belirti gösterme kapasiteleri var. Gene biz diğer varlıklar, canlılar gibi sabit değiller. Her ışıkta başka olabiliyor görünebiliyor, duruma göre ve adamına göre ve hatta kendiliğinden zamanla değişebiliyorlar. Ayrıca aslında öze dair olmayan, verili (sonradan, keyfi olarak konmuş) isimlerin, sahibi insanları formatlama, biçimlendirme kapasitesi var. Yöndeş veya zıt yönlü olarak. O da bir görüngü ve ikincil kanıt.

Şey, ruhunu temsilcisi olacak olan sözcüğe veriyor. Biz ondan sonra artık sözcükte de ruh görüyoruz. Hatta bir sözcük uydurmakla hiç yoktan ruh türeyebilir, hiç belli olmaz. Neolojizmin kendince bir gücü var. Sözün gücü ve sözcüğün ruhuna en fazla iman edenlerden takıntılı korkak güruhu var: Cin diyemeyip üç harfliler diyenler.. Bizim köyde akıl baştayken hiçbir erişkinin domuz demeyip dağdaki, dağ danası diye işaret ederek kastetmesi..

Belli sesler, belli sözcükler, aynı belli tavırlar gibi bazı yerlerde (ve gönüllerde) diğer yerlerden daha çok bulunuyor. orayı yurt belliyorlar. Bunun dışında sözcükler de geziniyor ve azalıp çoğalabiliyorlar. Sevip, sevilip düşman kazanabiliyorlar, tehlikeli maceralara atılabiliyorlar. Ölüyor veya ölümden dönebiliyorlar; hortlayabiliyor, yeniden doğabiliyorlar. Coğrafi tekelleşme ve dilsel iklim krizinden her dilin ufak nüans bölgeleri ağızlar muhtemelen eşit ölçü ve hızda parçalanmakta, tozlaşmakta. Öte yandan ölemeyen diller de var, onları konuşan özgün hiç kimse kalmamış ama o halkın ve dilin tapınıcıları adeta ısrarla canlı tutuyorlar. Bazı ölü diller (Latince, Sanskritçe, Osmanlıca) aynı zamanda ölemeyen diller durumunda. Uygarlık temsilleri onlar, ve de ata temsilleri.

Yorum gelenden yola çıkarak yazı tazelersem; sözcüğün ruhu kendinde midir, yalnızca okuyanda mıdır?

Cin ve büyü metinlerini akla getiriyor.. Bu, aşk nerededir sorusuyla aynı sanki. Aşk hem ve öncelikle sevende, hem de sevilendedir. Sırf yansıtılacak yüzey olmasında bile sevilende aşklık bir şeyler vardır. Sözcüğün ruhu da öncelikle okuyan-alanda olsa bile, sözün kendinde hiçbir ruh-çağrışım-elektrik olmasa, ilk kuran öyle kurmasa okuyana dolu değil boş, tamam değil eksik gelirdi. Alkolde hiçbir temel özellik olmaz, sadece içici bütün iyi ve kötü içme sonuçlarını üretirdi. Ve yine de söz-insan maçı devam ediyor, macera an’da sürmekte.

SÖZCÜK ERİLLEŞTİRME

Sözcük erilleştirme eril dil ile ilintili olmalıdır, veya olduğunu baştan kabul etmek en iyisidir. Erkek söylemi, cinsiyetçi söylem, ayrımcılık, sıradan faşizm. Bu netameli konularla bağıntısı olmasa sözcük erilleştirme çok eğlenceli bir oyun ve pratik olurdu. Burada biraz intihalen (aşırmaca, hırsızlama olarak) Türkçenin kuramlaştırılmamış bir sözcük erilleşme özelliğinden söz edeceğiz, kuramcık taslağı haline getireceğiz.

Türkçe sondan eklemeli dil olduğu gibi, belki de vurguyu kelime sonlarına yapmayı yeğleyen de bir dildir. Sözcükte sözcüğün sonu, cümlede cümlenin sonu. Bir cümlede son dile gelmeden, noktaya ulaşmadan cümlenin gidişi ve ana fikri tahmin edilebilir, ama aynı politikadaki gibi cümlenin ters yön, yan yön, hafifleştirme, altını çizme olanakları bitmez. Konumuz olan erilleştirme, vurgu özelliğinden yararlanmakta gibi. Çifte harfin olduğu yerde sözcük içinde bir çift harfli tepe, vurgulu tepe oluşturulmuş gibi oluyor. Uygulamasının meşru ve kolay yolu, sözcüğün ara, mümkünse orta sessiz harfini çiftelemekten ibafet. Bunun ufak varyantları olabilir. Bu yöntem hem nötr sözcükleri erilleştirir, hem zaten eril olanların erilliğini pekiştirir, artırır. Kuramcığın özel adını türetecek olursak Türkçenin Erilleştiren-Orta-Sessiz-Harf-Çiftelenmesi Kuramı. Beni bir türkü derleyici gibi kabul ederseniz, kaynak kişi bir diş hekimi alim, Mutlulukla Meşkuliyet Feylesofu, iflah olmaz erkeksi protestocu Cem Serdar Bey’dir. Kuramcığın ilerleyen aşamalarında, canlı ve büyüyor olma şansı halinde kendisinden gönüllü veya zorla destekler alınacaktır.

Hemen herkesin aklına gelebilecek erilleştirilmiş sözcükleri sıralayalım:

Eşşek, Taşşak, Fellah (erilleştirilmemiş ve Arapça olduğu halde kendiliğinden eril, mantıken), Fişşek, Cabbar. En erken ve ilham verici örnek sanırım Billur. Kel enik tipli pipi böyle erilleştirilmiş olsaydı olurdu Pippi. Bazıları hadi hazır (Fethiyecesi had’azır) durumda: Yarrak. Kuramı hiç bilmeden, çağrışımla, lisedeyken AFS ile gelen Amerikalı kız öğrencilere güya Türkçe sözcük öğretirkenki örneğimiz: Muvaffak. Gene bahçe arası alçak sürme traktörleri vardı eskiden, buna komşu ailenin küçük kızı kendiliğinden markası gereği Başak demez, Başşak derdi. Söz ağzını doldurunca kendini daha iyi ifade ediyordu. Tutmayan bir örnek olarak Ballık var, onun boşluğunu Büllük dolduruyor.

Sözcük erilleştirici çiftelemenin Ekşi Sözlük’te gene doğal, el yordamına bulunmuş bir uygulaması var. Yeni Türklerde çok moda: “Sessiz harfi çiftledim marka oldu” Birkaç araştırılası, bakılası sözcük daha ekleyeyim, kuramın güçsüzlüğünü örnek bolluğu perdelesin.. Kallavi, Eyyer, Yürrek, Tarrak, Dürrük, Errkek.

[6 haziran 2014]

DÜŞTEN KEŞİF

Vagondasın. Gençlerin, kıkırdayan çiftlerin gülüşleri bir yabanilik sarar üstüne.

Şöyle ayrılır, kenarda durursun, kesmez.

Ellerin iki cebinde, ıslık çalarak, merakla bir basamak aşağı sekersin.

Çakılmadı san sen, role devam. Bir adım daha aşağı sek.

Sessiz, araştırıcı bir volta iyi olacak..

Kendini aynı vagonun veya trenin bir başka santiminde görü/biliyorsun.

Sonsuza dek değil, ufak bir gezinti. Bir kolaçan.

Vagon uğrayınca içine atlar yetişebilir, yola durabilirsin.

Bu trene, bu durağa, nereye gittiğini sormadığından erken indiğin, fark etmez saydığın deli dolu halk otobüsünden inip gelmiştin.

Çareydi, bir uyumdu. Yola devam, yolda olmak.

Tren şöyle bir kımıldadı.

Bir enayilik var. Az sonra telaşlanacaksın.

Vagonun başka bi yerinde yer kapma ile eski yerini kazanma arasında bocalıyorsun.

Dönemeyecek gibisin; seçmek değil can havliyle harekete atılmak gereği besbelli.

Keklikçe sekip vagona zıplaman boşuna.

Kıpırdıyor. Bu sende uzaklaşma hissi yaratıyor.

Sanki koşsan olacak. Labirentte sıkışmayla karışık, donuk bir atılım.

Bir mucize atlayış, bir hız, karar, kurtarır gibiydi.

Vagon hızlanıyor. Kabullensen iyi olacak: Terle var, partiyi kaçırdın.

Pozların beyhudeydi.

İstasyonun köşesine, hem de aşağılara sürüklenmişim.

Gidenler mesud, yukarıdalar.

Son anın fark edişi!

Anlarken hak vermek niyetindesin.

Lök gibi kaldın. Kız kızma, ne çıkar. Aydınlanacaksın. Karar yüzüne okunur gibi.

Şöyle bir bütünden ayrılıp bakınayım sandığın, ölümünmüş.

Kapito? Çıkarım ve çağrışımlarıyla birlikte.

Her hizmet ve duygu dahil hepsi, rüyaymış.

Uyanman da yavaş ilerleyişli.

Rüya, rüya, rüya…

Düş’tün, kalktın.

Anımsaman, gocunman, yazışın bile-

Birazı gerçek, bir ikisi hayal, bazısı uyku ve düş sandıkların da, -Toptan.

Rüya.

İmiş. Mış. Mışıl mışıl..

Hergelelik işte, uykulu serüvenlerine dön.

Çok düşündün, kalbin körelecek, dur.

[4 haziran 2014]

– HANİCİK SENİKİ?

İHİCİK BENİKİ!

Fethiye köylerinde anababaların çocuk büyütmede en zorlandığı başlık akranlar arası yakınlık, cinsellik, romantizmle ilgili şeylerdir. Duymaktan en çok korkup kaçınamadıkları çocuk cümleleri ve diyaloğu ise bu yukarıdaki sorulu teklifler. Kaygı evrensel de, kaygıyı üreten veya aktaran cümlelerin yerel biçimi böyle.

Aslında böyle şeyler hiç olmasa, eşleşmeyle çocuk hiç ilgilenmese, aşırı geciktiğinde önerecek olan, elinden tutacak arkadaşı olmasa aynı bu sefer atağa kalkan ve öneri çare arayan aileler olacak. Soğuk cinsel birey yetiştirmek, büyümemiş çocuk sahibi olmak akla gelmiyor başta. Önce ta öbür yakadaki hayallere, abartılı cinselliğe, kızlarda fahişelik orospuluğa korkuları saplanır. Cinselliği yakalayamamış çocuk kasaba veya kentte olsa, normaldeki namus kumkumaları konu komşu, eş dost akraba yardıma gelir, erkekse bir kadına veya randevuevine götürmeyi isteyecek hale gelirler. Çifte standart devreye girer, aynı soğukluk ve beceriksizlikten muzdarip kızlar ise evde çürüsün kız kurusu diye bırakılır, onlar hakkındaki kaygı, üzüntü aynı dozda dışa vurulmaz, karınlarda ciğerlerde tutulur.

Ayrıca toplumun, ailelerin cinsel ve sosyal kısıtlamaları aykırı mesaj vermeden de duramaz. “Sen bizi, yasağımızı dinleme, sende korktuğumuz şey aynı zamanda kendi aklımızı da alamadığımız, kaçınılmaz saydığımız şey. Seni engelleyerek dürtelim ki yolunu isabetle bulasın. Aklından çıkmamasını sağlayalım.” Bu durumda telef olacak olan sadece alt anlamları, satır aralarını okuyamayan salak, saf çocuklar. Ötekiler suçluluk duyguları, bazen de aile kıyametleri gibi cüzi bedel karşılığında cinsellik armağanı teslim almış olurlar.

– Hanicik seniki: Hanicik seninki – İhicik beniki: İşte (iştecik) benimki

Senin takım taklavat nerede, nasıllar? İşte benimkiler. Bunları şimdi el yordamına birbirine deneyelim, uyuşturmaya çalışalım. Belki bir şey olur. Ya ben benimkileri iş üstünde görür gibi oldum, ya da ne yaptıklarını çok merak ediyorum, biz oynayarak ne yaptıklarını bulmaya çalışalım. Kıza karşı erkeksek amenna, kız kıza, erkek erkeğe de deneyebilir, oynayabiliriz.

[5 haziran 2014]

ALİ ÖZGENTÜRK (İFSAK söyleşisi)

[30 Mayıs 2014 İFSAK söyleşisi izlenimleri]

İki buzdolabı satıp kısa film çekmiş. İlki yetmeyince ikincisini de satma biçiminde. Bir kadro kurmuş. 6 kişi 21 günde çekmişler. Görmesi gerekiyormuş, sinemacı mıyım yoksa tiyatrocu muyum? Belki sadece öykünmekteyim. Kısa filminden Krakov Film Festivali’nde aldığı 2 bin dolar ödül ile geri iki buzdolabını eve koymuş. İlk filmini yapan 19-20 yaş tıfıla Kültür bakanı eşliğinde Varşova’da yemek vermişler.

Su Da Yanar:
Sinema eleştirmeni ve yazarı cahildir. Çoklukla. Bunalım dönemi yalan. Batı köpeği kültür adamcıkları. Türk şiiri dünyada çok büyüktür mesela. Erden Kıral’ın Av Zamanı bir etkilenmedir. Ömer Kavur gizemcidir. O Su Da Yanar’da kendi hikayesini çekmiş. Dört yılını vermiş. Costa Gavras’a anlatmış. Nazım Hikmet’in 3 haziran 1963’te ölümü. Ölümüne kadarki 2 saatini çekecekmiş. Film için senaryocu olarak Jorge Semprun ile buluşmuş. Avans almış. Münevver hanım olumsuz karşılamış. Rus yasakları. Parti ileri gelenleri rüşvet istemiş. Varisler hazır değil. Türkiye’de Nazım yasak. Tokyo’da (At filminden) ödül almış da Su Da Yanar’ı çekebilmiş. Ozu ödülü parasıyla. Film teslim zamanı aceleye getirilmiş, çünkü adamlar ödülü vermek için belli tarihte bitirmeyi koşul koşuyorlar. Filmlere bakarak tarih daha iyi yazılır. Üniversitede yapılanlar palavra. Kırmızı Eşarp okunmamışsa Selvi Boylum Al Yazmalım (senaryosu Ali Özgentürk’ün) hakkında derin olma iddiasındaki tez mez püftür. Benzerlik yüzde üç. (Bütün Özgentürk edebiyat uyarlamaları fazla müdaheleli, Özgentürk’ün kendinin haline getirdiği, eserin yeniden yazımı, yaratılışı gibidir. Mİ)

Fikir hırsızlığına engel olamazsın. “Filmlerimin senaryosu çekici değildir. Çekerken yeniden yazılır. Kağıda geçiremiyorum. Film eksikliği yaşarım. Hikayeciyim. Sözcükler (senaryoda) tam tamına oturmuşsa artık filme çekmeye gerek kalmıyor.”

Dünya sineması ikiye ayrılır: Amerikan, Avrupa.
Sinema yapımı Amerikalıların keşfi. Para harcamak gerekir. Sinema çok unsurlu ve paranın yetmese de zorunlu olduğu bir sanattır. Ev yapımı sinemadan binde bir iyi film çıkar. Palavrayı satıyor Amerika, o ayrı. Kapital saldırısı. Amerikan sinemasından da ilk dönemi beğenir. Ridley Scott, Francis Ford Coppola, John Huston, John Ford, Billy Wilder. 1950’ye kadar büyük sinema. (Ve tabii Hitchcock sever Özgentürk.) Burun kıvırdığımız, beğenmediğimiz pek çok film de sanat. Avrupa ise auteur sinemasına kapılmış. Motor sineması karşısında. Avrupa’da edebiyat derinliği var. Kıvam. Tarkovski. Özel şeyler getirdiler. Nuri Bilge Ceylan, Tarkovski sinemasının bir parçasıdır. Ödülü, Altın Palmiye’si yeriliyor. Şerif Gören de kaldıramadı N. B. Ceylan’ı. Ali Özgentürk İtalyanları seviyor. Vitorio De Sica. P. P. Pasolini. Roberto Rossellini. Ayrıca Yasujiro Ozu. Michelangelo Antonioni sıcak değil. Luchino Visconti. Latin Amerika yaratıcı ve hınzır. Dindar değiller. Yaşam zengin. Kadın değerli. İngmar Bergman ilk beşte. Ulus karakteri varmış ona göre, sonradan anlamış, kabullenmiş. Üniversitede hocası Nurettin Şazi Kösemihal kitapla bunu savunuyormuş da solcu olduğundan Kösemihal’e karşı ulusların karakteri olmaz diye bağırıyormuş. (Yalnız, N. Ş. Kösemihal Sorokin’in Sosyoloji kitabını çevirmiş, kendinin diye imzalamış.)

Onat Kutlar tembel. 
Konuşur, yazmaz. Zor ve az yazar. Ama çok değerli. O da arkadaşı. Onur Ünlü zamanında onun asistanı olarak çalışmış, İtirazım Var filmi çok sağlammış. Niye az izlendi, çünkü ülke kuraklaştı, çoraklaştı. Zaman değişti. Dünyada en fazla gösterilen ve izlenilen Türk filminin AT olduğuna emin. Kendisi de hala AT’ın yönetmeni diye tanınıyor. Seyirci seven bir yönetmen olduğundan gişesi de her zaman iyi olagelmiş. Mektup, Su Da Yanar, Bekçi dahil. Sadece Çıplak’ta hiç çabalamamış, ne vizyona ne festivallere sokmuş. En çok kendi olduğu filmi de Çıplak’mış.

Kalbin Zamanı’ndaki Arda Kanpolat’ın intiharı ile birlikte Kemal Sunal’ı sayarsak iki oyuncusunu ölüme kurban vermiş sayılır Ali Özgentürk. Acı ve zor bir deneyim olmalı. Arda Kanpolat meğer eroin kullanıyormuş. Bir Hamlet oyuncusu olduğundan ona ulaşmış ve rol vermişmiş. Zaten Balalayka’yı tamı tamına Kemal Sunal için yazmış da Sunal kalp krizinden ölünce film sarkmış, alıştığı yapıyı hemen kuramamış. Fikrin doğuşu; Tanya karakterini oynayan oyuncunun su içişine bakarken, onu Nataşalık yapmak üzere Türkiye’ye gelen ablasının sakat kızkardeşi gibi tasarlayabileceği aklına gelivermiş.

Babayı öldürme teması birkaç filmiyle anımsatılınca (At, Bekçi, Balalayka, baba yerine oğulun ölümüyle Mektup) çok ilgisini çekti, hiç bilinçli olarak düşünmemiş olduğunu belirtti. Onur Ünlü’nün İtirazım Var filmindeki Güler Ökten ve oyuncak at temasının ustası Ali Özgentürk’e selam ve gönderme olduğunu sinema hocası Yalçın Savuran’ın fark etmesi Özgentürk’ün pek hoşuna gitti. Diğer uğraş alanları ve meslekler ile sinemanın bağ kurması da alkışladığı bir durum oldu. Yönetmenlerin pek çoğunun sinema dışından geldiğini, sanat ve yaratıcı alanlardan bile gelmeyenlerin çok olduğunu anlattı. Sinema eğitimi ve okullarının ham malzemeyi öbür taraftan doğrudan sinemacı olarak çıkaramayacağının atını çizdi.

Şaka yollu yapılan, Özgentürk sanatının önce tiyatro sineması/teatral sinema, sonra öykücü sinema/edebiyat sineması sonra da doğrudan edebiyat (sinemanın terki ve ilk göz ağrısı romana yönelme) olarak üçe ayrılabileceği yorumuna gülümsemeli, mesafeli, mizahına da katılarak tepki verdi. Zamanında onların üniversiteli grubuyla tiyatro yaptığı Arslanköy’de artık kadınlar tiyatro topluluğunun varlığına, çorbada tuzu olmasından gurur duyduğu besbelli. Bekçi’de gösterdiği gibi Adana’da Murtaza karakteriyle gerçekten tanışmış. Usta olarak en fazla Atıf Yılmaz’ı görür gibiydi, soruyla altını çizemedik. Türk sinemasının 100 yılı geride kalmışken 50 yılının canlı tanığı/tarihi, Yeşilçam sinemasının son etkin temsilcisi hissiyatı da onun sıfatlarına, özelliklerine eklenmeli.

Tekrarlayarak altını çizdiği, Nuri Bilge Ceylan’ın çağdaş en iyi sinemacımız olduğu ve sahip çıkılması gerektiği. Kendinin sinema ışığı denen şeyi çok iyi bildiği, hissettiği, ama betimleyemeyeceği, bu bakımdan Ceylan’ın filmlerinin has sinema, hatta fazla sinema (aşırı sinema -Mİ) olduğuydu. Ceylan’ın yerinde olsa filmlerinin sinemada izlenmesini zorlayacağını, televizyon (ceza/hapis) kutularında asla yayınlanmasına izin vermeyeceğini söylüyor. Kendisinin de Çıplak filmi televizyona uygun değilmiş. Yeniden çekmeye zaten gerek duymuyormuş da, vizyona yeniden çıkmak ciddi bir bütçe, para gerektiriyormuş, bugünkü ortamda yapamazmış.

Türkiye ve dünyada Özgentürk’ün sanatsal olarak çok etkili, olağanüstü geniş bir çevresinin olduğu anlaşılıyor. (Mafyatik, tekelci eğilimleri olmayışı şaşırtıcı.) Hamam (Ferzan Özpetek) ile Mektup aynı yıl vizyona girmiş. Senaryosunu yazdığı Selvi Boylum Al Yazmalım’da değişik bir diyalog tekniği sinema tarihinde ilk kez kullanılmış. Sahibi olduğu halde o filmi her izleyişinde finalde göz yaşlarına kapılırmış, izleyen rolü, alımlama koltuğu bambaşkaymış. Sinema ışığına sahip filmleri mutlaka salonda izlemeliymiş. (Haklı ama bu artık zamanın çarkına yenilmiş bir doğru.) Keşfedilmeyebileceğinden kendi söylemek zorunda kaldığı bir veri de Çıplak’ta oyuncuların yönetmenle filmin içinde konuşması ve çatışması.

Ferzan Özpetek’i fotoroman sinemacısı olarak görüyor. Polemikten ve isim vererek eleştirmekten, beğenmediğini söylemekten hiç çekinmiyor. Onur Ünlü iyilerden. Reha Erdem’i ikiyüzlü, yapay buluyormuş. Uğur Yücel’i yaptığı şeyi, o şey için yapmıyor, artniyet ve planları var diye eleştiriyor. Güler Ökten çok iyi oyuncuymuş. Zeki Ökten zaten arkadaşı ve çok sevdiği belli. Zeki Demirkubuz’u da beğeniyor.

Ustaya, perde özlemine geriden atış yaparsak: Sinema, film artık kitaba dönüştü. İnsanlar kendi başlarına, bilgisayar ekranı, düzenlenmiş duvar projeksiyonu veya büyük TV tipi ekranlarda film izliyor. Beyaz perde, karanlık salon, koltuklarda yan yana oturma, nefeslerden toplum olma deneyimi geride kaldı. Artık sinema, edebiyat eleştirisi gibi, hakkında, üstüne konuşma ve yazma ile sosyalleşme halkasını güç bela tamamlıyor. Bu bakımdan film teki bir kitlesel tüketim ve iletişim aracı olmaktan çıkıp pelikülden bir mektup şişesine dönüştü. Rastlayanlar filmi okumak, kalbinde saklamak, içinde film fazla büyüdüğünde sanal uzaylarda paylaşmak, sızdırmak ve patla(t)mak üzere.

HAYATTA

Asla! (ünlem), hayatta olmaz, ben ölmeden anlamlarını da taşıyan kalıp. Elbet olağan koşullarda “yaşamda” anlamına geliyor.

Demek, hayatta sabit yok. Ak dersem kara kara dersem ak sırada. Neysen o değilsin, ne değilsen o olmak üzeresin, diyen Jean-Paul Sartre’a selam.

Sorun varsa, sorun yok; hayattasın.
Öldürmeyen sorun, yaşatır: bizim.
Artık hayatta her şeyi daha kolay ve daha normal, olağan şeyler gibi görüyorum. Buradan anlıyorum ki şimdi yadırgadığım daha ne normaller, ne olağanlar var.. Etimiz taze tatlı olsun diye, hayat bizi ölümüne koşturuyor. Hep didikliyor. Hayat için her birimiz o yaşlardaki çıtırız ve kullanıma hazır olmak zorundayız.

Ölüm, doğum gibi, hayatta birçok kez yaşanılır. Örneğin; “Öldüm öldüm dirildim.” Dikkate değer bir önerme de: “Ölümlerin büyük bir kısmı iyileştirilebiliyor.” Ölüm mutlak değil, hatta gerçek olduğu kadar sanal. Kıymetlilerimiz ve kavga etmeyi sürdürdüklerimiz biz ölmeden ölmezler. Sevilen ölünün yokluğu aslında özlemden, hasretten ibaret, yoksa içinde. Ayrılık ölüm kadar ağır ya, ölüm de ayrılık (hasreti) kadar hafif.

Hayatta herkese her soru her an sorulur, en gerekli soruları biz seçeriz. Mükemmel sorun ve yanıtlarımız için. Hayatta hazırlık yok, hep anında soru cevap üretme var. Kimyasal akıcı bir tepkimeymiş gibi, kişi yapabildiklerini soru olarak algılamıyor. Onlar soru değil, spor. Yapamama bedeli ne olursa olsun yapamayacaklarını da olduğu gibi bırakıyor. Geriye kalıyor bizim alan ve cephemizi oluşturan ara soru(n) bölgesi, hem çözüm hem soru(n) olarak ilgimizi çekenler kümesi. Anaokulundan ilk ve orta öğrenime, üniversiteden doktora sınıfına kadar bütün sınıflar ve sınavlar aynı anda yapılıyor gibi düşünün. Her durumda bir cephe kendiliğinden oluşmakta. Savaşları verilecek sınır boyu.

Planlı sorular en iyi olamayacağı gibi planlı ve iyi yanıtlar da mükemmel olmaz. En iyi soru, sorun, yanıt o anda belirir, o ana özgü bir şeyler ve tat içerir. İçine kendinin girmediği doğru yanıtlar bedeninden, yaşamından kurumuş, tutmamış sıvalar gibi dökülecektir. İcabında bütün kitaplar, bütün kopyalar doğru cevapları işaret eder. Sınavlar ani ama tüm yardım kitapları açıktır. Seni anlatmayacaksa, doğru yanıt senin iç bünyene biraz nüfuz etmeyecekse o doğru yanıttan hayır, yarar devşiremezsin. Doğru yeterince iyi hissettirmez. İçerik sana ait, en azından geleceğine, gelişimine ait olsun. Doğru yanıt veya yanlış yanıt (yanıt = yaşam) iyi hissettirebilir. Hissettirmezse yuh olsun, ‘Döverim ben o yanıtı!’ Yaşadığın kimin yaşamı olursa olsun, kendininki olup olmayacağına sen veya koşullar bir şekilde karar verir(siniz). Doğrusu yaşamını ya seninki kılarsın, ya seninkine uçmak üzere sürdürdüğün yaşamdan uzaklaşırsın, ya senin olmayan bir yaşamın doğru ve eğrilerine saplandıkça onlara yabancılaşır, katılaşır kalırsın.

Bu ben! Baştan başa, çok çok değişmek gerekecek diye yeni, güçlü, -izm niteliğinde bir düşünceye yanaşmaz hiç. Oysa bilse, hangi -izm içinde olsa gene kendisi kalacak, değişim dediği kütle olanaklıdan ibaret kalacak.. O zaman belki daha kolay düşünür, girişken olur, dünyada ve hayatta dalınmadık salon, oda, kiler bırakmazdı. O deneylerin içinden korktuğu kabuslar değil irfan, görgü, istediği değişim çıkardı. Büyük ve toplumsal ölçekteki olanakları saymıyorum.

Hayatta başarmak, başarmış olmak, çekilen acıları anlamlı hissettirir, başarmamaktan tek farkı o. Yoksa başaran ve başarmayan aynı kapsayıcı kaotik bütünde -ölüm- buluşur. Alkolik ya da zaaf yatkınları bunu tersinden ifade ediyor: “Rakı içen öldü de, su içen ölmedi mi?” Bu retorik soru tam da havlu atmaya teşne kişinin kendine sorması gerekendir. Yanıtı besbelli. Neden sonunda öleceğimiz halde, kendimize göre bir rota, iz, üslupta ısrar eder hatta onun da iyisini ararız?

BABAMGİL OĞLUYUM

[16 Nisan 2014]

Çocukluğumdan görüntüler geçeceğim. Hepsi gerçek ve hepsi uydurma. An an, bakış açısı. Varsın çelişkili, zıt olsunlar.

Babam da dedem gibi 43-44 numara Dora marka lastik ayakkabı giyerdi. Bu beni örtülü şekilde çok şaşırtan bir şeydi. Bir çocuk nasıl babasıyla aynı büyüklüğe erişir? Olmayacak olanaksız durum. Babam babasına o kadar saygılıydı, bu ise ayıp bir açık verme gibi. Ben dedemi yukarda babamı küçük görürken bu ayak numarasıyla son dakikada eşitliği, saygıyı sağlamış oluyordu. Ben kendimce, dedemin has torunu olup babamdan büyük olduğum halde ayak numaramın (hem o zaman hem şimdi) küçüklüğüyle saygılı bir tarafımı koruyordum. Veya bir başka haksız çelişki olarak işlemişimdir kim bilir?

Anımsıyorum da, babam ya onu küçümsememi önemsemedi, ya fark etmedi bile. Belki bütün fırtına içimde kopup dışıma yumuşuyordu. “Yalandasın, senin çocukluğun hiç öyle geçmedi,” diyen biri olsa artık kesin haklılığımı iddia edemem. Babam hiç tınmadan, ya eğitmek üzere, ya kendinin de büyük gördüğü oğlunu zenginleştirmek üzere bana dinsel ve yerel, olmuş olmamış öyküler anlatmayı, iş buyurup iş göstermeyi, önemli konuları danışmayı, dil kıvraklığı modellerini, toprak sanatlarını öğretmeyi sürdürdü. Belki babamı küçümsemem de dedemden anamın intikamının alınması gibi zamana, yumuşamaya, çeşitlenmeye yenildi. Yaşama ve yaşamaya. Gelin dövücüsü dedeme bir yandan öfkeli hınçlı, bir yandan gücü ve zalimliğine hayrandım. İlkokulum bittiğinde, bir beş altı yıl sonra bana saz aldırmayı planlar olmuştum. Kendi eliyle hediye edeceği sazla güya virtüöz olacak, dede kalbi ve övgüsünü armut gibi toplayacaktım. Onun ömrü vefa etmedi. Ben de yalancı beceriksiz çıkmaktan kurtuldum. Babam ise sabırla bildiğini sürdürdü. İçime emekle yüklü saatli, parça etkili dil ve kültür tohumlarını ekti.

Ben geleceğin bir aracısı, sözcüsü olacağımı bilir halde köy işlerini hiç ağır görmedim, ciddiye almadım. Önümdeki işlerin hakkından geldim. Yalnızca kendi ritmim ve rotamdan emin olamadığımda bu anlamsız toprak köleliğinde ne işim var diye heyheylenirdim. Niye Fethiye’nin turist deryasına inip yabancı dilin kolay parasına bir an önce iltica etmediğimi o zaman oturtamıyordum. Oturttuğum şey babamdan, topraktan ve sabırdan feyz almakmış.

Azıcık canlı tarih iyi gelir. Babamgil Aykırı Ceylan’a ata dostu olan Uysal amcalara gitmişler. Kış akşamı soba başında sohbet ediyorlar. Uysal’ın babalığı Bobuş Ahmeti sıkışmış, dışardaki helaya su dökmeye gidiyor. Bunlar, içeriden, kış ayazında Bobuş Ahmeti’nin tahtanın üzerindeki buzdan kayıp düştüğünü duymuşlar. Geri dönüp içeri daldığında Uysal kaynatasına “Baba, dikkat et düşersin,” der demez Bobuş Ahmeti yapıştırıyor lafı (kaşlar çatık): “Düştüm, ihi ye!” Anlamı, “Düştüm, işte ya!” Aynı Uysal amca bizim eve konukluğa geldiğinde sofraya cin biber ister, tüm yemek boyunca gıdım gıdım bir cin biberi idareyle güçbela bitirir, ondan sonra da “Arkadaş, dehşet acı yerim,” derdi.

ANIT YAŞLI

[13 Nisan 2014]

Kırkkilise’de kardeş ziyaretinin peşinden. Arkadaş uğraması ve hasbihali yapacakken hayırlı bir satışa gelip. Yirmi küsur yıldır görmediğim Vural amcamı gördüm, Çerkezköy’e uğrayınca. İçim bir güzel, bir hoş, bir huzurlu oldu, değmeyin gitsin. Adama ömrünün sonbaharında sendikacılık anlattırdım. “Eskiden ruh vardı,” dedi. 

Yanılmışım meğer, tekstil işveren sendikasında değil işçi sendikasında, hem de örgütçüymüş. TEKSİF (Türkiye Tekstil, Örme, Giyim ve Deri Sanayii İşçileri Sendikası) adına tekstil iş kolunda Denizli ve Edirne’de sendika örgütlenmesini başarmış. Çok yaşadım, çok iyi ve kötü şey gördüm, yaşamayı çok sevdim, toplamda çok mutlu oldum dedi. Bir sürü acısına, aşındırıcı deneyimine karşılık hala gözleri ışıldıyor. Gözleri canlı gülüyor, doğrudan insanın gözlerinin içine bakıyor. Gençliğinde çok çapkın olmuş olmalı. Şimdi ise huzur, söyleşi, içtenlik pınarı.

Yanılmıyorsam sehven “DİKS vardı,” diyor; ben de ona diyorum ki, “Eskinin Türk-İş’i bile şimdinin DİSK’inden daha etkin ve canlı, bilinçliydi.” Sendika tarihini biliyor, ana noktaları biliyor. Batıda sendikacılar hak elde edene kadar ne ço kölü verdiler diyor. Türkiye sendikal hareketi artık verdiği ölülerle (veya belki vermeme durumuyla) bağını yitirdi. Artık ödenen bedelle alınan, kıymetli mevziler yok. Zamanın seline daha kolay kapılma var. Hatta belki Yunanistan sağlıkçıları ile Türkiye sağlıkçılarının grevleri arasındaki (bariz) fark, ön-bedel ve eylem değeri farkından geliyor olabilir. Sertliği, savaşımı komşugil daha iyi biliyor.

“Niye siyasete atılmadın, bir yerinden bulaşmadın?” dedim. “Siyaset için mutlak ve mutlak yalan konuşmak, yalanı becermek veya öğrenmek gerekir,” dedi. Yalanı önceden becermeyenlerin bir kısmı (hatta ona göre çoğu) sonradan yalana uyum sağlayamaz, öğrenemezlermiş. Sendikacı ile siyasetçi arasındaki en önemli farkı böyle görüyor. Sendikacıların yalanı olsa da ayırt edici özelliği değildir diyor. Bir de işçiyle sendikacı (örgütçü) arasında organik bağ olurmuş. Sendikacı iyi yalan kıvırsa bile o organik bağın yükünü taşıyamıyorsa işçi temsilcisi olamazmış. O bağ gözden göze, kalpten kalbe her olayda, her gün denenir denetlenirmiş. Doğuştan veya gitgide edinilen karizmadan söz ediyor olmalı. Gözleri tutmazsa işçiler asla omuzda, elde insan taşımazlar diyor.

Vural amca anjiyo çekimi bile kolay olmayınca kalp ameliyatını reddetmiş. Evin salonu ile balkonu arasında bir süre daha idare edebileceğini öğrenip bunu seçmiş amcam. Sokağa, dünyaya çıkmayıveririm demiş. Karısının yüzünü son yıllarında daha fazla güldürmüş. Haklarını açıkça eline teslim etmiş. Eskiden sessizce bilip belki az, belki hiç düzeyinde hissettirdiği hukukunu. Akrabalarıyla da dünyayla olduğu gibi açık, harbi görünüyor. Amcaoğlu olan Erdal amcamı çok sağlam temelli buluyor, “O benden çok farklıydı,” diyor. İkimiz birlikte, Erdal amcamın karısı ve beni okul boyunca koruyan, hiç elini üstümden çekmeyen teyzemi insan görünümlü üstinsan, bir tür canlı melek görüyoruz. Beni de özgün, başarmış, haketmiş sayarak taltif ediyor. İnsan onun yanında hem onu hem kendini değerli hissediyor. Duymamaktan mı, o toplara girmemekten mi, evlat acısı bile yaşadığını söz arasında anmama hiç tepki vermiyor.

Dönüşte karım Yağmur’a Vural amcanın sağ kolu var mıydı, yok muyduyu soruyor. Yağmur görmedim diyor, kol yokluğunu farketmemiş. Vural amca onu da iyi derecede doğal taşır. Acındırmaz, göze sokmaz, altını çizmez, fark da ettirmez pek. Sana dikkat eder, katılır; ona dikkatini gözünde odaklamanı istiyor gibidir. Halıcıoğlu’nu da konuştuk, bahçelerindeki aile kuyusunun 5-10 kulaç her neyse, su derinliği olduğunu söyledi. Bakırköy İncirli’deki evini Rum ekalliyetten bir tanıdığından 10 bin lira peşin, 10 yıl vadeyle 39 bin lira gibi bir paraya aldığını; tek takım elbiseli, tek gömlekli olup, çorabını, gömleğini akşam yıkatıp sabah ütületerek gündüze giydiğini; bir grev fonu dağıtımında kesede 250-300 lira fazlalık para bulunca hemen keseyi sendikaya geri verip para dağıtmaktan caydığını anlattı. Onun zamanında Mensucat Santral’de 430 milyon lira gibi, 1980’ler için skandal ve astronomik meblağlı yolsuzluk çıkmıştı. O zamanlar orada ambar şefiymiş.

Vural amcaya karşı içim coştu, gözlerim yaşarmadı. İçimden, birkaç kere daha sohbet etmeden ölüme yolcu etmesem diye geçti. Yıllar önceki okul çocuğu zamanıma katkıları için haklarını helalletme konuşması da iyi geldi tabii. Koyun can, kasap et derdinde. [Ve de o son canlı görüşmemiz oldu. Hiç yoktan iyidir.]

DEVİR MEVSİMİ

Devir zeytini

Cunda’ya varışımız, bir sabaha karşı. Minibüs içinde uykulu yorgun bekleşiyoruz. Günü doğuracağız. Pateriça koyuna yayılıp görüntü, güneş, ışık ve gölge avlayacağız. Serçeler gibi hevesli silah arkadaşlarım.

Aynı isimli, birbirinden ayrı yerde oturmuş iki mahalleli bir yer Pateriça. Nasıl yani? Bu kadar isim bolluğunda ayırt edici isim mi bulamadılar? “Pateriça Birinci Köy”, “Pateriça İkinci Köy”. Üstünde düşününce sonradan buluyorum. Onlar ayrı değil bütündüler, akrabaydılar, hısımdılar. Nüfusları çoktu çoğaldı da genişlediler. Ayrı isim peşinde değillerdi, oymaktılar. Çoğalanlar kendine ayrı sıfatlar yakıştırıp, bütünle aralıklanma istemediler. Neredeler şimdi? Gitmişler… Ne zaman kayboldular ortadan? Biz gece minibüste beklerken. Tuvalet önünde sıra bekler gibi. Av mevsimi, av anı bekler gibi gitmelerini bekledik. Biz beklerken onların gidiyor, o an boşaltıyor olduklarını bilmiyorduk?? Kavimler Göçü bitmemiş miydi? Habil ile Kabil ikisi de uydurulmuş efsane dehlizlerinde cansız sallanmıyor muydu?

Demek ben de o saldırgan, huzursuz ırkın bir ahfadıyım. Bakir görüntüler peşinde koşmak, en uygun fırsatta deklanşöre basmak beni çağ paylaştıklarımın iki kulaç üstüne ağdırmıyor. Bütün okuduklarım, duyduklarımla birlikte bilmediklerim de karnımda guruldamak, beni aynı insan dönemeçlerinden geçirmek zorunda. Bir iki milimlik hayati yorumum avuntum, gururum bile olacak. Şimdi kabul, Pateriça’yı denize döken benmişim. İki gün boyunca her gittiğim yerde rüzgar ve hayalet görünce “Niye gittiniz? Beni beklesenize.” demem boşuna. Kovmuşum, ürkütmüşüm, şimdi sakin bir kederle suçlu hissediyorum. Bakınıp düşünmedikçe onu bile hissetmiyorum. Sağrısındaki, bacak arasındaki sineği görmeden kuyruğuyla kovmaya çalışan kısrak gibi huzursuzum.

O dönemeç, o maya tutması zeytinliklerde karşılıyor beni. Şu yaşlı durgun dinozorlar. İri kara kurşunlular hiçbir yere gidememişler. Sabitliklerinden cesur. En eski zeytinler bütün urlarını şefkatle, çeki bilinciyle gövdelerine yapıştırmışlar. Asıl avcılar onlar olmaya? Bu kadar yaşlı, buruşuk kadınlar beni nasıl çekiyor? Bir akrabalarını görmüştüm başka bir zaman, düşte. Buruşuk, kokuşkan armut, utanmazına baharda çiçekli gelinliğini giymişti. Kendi erken kocamamdan, yaşam mızıkçılığımdan, nanemollalığımdan utanmıştım.. Bu zeytin ağaçları da davetkar: “Yüzleşemiyorsan unut,” dediklerini hayal ediyorum. Başka bir kabusta yeniden bulursun.

Koç gibi güçlü bir büyüğümüz Cunda’ya sahip çıkmaya başlamış. Ürkütmeden yüz görümlüğünü veriyor, usulca açıyor. Galiba Cunda’yı bize ana yapacak. Cunda koynundaki altınları, dip bucak sakladığı tapuları da göstermiş midir damat adayına? Büyük ablası Ayvalık artık peçelere bürünmeyi bırakmış. Yumurtalardan, kap kacaktan satmaya, yeniden göz sürmeleyip, gelen geçenle iki üç laflamaya başlamış. Saat ayarı yeniden değişti galiba. Yerli kuş kaçırtmalardan saparken panayır yöresi kurulmasına mı denk geldik? Bunlar, mantık evliliği veya yorgun arkadaşlığı kabilinden onarımlar mı?

AMED’TE YAŞAM -SUR’DAN ÖNCE

Sur’da duvarüstü

[16 Aralık 2013]

Kürsücüler çarşısının nargileci kahvesi, hemen karşısında Urfa kebapçısı. Kebapçı 50 yıllık, arayın, sorun, kaçırmayın; önerilen tatlardandır. İnsanlar çok candan, [o zaman için] barış süreci sert Kürt türkülerini göz önünden biraz geriye çekmiş. Duvarlar hala YDG-H sloganlarıyla dolu olsa da insanlar rahat, özgüvenli, umutlu.. [idi-]

Hançepek diye bir mahalle var, Süryani ve Ermenilerin yoğun oturduğu. Eskiden Gavur mahallesi derlermiş. Şimdi Hançepek’e gavursuz gavur mahallesi denebilir. Öyle deyip gülümsüyor rehberimiz Suat abi. Hançepek bir de Sur içinin diğer mahallelerinden çok daha renkli: sanki boyacılarla özel promosyon, reklam anlaşması yapmışlar. Göz önünde, gönle girmeye, dışarıya açılmaya çalışıyor.

7-8 ailenin bir arada yaşadığı konaklar, ev kompleksleri varmış. Onlara Mazgana diyorlar. Bakalım anlamını, kökenini bir yerden bulabilecek miyiz? [Sözce’de mazgan ıssız yerdeki ev, içiçe odalardan dipteki, sokak arası arsa anlamlarıyla kayıtlı.] Cahit Sıtkı Tarancı’nın evi mazgana değilse de mazgana olabilecek büyüklükte/nitelikte diye duydum.

Bir gezide hiçbir yeni veya sevindirici, ilginç şey görmediğinizi düşünün. O denli kısır, sıkıcı, bildik olsun. Birkaç tanışma, selam, belki farkına varmadığımız iyi bir elektrik olacak olsa ona da değmez mi? En sona sözcük duyma, öğrenmeyi bırakıyorum.. Birkaç yeni sözcük kapınca baştan başa iç taşlarımız, mozayiğimiz baştan şekillenmiyor olabilir mi? İşte Diyarbakır’ın yeni sözcükleri keçik (kız/ güzel kız?), Hançepek, mazgana, dengbej (deng: ses, bej: söyleyen = ses sanatçısı gibi bir bileşim). Mardin’de de herkesin bilip benden sakladığı, bu yıla kadar bilmediğim abbara’yı öğrenmiştim. Tokat’tan bana yadigar akika, gıjgıj, eci ve ficenk kalmıştı.

Nedense bazı sözcükler başka misafirleri yanında getiriyorlar. Hançepek bende Hacegan’ı zorladı. Galiba Farsça, arayacağım, bunu kenara yazıyorum. Müzikal, çekici bir sözcük. [12-15. yüzyıllarda Maveraünnehir’de etkin ve Orta Asya sufiliğinin gelişmesinde önemli rol oynayan bir tarikat.] Diyarbakır Kalesi’nin Keçi Burcu’nun asıl adı Keçik Burcu olabilirmiş. Kızlar Burcu yani. Oradan intihar edip ölen çok kız olmuş. Keçi Burcu benim çok hoşuma gitti ama, sonradan değişme veya uydurma olabilir. Keçik, keç, dot hepsi kız demek, kız sözcüğünün türleri. Bu arada dot da daughter (do’ter) ile aynı kökten geliyormuş. Diyarbakır’da dengbeje hazırlık deslerinde öğrendik.

Diyarbakır’da özellikle köy ve ilçe dernek evleri aynı zamanda taziye evi, yas evi olarak hizmet görüyor. Yas evlerine gidiyor orada başsağlığı diliyor yakınlar ve konuk destekçiler. Bazı başka yörelerdeki yas evinde yemek yapılmaması, yemeklerin komşular tarafından sağlanması adetini anımsatıyor.

Diyarbakır yaşayan, özgün, kimlikli, enerjik bir kent. Kımıl kımıl, kimse oturduğu yerde kalakalmış değil. Karda kışta azalmış olmalı sandığım dilencileri bile parlak gözlü. Bu dilencilerin yarısının Suriye kaynaklı, yarısının öz üretim olduğu söyleniyor. Sabahın 7-7:30’unda Çinlilerinki gibi hafif olmayan, araba lastiği kullanan el arabaları mesaiye başlamış oluyor, bir tanesi tepeleme kasap eti ulaştırıyordu. Sabah ilk hareketler başarıldıktan sonra Diyarbakırlı kahvaltıya sokakta seyyar ciğerle başlıyor.

Ne zamandan beri varsa, Diyarbakır için tipik olan kervansaray ve han tipi oturma yerlerinden gayrı, bir de kişisel sorumluluk yüklenmeyle tek tük Diyarbakır evleri oluşturulmaya başlanmış. Bir yere gidince sokaklarında ne kadar hazla dolaşırsan dolaş, insan bir iç mekan, bir aile yanı, bir yerel yaşamın özüne yaklaşmak istiyor. Oranın sana aralanmasını arzuluyorsun. Çoğu yerde iç turist değil tam misafir gibi karşılanıyoruz. Talimatla olacak şey değil; talimatlı, sözleşmiş gibi esnaf. En çok çay içtiğimiz gezimizde çay masrafı en az oldu. Fırınlar bile bizden biri askıya ekmek bırakmaya çalışırken verdiği pidenin parasını almamaya çalışıyor. Ara ve arka sokak fırın pideleri çok güzel.

Sokağında rengarenk her şeyin yanısıra eşek semerlerinin de satıldığı bir kahvede oturmuştuk. Kürsücüler çarşısı olabilir, artık ebrular birbirine karıştı. Sabah sabah mı, akşam akşam mı.. Simit eşliğinde çaylar içtik, gülüştük, kıkırdadık. Sonra ödeme zamanı geldi; bize hiç yan bakmamış ama ilgilenmemiş de olan uzak yan masalardaki bir pos bıyıklı Hulusi Kentmen çoğaltımı amcanın çay paralarını ödediğini öğrendik. Gülme, şaşkınlık, hüzün birbirine karıştı.

Dertli bir keklikçi var, anlattı da anlattı. Keklikleri tüfekle vurmuyorlar, bir tuzak kuruyorlar, galiba ayağından yakalıyorlarmış. Kekliğe bir zarar gelmiyormuş. Keklikçi Kahvesi bu öyküleri aldığımız ortam. Onun yalancısıyım, soy kurumasın, eğlence ve kültür sürsün diye tuttukları çoğu kekliği geri bırakıyorlarmış. Dişi kekliği zinhar almıyorlarmış. Bırakılan bir dişi keklik, gelecek yıl yirmi keklik daha demek. Avcı teskereleri olduğu halde bir av yasağı, suçluluk durumları mı ne varmış. Sorun ve eksikleri galiba dernekleşmemeleri, grup olarak tanımlı hale gelmemeleri. Avcılar ülkenin her yerinde avlanabilir. Yöre halkı bunu mahalle baskısıyla, yabancıya av yaptırmama biçiminde uyarlayabilir. Bu keklikçi kahvesinde kat kat bir sürü keklik kafes çifti var. İnsanlar hem kahve ortamında, çay may geliyor, hem belirli konuda buluşmanın özel havası var. Arada bir keklikler ötüşe başlıyor. Gak gak guburak guburak. İyi öten bir kekliğin fiyatı iki bin liraya kadar çıkarmış. Bu sahibinin onuru oluyor. Kafesler nedense çiftler halinde ve 70-150-200 lira gibi fiyatları var.

Dengbej evinde bir kültür tanıştırmasından çok daha özgüvenli, iddialı bir dil sunusu dinledik. Hilmi bey Adeta tüm Batı dillerinin Kürtçeyle kardeş olmasından öte Kürtçenin şapkasından, torbasından çıktığını gayet akıcı, anlaşılır biçimde savunuyordu. Aklımda kalanları araştırıp, uzun erimli izlemeye alacağım, ilginçliğini teslim ediyorum. Örneğin jinekolojinin jin’i Kürtçede kadın anlamına geliyor. Dengbej evinde ses ustaları havasına göre çığırıyor, coşuyor; yabancılar varsa onlar da tarih sunuyor, tanıtım yapıyor. Hilmi bey stran ezgidir diyor; batıdan bildiğimiz enstrüman ondan gelir diyor. Paniği ise Kürtçe ayak demek olan pane’ye bağlıyor. Orada fazla ileri gitmiş oluyor, Pan’dan geliyor diyecek oluyorum. Tabii Tanrı Pan’ın keçi ayakları yok muydu? Gene “ayak”tır diyebilir, o zaman Kürtçe Yunanca/Grekçenin de akrabası olmaya başlar.

Dengbej evi hemen her gün açık, konuklar da sanatçılar da rastgele buluşuyor. Bir tanesi destan söylerken ruhunu teslim edecek, gitti gidiyor diye korktum. Veya kızacak, sesinin heyecanı çok yukarılara ağıyor.. Sövüp saymaya mı başlayacak? Tüylerim ürperdi. Dengbej destanları çok iyi korunduğu söylenen tarihsel sözel kayıtlar. Yaşayan tarih ve yaşayan destan. Ölmüş, sesi çok güzel, kadın dengbejlerden en iyilerden biri Ayşe Şan’mış. Resmini mini halıya dokunmuş olarak Diyarbakır çarşısında gördük.

Hilmi Akyol hakkında BBC Türkçe haberi: http://www.bbc.co.uk/turkish/fooc/story/2004/05/printable/040521_fooc_konuksever.shtml?fbclid=IwAR1s9ZlLPYOkAtcifNxuSN_ZBGOLW5NmCtPE4AjQHgfgqPwFkHqk-8F8MgI

Amed’te etçi

ÖLÜM

Bilinmezlikleriyle ünlü ölüm ülkesi..
Sevgiden öte sürekli ölüm.
Korkudan öte sürekli ölüm..
Ölçüden öte sürekli delirim…

Aslında, Erik Erikson’un İnsanın Kırk Evresi vardır. Onu gereksiz, onunu siz biz anlamayız, onu toplam üç evrede özetlenebilir. Onunu ise kendisi üşenmiş, yazmamış. Geriye elde kalıyor; doğum, yaşam, ölüm. Ayrıntılı listenin akademik önemi var tabii.

Varolmanın dayanılmaz netliği ölüm. Ah ölüm. Yerçekimi eşittir ölüm çekimi. Eşittir kader. Akşamımızda buluşacağız kara sanatçımızla.

Yaşam ölür.
Ölüm de ölür –
Azot döngüsüne

Boğazım kuruyunca
Terk edersin zaten
Öldür de beni!

Ölen ölmüyor
Giden dönmüyor
Yaşayan yaşamıyor


Çehrem artık kuru kafa
İnişe alışıyorum
Hoş hiç değil
Ölüm uzun sürüyor

Ölümüm boğazımda yuvalı
Genzimden getiriyorum
İki parmağım arasında evirip kokuyorum
– Babam kokuyor
Bu kadar – gerçek – benim mi?

Ruhsal olarak yıkık ölçüsünde yaralıydı. “Ölüm ayrılıktır. Ayrılık ölümdür. Cem ettim, semah çektim, kocamın ölümüne dayandım,” diyordu. Gözlerinin içleri acı acı da olsa gülüyordu, parlıyordu. Bir vakit daha geçtikten sonra kadın, koca bunak bir bebek olmaya yönelmişti. Yuvarlanmayı bir yerden sonra yönetemiyordu. Gözleri hala canlı ve artık bokunu oraya buraya silen sıvayan. Ve canlı, yaramaz, ateşli gözlerle kuyusuna bakacağını, korkarken aynı kalacağını, belki korkmayı bunamayla aştığını, biraz savdığını anlar gibiydim. Yolundan iteleyerek mi beni çekiyordu, mıknatısça halı sererek mi?

Herkes biraz ölümü tadacaktır, lütfen sorumlu kullanınız. O iki kez ölümün gelini oldu: Ameliyatta, depresyonda..

Pilot: “Kule, kaçış izni istiyorum.”
Yaş otuz beş, ölümün yarısı eder.
Ölümün sonu. Yokluğun sonu. Evrenin sonu. Paralel evrenlerin sonu. Bunların sonunu getireceğiz!

A) Ölüm hiçlik değil, sadece erkek hiçliğin bedeni. B) Ölüm hiçlik değil, sadece ben hiçliğin bedeniyim.
Ölüm mutlak değil, hatta gerçek olduğu kadar sanal. Değerlilerimiz ve kavga etmeyi sürdürdüklerimiz biz ölmeden ölemezler. Sevilen ölünün burada yokluğu aslında özlemden, hasretten ibaret.

Ölüm, doğum gibi hayatta birçok kez yaşanılır. Herkesin bildiği örneği; “Öldüm öldüm dirildim!” Benim dikkate değer saydığım önermem ise; “Ölümlerin büyük bir kısmı iyileştirilebiliyor.” Bir başka kolay önermem, her sevinip coştuğumuzda dirildiğimiz, her korkup üzüldüğümüzde öldüğümüzdür. Dolayısıyla dinlerin insanların inandığı ölümden sonra diriliş fiziksel can ve yaşamımızda zaten mevcut. Yineleyici halde. Sanki yaşamdan ve ölümden korkumuzu saf dışı bırakmak istercesine dışarıdan verili gerçeklikler halinde..

O halde, ne kadar kısa olursa olsun, yaşam her zaman tam dozdur. Çabalı değil, verilidir. Yaşam bir gündür. Sonsuz bugün, bu an. Şimdi yani şimdiki geçmiş zamandır. Yaşamda ölüm zaten vardır. İnsanın yaşamını ölmesi veya ölümünü yaşaması biçimindedir. Ölümde yaşam olabilmesi için insanın ölmezden önce yaşaması, basiretle, çile ve zevklerin önceden bilinmeyen çemberlerinden geçmesi gerekir. Ölümün varlığı, ölümden önceki hayatın doğru mu eğri mi, anlamlı mı anlamsız mı, var mı yok mu olduğunu göstermez. Ölüm bir nokta veya süreç olup canlılık ve canın niteliği ölüme göre değil, içtüzükle kendine göre değerlendirilebilir. Başarısız ölüm vardır, ama ölmek başarısızlık değildir. Başarılı yaşamın hedefi salt ölümsüzlük değildir. Başarılı yaşayıp, ölüp, unutulabiliriz; sorun yapmayalım.

İnsan bu, doğru; arar. İnsan sorar, tahmin eder, korkar, formüle eder, fark eder, anlamlandırır, anlamından soyar, eskitir, yeniler. Ölüm çok önemli bir referans. Korktuğumuz, korkmaz hale geldiğimiz ölüm, yaşam, çözüm girişimleri..

Bir ölümde iki seçenek şüphenin intihar ve cinayet olması intiharı da, cinayeti de, hayatı da bildiğimiz sanısına inmiş darbedir.

“Yavrum Allah ölümü dağlara vermiş, dağlar taşıyamamış; insana vermiş, insan taşımış.” Halk sözü. Galiba İslam ve Kuran’dan bozarak uyarlama.

Teke yarımadasının Fethiye dolaylarında söyleyiş özelliği; “kısmetse” karşılığı “ölüm zulüm olmazsa” derler. Köylü adamın biri hem çocuklarına eleştiri hem kendine özeleştiri olarak ölüm evi ziyaret yemeğini kastederek, “Öldüğüme ah demeyon, yemeklerin sırasını şaşıracaklar (ona ah diyorum),” demiş.
Yaşam ve belirsizlik işaretlerini okuma dağarcığı içinde şu da varmış: Rastlantıyla, bir çocuk kendi bacaklarının arasından geriye doğru ve ters bakarsa o civarda bir ölüm, can kaybı olacağına belirti sayılır. Köyümüzde bunu balkabağının bol dökmesi gibi ciddiye alıyorlar. Balkabağı aşırı verimli olunca o evden ölü çıkacaktır.


Kar yağması neden herkesi heyecanlandırıyor? Neandertal bir tepki mi? Kaçıncı buzul veya buzul öncesi çağdan kalma miras? Kar ayrıntıları azaltıp öze yaklaştırıyor. Bir de yüzleşmeye çağırıyor, bilerek bilmeyerek böyle. Karın iki büyük sonucu çocuklaştırma ve ölüme (düğüme) yaklaştırma. Birbirine zıt ama aynı kökten beslenen sonuçları. Çocukluk da öz evladımız, ölüm de öz evladımız. Ölümün kendisi bir şok iken, her tür skandalı duralatıp dengelemesi, kar gibi değil, bir gazete kağıdı gibi örtmesi..

Hayatımız hayata hazırlanmakla geçer. Kritik bir anda, çatışmaya hazırlanmış bir askerin mevzide tüfeksiz olduğunu birden fark edişi gibi, bütün hazırlıkların yetersiz veya boş olduğunu anladığımızda ölümle burun buruna gelmişizdir. O andan sonra duruma göre ölmeye de yaşamaya da hazır yeterli hale geliriz. Dank ettiğinde tamamdır. Ondan sonra canlıyızdır. Sonrasında inadına hazırlık, bilmezlik havamız sürerse artık o seçimdir, gerçek bilmezlik değil. Rüyamda bana bildirildi. Tüfenksiz asker bendim de.. Bir sonraki rüyamda da yetkisiz merdiven altı çocuk ameliyatı birkaç çocukla birlikte benimkine de yol kenarında ve minibüs içinde yapılıyordu. Ben bekleyen baba durumundaydım.

Birisi öldüğünde sevdiğinin, yakınının yas tutması, yas acısı iki kişinin ürettiği sevginin gelirlerinin vergisidir. Ticaret yasası ve sevgi ortaklığının özel durumu gereği sevgi gelir vergisi ölüm veya ayrılıkta ödenir. Hasrette vergiyi iki kişi ayrı noktalardan aynı alıcıya öderler. Ölüm halinde ortaklar adına arkada/geride kalan iki kişilik gelir vergisini öder. Sevilmeyenlerin kaybında göstermelik yas dışında acı olmayacağından gelir vergisi çıkmaz. Bazı ilişkilerde, açık veya örtülü hasımlık gereği, ölümde vergi değil eski bir icradan kurtulma ve rahatlama özgürleşme çıkar.

Suçun suçluluğun olmadığı bir dünya olanaklıdır ama mutsuzluk ve acının olmadığı bir dünya olanaksız. Acı ve mutsuzluk dinamiklerini sinirlerimizden çekip alamayız. Yine de bunlarla bilişsel ve duygusal ilişkimizi yeniden yapılandırabiliriz. Ölümle, zamanla ilişkimizde olduğu gibi. Diyeceğim o ki, kumarda 52’lik destenin hepsini aslar veya papazlardan ibaret kılamayız. Kötü gelen bir elin ceza oyununu Die Hard/ Postu Pahalıya Sat gibi deneyime çevirebiliriz.


Evren/Tanrı/Varoluş sorularda, doğru ve kendimizin olan sorularda tutsun. Veya sessizlikte.. Zira;

“Cevap, her zaman ölümün bir şeklidir.” John Fowles – Büyücü

“Hayır, sanatın amacı, daha çok, insanı ölüme hazırlamak, onu iç dünyasının en gizli köşesinden vurmaktır.” Andrey Tarkovski

“Canlı maddenin ölümü hiçbir zaman yokluk değildir; yeni doğumları içkindir. Bu maddesel ölümsüzlüğün önkoşulu, madde olarak kalmak, ayrışmamış olmaktır. Parça kendini ayrı bir tanımlama gayretine girmedikçe bütüne aittir; ölümsüzdür. Bilinçlilik, ölümlülüğü doğurur.” Bilgin Saydam – Deli Dumrul’un Bilinci

“Çünkü büyü olan yerde ölüm yoktur.” Joseph Campbell

“Yedi gün bekledim. O yedi gün çok güzel bir deneyim oldu. Ölüm gelmedi, ama ben ölmek için üzerime düşeni yaptım. Tuhaf, garip şeyler oldu. Çok şey oldu, ama en temeli şuydu: Öleceğini hissediyorsan, sessiz ve sakin oluyorsun.” Osho
[Osho Provokatör Mistik kitabı yayın komisyonu özetlemesine göre, ölümüne yakın (ölümünden 9,5 ay önce) 10 nisan 1989’da Osho söylev vermeyi bitirirken sekreterine enerjisinin tamamen değiştiğini söyledi. İnsanın rahimde dokuz ay kalarak dünyaya gelmesi gibi dünyadan ayrılmadan dokuz ay önce enerjinin ölüm için yine bir başka kuluçka dönemine girdiğini açıkladı.]

“Ölüm bize meydan okuyor; büyücü olsun, sıradan insan olsun bu meydan okuyuşa karşılık vermek için doğmuştur. Yaşam ölümün bize meydan okuma yollarının bulunduğu bir süreçtir. Ölüm etken güçtür, yaşamsa arena.” Carlos Castaneda

“Ruhlar için ölümün su olmak olduğunu, su için ölümün toprak olmak olduğunu, topraktan ise su olduğunu, sudan da ruh olduğunu söyler.” Herakleitos

“Yayın adı yaşamdır, işi ise ölüm.” Herakleitos

“Demek ki Venedik’ten alınacak ilk ders ölümlülüktür. (…) Güya Venedik alışılmıştan daha ölümlü bir şehir olduğundan bir ölüm şehridir, ölümün şehridir, hastalığın, kokuşmanın şehridir, sağlıklı bir iş hayatı olmayan bir şehirdir, güvercinleri gibi ziyaretçilerin sırtından geçinen bir şehirdir, hastalıklı bir şehirdir, yüksek ateş yüzünden görülen sanrıların şehridir, yaşını başını almış kulamparaların ölmeye gittiği yerdir. Elbette zırvadır bunlar. En ölümlü şey en canlı şeydir.” Ursula K. Le Guin – Rüzgargülü/Gülün Günlüğü

“Yüreklilik, acımayı dahi öldürür. Oysa acıma en derin uçurumdur. Ama yüreklilik en iyi öldürendir, saldırgan yüreklilik: Ölümü dahi öldürür o.” Friedrich Nietzsche – Böyle Buyurdu Zerdüşt

“Diyelim insan ömrü pek çok uzatıldı, acaba ölüm bir çıkar yol olma özelliğini yitirecek mi?” Elias Canetti – Marakeş’te Sesler

“Güvenli bir yolda olduğumuzu düşünebiliriz, ama o güvenli yol yalnızca ölüme giden yoldur. Güvenli sandığı yolu seçen biri bir ölüden farksızdır.” Carl Gustav Jung – Anılar, Düşler, Düşünceler

“Ölüm biyolojik bir zorunluluk olmayabilir. Belki de ölmek istediğimiz için ölüyoruz.” Sigmund Freud

“Gerçekten de, özel bir ölümü beklemek mümkündür, ama ölümü beklemek mümkün değildir.” Jean-Paul Sartre – Varlık ve Hiçlik

“Hanım yüzünü örttü. Her hareketinde dayanılmaz bir oynaklık ve şehvet vardı. O kadar ki, Murat artık yüzde yüz ölüme ait olduğunu bildiği için bizzat ölüm denilen tabii hadisenin bile şehevi hislerle dopdolu korkunç ve insafsız bir şey olduğunu düşündü.” Kemal Tahir – Karılar Koğuşu

[Bir Çinlinin kitabını okuyorum, adı “Hayaletler Kitabı”, bunu söylüyorum çünkü kitap yalnızca ölümden bahsediyor. Ölüm döşeğinde yatan bir adam, ölüme yakın olmanın verdiği rahatlıkla şöyle diyor: “Hayatımı zevke karşı mücadele ederek, onu bitirmek için harcadım.” Sonra öğrencilerinden biri ağzından ölümden başka bir şey çıkmayan öğretmene hınzırlıkla “Sürekli ölümden bahsediyorsunuz ama henüz ölmediniz,” diyor. “Öleceğim elbette, sadece son şarkımı söylüyorum, bazılarının şarkısı uzundur, bazılarınınki ise kısadır, ama sonuçta her ikisinin arasında sadece birkaç kelimelik fark vardır.”] Franz Kafka – Milena’ya Mektuplar

“Ölüm yatıyor bugünün geçerli sağlığının altında. Sağlığın bütün kıpırdanışları kalpleri çoktan durmuş varlıkların refleks devinimlerini andırıyor.” Theodor Adorno- Minima Moralia

“Ama ölüm karşısında, ölümün basit ve kolay olduğu inancıyla direniyorsak, yaşam tatsız ve boş olur ve özgürlük kavramı anlamını yitirir.” Rollo May – Özgürlük ve Kader

“Geleceğim, bekle dedi, gitti..
Ben beklemedim, o da gelmedi.
Ölüm gibi bir şey oldu..
Ama kimse ölmedi.” Özdemir Asaf

YÖRÜK HASAN

Çukur Ceylan köyünün en nevi şahsına münhasır, kısmen bunak, kısmen deli, ama cin gibi de akıllı, mani ve tekerleme deposu yaşlısı. Tabii bedeni tarih oldu. Esas adı Hasan Kurt idi. Bir dolu torunu, yeğeni, akrabası hala köylümüzdür.

Uyudum uyudum uyandım
Kahve dengine dayandım
Hasan dayı ben seni
… sandımıdım

Ah Yörük Hasan dedem, nereden bulvraan da bütün manilerini söyleteen, eksikleri de kendine soraan? [söyleteyim, sorayım.] Son bölümdeki vurucu tema neydi acaba? Sözü söylettiği bağyan onu saldırır, sardırır mı sandı? Şaşırmıştır da “İyi bir adam sandıydım, boynuzlu çapkın!” mı diyor? Bu tahminlerden ilgisiz başka bir şey mi vardı? Hasan dayım, kimse senin sözlerini, manilerini anımsamıyor. Sadece kendini biliyor, şunun kocası, şunların babası diyor. Yaşlandığında matıfladığını, yarı deli, yarı meczup bir şey olduğunu biliyor. Seni galiba yeterince korumadık. Oysa hemen her Anadolu köyündeki gibi, bizimkiler de “Delisi çok olan köy çok ileri gider,” derler. Oldu mu bu? Herkes senin birkaç manini bilmedikten sonra sen boşuna mı yarı deli oldun, boşuna mı bunadın? Boşuna mı döktün o ciğeri, ses özeklerini?

Olsun varsın. Senin gençliğin, yaşlılığın korumadığın aklınla birlikte bir akıl ve kültür dağarcığı oldu. Saçtın sözlerini. Unutulsa da olur. Gereken yine bir yerinden yumurtlar. Bulur söz formülünü. Duyduğuma göre Danacı Emin senin sesini teybe çekmiş, anlattırıp söyletmiş. Seninle birlikte ovada mal güderdik. Çobanlık arkadaşıydık. Çalışkan biri değildin, ama her harman yerinde değneğin ucuyla teker teker nohut teneleri ortaya çıkarır, onları küçük bir keseye ilkerdin. Sanki güttüğün mallarla birlikte beslenirmiş gibi. Bu benim için damlaya damlaya göl etme ilkesiydi. Bir tür verimlilik ve tutumluluktu.

***

Bir gün Yörük Hasan’ın boz eşeği sahibinden kaçmış. Semerine ilintilenmiş olan orak eşek koşarken kazara dönüp kendi sırtına saplanmış, hayvan kan kaybından ölmüş. Yörük Hasan’ın kendi de bunamıştı. Güzün selli, çamurlu, kırağılı bir gününde olasılıkla evinin ışığı sanarak 10 kilometre uzaklıktaki mermer şantiyesine doğru kendi kendine bıdırayalak, bıdırayalak yürümüş gitmiş. Ovada geceleyen bizim çocuklar, kardeşlerim korkup, anababamız geldi sanıp toparlanmışlar bile. Sonunda Dont Özü’nün ilerisinde, kesikte bacak ata ata bataklığa saplanıp kalmış. Taa karşı köy İncallılar’dan iki avcı görmüş de tanıyamamışlar, bizim köylüye haber vermişler.

O batağa saplanıştan sonra Yörük Hasan ancak bir iki ay sağ kalmış. Benim akrabalarım arasında da ona soydaş olanlar var. Bir yeğeni unutkanlığa yatkınmış. Bir keresinde bu yeğen Isboğlu’nun evine saman depmeye gitmiş. Hedefi ıskalamış, inip yürümeye devam, Başmuar’ı geçerken karısı farkına varıp şakamat lakabıyla “Voyn Şükürü!” diye ünnemiş: “Samanlık beride, beride.”

***

Hasan dayım, bir anıcığın çok ömür. Bir yayla evinde içkili olmuş olabilir, hep birlikte yiyip içme ve şakalaşmak için buluşmuşsunuz. Buna oralarda henk kurmak denir. Galiba arkadaşların sana oyun etmişler. Senin yiyeceğine müshil karıştırmışlar. Gece olmuş, kapı dipli, yani bir tür mekanizmayla kapalı, kilit gibi. Herkes yer yataklarında, uyur numarasındalar, ama gözleri sende. Bir süre sonra dertlinin ishali zor etmiş. Kıvranıyorsun, tırlak patlayacak. Tıkır tıkır karanlıkta kapı açmaya, bir yandan dostlarından destek almaya çalışıyorsun. Sert ve güçlü söylersen sıkışan ishal senin donuna dolacak, o yüzden usul usul isim fısıldıyorsun, sızlanıyorsun. Tıkıraştırma devam:

– Süleemeeen, Süleemen!
– Mıraaat, a Mırat!

(Sessizlik ve kapı mandal mekanizma kurcalama sesleri)

– Süleemeeen, Süleemen…
– Mıraaat, a Mırat…

(…)
(Ve sonunda)

– Hah annacığını silktiğim! Kapıyı da açtım, donuma da sıçtım!

Birkaç manisini dizivereyim de belki anısına eğilen birine ek olur, katkı olur:

Çavış, çavış!
Gel bana danış.
Eskerden mi geliyon,
Sırım sikli çavış..

Ötten geliyor bi gartal
Bi ganadı yer yırtar
Bi ganadı gök yırtar
Buna Mamadali pelivanı derler
Otuz adam garnı yırtar..

Avradım avradım
Daşı deyneği kavradım
Ben değneği aldığımda
Neden kaçmadın, ay avradım!

Gemi gelir Aydın’dan
Karlı dağın ardından
Çoluk çocuk ne anlar
Gül memenin derdinden

Gemi gelir yanaşır
İçi dolu çamaşır
İstanbul’un kızları
İstemeden yanaşır

Combazı garefil dolu
Kesesinde saman yok!

Anılı, olaylı da olabilecek bir mini Yörük Hasan tekerlemesi:
“Gır gıdım gır gıdım
Önüne ot atarım
Ardına sap atarım”

Yörük Hasan dayımızdan miras bir cümlede kendisinin malı cin gibi ve hain ruhlu:
“Fineket geliyor benim mallar.”

Yörük Hasan’ın ani çıkarabileceği sağ kroşe ve parça etkili bomba cümleler var. Yörük Hasan’a özgüdür, basit ve kestirmedir, imzalı sözleri sayılır:

– Tüyü boz, Trampayı boz! (Anlaşmayı bozuyorum.)

– Senin götün kokuyor! (Rakibi anında yere serer. Karşı savunması çok güçtür. O andan sonra muhatabı şirretleşebilir.)

[16 Aralık 2013]

ETOBUR EVRİM UYGARLAŞMA

[16 Aralık 2013]

İnsan temelde diğer maymunlar yani primatlar gibi otobur bir hayvan. Tarihin bir yerinde hem ağaçtan indi/düştü, hem dişi eti tattı. Hepçil oldu. Tek eksiği belki de leşçil olmak. Her türlü hayvan kategorisi ve sınıfıyla rekabet ediyor.

Homo erectus sapiens etobur hale gelmeseydi yani maymun kalsaydı beyin kapasitesi gelişemezdi. Maymunlar kadar kavgacı ve saldırgan olurdu. Zekası nedeniyle insanın saldırganlığı daha tehlikeli. Bu tehlikeden ötürü insanoğlukızı sinyal verebilmek, birbirine sağlıklı uyaran verip alabilmek için tüy döktü, çıplak maymun oldu. (Desmond Morris bunu aynı isimli kitabında enine boyuna inceliyor. Yanılmıyorsam zoologtur, hala da sağ.) Ne diyordum, insan böylece bu haberleşme kapasitesiyle evrim tarlasında hızla gelişti. İnsan saldırganlığı -ileride uygarlaşmada en özel haline şiddet denilecek- kendine dahil aşırı tehlikeli olduğundan uygarlaşmaya yol açtı. Uyaran vermek, geri bildirim almak zorundayız. Demek, uygarlığımız, insan kültürü başlangıçta aslanlaşıp (veya kedileşip) etoburlaşarak ağaçlardan inişimizle viraj aldı. Midemiz hala etlerin sindiriminde zorlanıyor. Mide-barsak özgün olarak et için tasarlanmamış.

Uygarlığın, etoburluğun son evresini tartışma zamanı geldi. Ruhsal etoburluğa da bakmalı. İnsan olmanın bir özelliği de verili tanımlı olanla kısıtlanamaması. İnsan şudur, başka şey değildir demek ne kadar zor? Bu insan değil dediğimizde yalnızca şaşkınlık dozumuzu açık ediyoruz, insanlık namına birini insanlıktan dışlayamıyoruz. İnsan şimdiye kadar dışta tarihte ve içte iç dünyasında neler yaptı olduysa odur. Neler yapacak olabilecekse gene odur. İnsan olmayı sadece dün belirleyemez, dün yalnızca bir göstereçtir. Gelecek de belirler. Geleceğin insanı belirlemesi, insanı kendi imgeleminin belirlemesi anlamına da gelir. Kısıtı sınırı, öncelikle çağrışımları yani hayal gücüdür (imgelem gene).

Şimdiye kadar tarihte ve insan ruhunda, ne hayal edildiyse erinde gecinde gerçekleşti. Bu bir eğilim, adeta yavaş işleyen bir fizik yasası. Yeşil dünya, hayal ve tasarım gerçekleştiren bir gezegen. Aynı Tarkovski’nin Solaris’i gibi. Korkacaksak korkalım bundan -umutlanacaksak umutlanalım. Ne düşündüğümüze, neyden korktuğumuza, ne arzuladığımıza dikkat kesilelim. Korkunun bir anı aşan dozları, hele duyguyla dolu imge halindeki korkular, evren işçilerince arzu gibi işleme alınıyor. Evren düzenekleri Türkçe bilmez, duygu ve eylem bilir. Ayrıca hemen her dildeki olumsuzluk ekleri evren dilinde yok. Her tümce -meme -mama tarzındaki eklerinden soyulmuş sadeleşmiş içeriğiyle evren tarafından arzu mektubu dilekçesi olarak yorumlanır.

İnsanın bencilliği de evreni yarıp geçebilir -büyük intihara değin genişleyebilir. Maddi evren belki de bir iç elemanı, canlı cansız üyesi tarafından parçalanabilir, yok edilebilir. Bireyin, canlının özgeciliği yani fedakar, düşünceli, bütünleşik olma kapasitesi de evreni kuşatabilir. Herkes herkesi, her şey her şeyi etkiler; her birim ağ bütünleşiğidir. Her bir işi tek birey tek başına yapamaz ama olup yapanlar iyisiyle kötüsüyle kardeşimizdir, biz de bir parçasıyızdır. Her bir büyük ve küçük olayın. Bilerek de sorumluyuz; bilmeyerek, unutarak, bakmayarak da. Sorumluluk suç değil, büyük resme katılım anlamında. Kim elinden ve gönlünden ne geliyorsa onu yapsın. Bilse bilmese çorbacıdır.

EFELİK RUHU

Zeybek dinlemenin zevki, tutku haline gelişi.. Yalnızca bir nokta olan bireyin gücü, inadı, kendinden geçmişliği, gözükara oyunbozanlığı olarak milliyetçilik gibi. Bu haller içimde efeyi ve zeybek dinlemeyi bayraklaştırıyor.

Hemen baştan sululuğu ama.. Hayd’efem! (Sok veya tak artık şunu demeye gelir..)

Efe demek psikopat, sosyopat, antisosyal, adaleti zorla ve kendi eliyle sağlamaya kalkışan eşkıya demek. Hele bir kısmı çetesiymiş, suç örgütüymüş daha örgütlü. Kan ve adalet, kanlı adalet imgesi. Efe topluma ve toplum düzenine zararlı, ama aynı topluma efelik ve efelik ruhu gerekli. Toplumun yücelme, aşkınlık, coşku, hayal kurma, riske girmeden özdeşleşme işlerini tez elden, tek elden yerine getiriyor. Düzenin askıya alınması düzenin en ince oyunlarından biri ve toplum bunun için harcayacağı çocuğunu, efeyi kullanıyor. Sonradan türküsünü yakar, destanını yaratırsa efeyi liderler arasına alıyor, günah çıkartmış, af dilemiş oluyor. Zeybek, öldürülen efenin teşhirinin ruhsal düzeyde ve daha sonra yapılanı. Öldüğünden emin olunan efeye zarı zarı ağlanabilir.

“Efe bıçım” efe donunda, efe gibi davranan, efemsi kişi. Olasılıkla zamanında efelere de söylendi ama daha çok efe taklidi yapan külhanbeyi, zeroğlu, sert, kabadayı kişilere arkalarından söylenen, eleştiri ve hafifseme yollu sıfattır. Bu söylemdeki efe, efelenen ikiyüzlüye benziyor ama efelendiği ve arkasından bu sözü edenler de ikiyüzlü.

Çukur Çeylen’de Kaşlı Ahmet nam efe bıçım ama benim sonraki olgun oturaklı halini bildiğim bir ademoğlu var idi. Kaşlı A’mat 20-25 yaş arasında bir süre cezaevinde kalmış. O zaman dayısıyla cezaevinden mektuplaşıyormuş. O, dayıdan biraz para göndermesini istemiş. Dayısı göndermemiş veya yazıyla gönderemem demiş. A’mat sizi şöyle yaparım, böyle yaparım diye yattığı yerden tehdit etmiş. Dayısı mektupta cevaben “Dakılı köpek ürer,” demiş, yani kaale almamış. Kaşlı A’mat cezaevinden çıkar çıkmaz, eve gitmeden önce dayısının on tane atını tabancayla vurmuş, öldürmüş. Efelik kariyerini yakın akrabasından başlatmış.

O değil de, bu Egelilerin bol keseden “efe”, “efem” deyişleri benim kulağımı tırmalıyor. Hocam, beyim, kanka gibi içi boşalarak yaygınlaşma tehlikesi de içeriyor. Aşırı kullanım, gündelik kılma her şeyin içini boşaltacak. Böyle bir özel adlandırmanın değeri ve etkinliği aynı zamanda sürekli baş vurulmamasından, yalama edilmemesinden gelirdi.

Sevgi var, doğruluk var ama onlar hep sevgi ve doğruluk denilen yerde değil. Sonuçta ben Memet Efe değilim, Memet’im. Efeliğim çıkarsa zamanla ve olaylar bağlamında çıkar. Eskiler, evet, büyüklerine efem derlerdi, ben de tanığım. Bizim çağımızda efe efem abartıya, öykünmeye girer. Hatta paşa gibi, efendi gibi, “sakin ol şampiyon” gibi tam tersi anlamda kullanılır olmaya başlayabilir. Bütün rütbe ve sanlar zamanla veya içinin boşalmasıyla değer kaybına tabidir, hiçbiri kaçamaz.

Efelik ruhuna ben ilişkiler ve duygular dünyasında yer buluyorum, pek seçkin bir yer. Aşk ilişkilerinde iki kere ikinin hiç ettiğini kabul etmemek, iki kere ikiyi dört ettirmeye çabalamak kişiyi pratikte aşkın sevginin dışına düşürür. Aşk eylemi sertlikle, hep ve hiçle yürür. Aşk ilişkisinde Türkler için başlıca iki kutup vardır: Ağalık kutbu, Efelik kutbu. Bu ana kutupların arasına çıkar ve mantık yolu demeye gelmek üzere Yahudilik kutbunu sokan, kuramsal olarak aşk dışına atılmış olur. Düşünüyorum da, her gerçek ilişki, sevgi ilişkisi bir parça ideal pozisyonla bir parça da gerçel; çıkarmış, şüpheymiş, kullanmaymış, iktidarmış, vs insan halleriyle bezeli olur. Bu gerçel-ideal gerilimi insan olmanın bedensel ve ruhsal gerçeği.

Dedemin çağdaşı, 1909 – 1933 arasında yaşayıp Fethiye ile Elmalı arasında etkinlik göstermiş Sırrı Efemiz var. Kendisine türkü de yakılmış bir 20. yüzyıl efesidir. Kökeni Çerkes. Öyküsü Akdağ’ın kuzey eteklerindeki Seki’deki yayla evinde başlıyor. Marangozluğu ile ünlü Sırrı, ağa ve eşraftan Abalı sülalesinden komşu “Deli Saliha” ile bahçe sulama anlaşmazlığı sonucu, onların ahırlarından iki develerini keserek efeliğe başlamış. Sonradan bir dörtlü çete oluşturmuş. Jandarma aramasında Seyil Dont’ta bir jandarmayı vurmuş. Rodos’a kaçmayı kafasına koymuşken Düdenköy’de yakalanıp Elmalı Cezaevi’ne kapatılmış. Orada cezaevciler onu sağ komak istememişler. Kum torbalarıyla darp izi bırakmadan öldürüp “İntihar etti” demişler. Talimatla başı kesilip başı Seki ve Kemer’de teşhir edilmiş. Sevdası da var, sevdalısı Zeynep’ten bir çocuğu olmuş.

Seki’ye yakın olan Çukur Çeylen köyümüzden Kaşlı Ahmeti/A’madı kopil efe iken Sırrı Efe’nin dost çevresine katılmış. Sırrı Efe’nin başka bir kızı, annemin ilkokul arkadaşı olmuş. Büyük aşkı Zeynep’ten değil, Ma’tıp (Mehtap) denilen bir kadından ve adı Alive (Aliva). Efe’ye bizim yörede eksiksiz sesletimiyle Sırrı demezler, “Sırı Efe” derler, yöresel türkü okuyuşlarda buna dikkat edenler vardır. Hakkında internetten buldurulabilecek İlhan Kurt’a ait “Beşkazalı Sırrı Efe” diye bir tarih-inceleme kitabı var.

Kaşlı Ahmet’in oğlu Celil’den bazı öykülerini dinledim. Bir öykücükte ana kahraman Sırrı Efe değil Ahmet Onbaşı. Sırrı Efe bir gün Kaşlı’nın yanına ziyarete geliyor. Yiyip içtiklerinde Kaşlı Sırı’ya yatak ettiriyor. Adam yattıktan sonra Ahmet Onbaşı atla 70 km tepip uzaklardaki bir hasmıyla kapışıyor veya efeliğini yapıp geliyor. Sanırım kimseyi öldürmedi, yoksa bir şekilde ortaya çıkardı. Ertesi sabah jandarma sorgusunda Kaşlı Sırrı Efe’yi tanık gösteriyor, şüpheli şahıs olmaktan kurtuluyor. Sırrı anlıyor dalgayı, “Ben o kadar nam yaptım ama bu numara aklıma gelmezdi, sen benden üstünmüşün, ver elini öpeyim,” diyor. Çok uyanıkmış Kaşlı Ahmet dayımız.

Köyümüzün bir başka uzantısı olan İncealiler (İncallılar) köyü/mahallesinin de 1970’lerde namlı bir efesi vardı: Durmuş İnce. Seveni olduğu kadar sevmeyeni de çok. Jandarma ve polisin değişmez şüphelisi.. Fethiye’de banka mı soyuldu, yaylada adam mı öldürüldü, bir kişi kolu bacağı kırılana kadar mı dövüldü, her olayda Durmuş İnce içeri alınır, gerisine sonradan bakılırmış.

Gazeteci Abdi İpekçi öldürüldüğünde, emniyetin “Bu işi kim yapar?” sorusu, olağan şüpheli Durmuş İnce’yi akla getirmiş, yine tutuklanmış ve gazetelere çıkmış (Milliyet, 9 şubat 1979). Durmuş İnce’nin telefonla ceza avukatına ulaşmasıyla avukat İçişleri Bakanlığı’na telgraf çekip, Durmuş İnce’nin siyasi görüşünü (sol), Abdi İpekçi’ye sevgisini belirtmiş. Sonra Durmuş İnce aklanmış vs. Yaşamının son zamanlarında Fethiye’de otel işletirmiş.

Hafif içeriye Denizli Tavas’tan öğrendiğim çağdaş efe özetine geçeyim. Torununun kızını tanıdığım, iki bacakta iki bıçak taşır bir Tavas efesi; Çizmeli Efe. Galiba çizmelerinde bıçak koyma veya saklama yerleri var. Herkes ondan çekinirmiş. Genç yaşta içkiden, doğrusu ispirto içmekten ciğerlerini çürütmüş. Bazı hasımlarını öldürmüş. Öldürülmesi için pusu kurulmuş. Bıçakladığı çok adam var, pek tüfek ve tabanca kullanmazmış. Öldürdüğü kişilerden biri yaka silkilen adammış. Teslim olmaya gittiğinde karakolda salıverilmiş. “Sen toz ol. Duymadık, kimin öldürdüğünü bilmiyoruz.” Kumarı varmış ama sadece zar atarmış. Çökmesi öldürülmekten değil, içkiden. Asabi olduğundan gelinini dövdüğü gibi evi de dağıtırmış. Efe olmayan dedemin huydaşı oluyor. Sonunda dağda ölmek üzere can çekişirken oğlu bulup sırtında aşağı köye getirmiş. Öldüğünde akciğerleri ufak bir el kadarcık ve köpük topağı gibiymiş.

Dipnotlar, çözümlemeler:

Ağalık, verme vericilik ruhu. Ağalıkta da bir yürek var. Efelik ise alma, vurma, öfke ruhu. Uzaktan kavram bağlantıları ağalık-sevgi-tasavvuf, efelik-güç gösterisi-yoga. Sırrı ile Kaşlı’nın efeliğe başlangıçları çok benzer. Kaşlı’nın efeliği ölmüş veya gündelik hayata karışmış, yaşlılığını gördüm. Sırrı’nın kendisi ölmüş, efeliği kalmış, o yüzden eşitlerse de onun namı yürümüş. Belki Kaşlı için emekli gladyatör diyebiliriz.

Kaşlı’nın ve Sırrı’nın birden fazla eşi yavuklusu var. Şövalyemsi, bir hanımın sözcüsü gibi değiller. Bu bakımdan yürekli ve açık sözlüler kendileri için konuşuyorlar. Psikolojik unsurlardan egodan da çok id’in, altbenin, içbenin temsilcileri. Aşk kutuplarına hariçten sokulan dalkavuk, ağa ve efenin ikisinden de farklı. Sanki Yahudiye, gündelik çıkarların adamının ilişkilerdeki haline benziyor. Nüfus olarak en çok Yahudiler varız piyasada. Ağa da efe de az.

Bir konu daha. Efe bireysel veya ilişkisel yaşam ile toplumsal siyasi yaşamın kavşağı.. Bireyin kızgın yağdaki hamsi gibi birden kalabalığın, tarihin sahnesine fırlaması. O bakımdan bir Osmanlı paşası olduğu halde Atatürk bir efedir, kallavi. Elbette çapı ve devlet kuruculuğu nedeniyle tipik bir efede sakil duran entrika ve politika özelliklerine de sahiptir.

Tabii efede bir sınıf tutma ve ezilen temsilciliği beliriyor. Şu var ki, tipik efe adalet için yanıyor, kendini yakıyor. Yalnızca işaret fişeği oluyor, sonra top toplumdadır. Efenin örgütçülüğü bir yere kadar. Veya örgütçülüğü daha çok ulaştığı gönüllerde ve yüreklerde. Derin devlet gibi, derin örgütleyici. O yüzden toplumun bu tip referanslara, özdeşleşilecek, yürek ve enerji sağlayacak simgelere gereksinimi var. Onu toplumca öldürdüğümüz halde yok olmuyor. Topluma en çok bu psikopat toplumdışı tayfası hizmet etmiş, yaramış oluyor. Keçileri kendi içlerinde bütün ve canlı kılıyorlar, keçiler kaçmıyor.

Sadece Atatürk ve Che Guevara mı; Peker de öyle, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya da öyle. Kimse örneği olduğu ruh ve insan modelinin saf hali, başka hiçbir şey olmayanı zorunluluğunda değil. Biz gözle ve yürekle ayıklayacağız. Burada sol örgütçüler aynı anda hem efe, hem sırasında kullanılmak üzere yeni toplum mayası. Efsaneler olmadan kalabalıklar yürümez, ilerleyemez. Heyecanlandırmayan her din ve tanrı ölür. Olmadı topluma hormonlu, yapay önder ve efsaneler mitler pompalanır, servis edilir. Ona da dikkat etmek gerekir. Nerede can, gerçek can var, nerede gerçeklik var.. Yine de sanırım gerçek aşk, yapay aşk bir yerden sonra aynı kaldıraçtırlar, işlevi olan vardır, gerçektir.

Aydın insan ne kalabalıkların yerine geçebilir, tarih yazabilir ne efelik taslayabilir. Aydın insan baykuş gibi bakar, bakar, derini görebilişiyle şeylerin işine yarar. Mimar imgelemine sahiptir, yeni yapının iskelesini kurucu olur.. Aydının kendini zindanlarda çürütmesi kendi tercihidir, ama asıl görevi o değildir. Efenin sağladığı yüreğin yanına, kullanılabilir beyin biriktirmektir. Yedek beyin, dondurulmuş çekirdek beyin. Yeni toplumun gizli anayasası, nizamnamesi. Türkiye’deki asıl gariplik aydınların pek çok durumda efeliğe zorlanması veya soyunmasıdır. Gözümüz aç, enerjimiz çok, ne yapalım!

YASAK AŞK İKİZ İNTİHAR

Aşk uğruna ölmek saçma, öldürülmekse makul diye düşünüyordum. Yaşam, saçmanın öldürülme düzeyindeki bir yorumunu karşıma çıkarttı. Bir yasak aşk çifte intiharı öldürülmenin “çaresizlikle ölme ama öldürecek olanları çaresiz bırakarak öldürme” gibisini gösterdi.

Şu haberdeki iki yasak aşk intiharı kahramanından ölen kadın ilimizden, yöremizden. Babası yörük ve US denilen efeydi. Kocası kumarbazmış, kadın onun çok borcunu çalışa çalışa ödemiş. Yörük kızıyım, efe kızıyım demeden, temizliklere giderek. Yasak aşkı aile dostuyla. Kadının ailesi kayboldukları ilk duyulduğunda zaten, öldürürüz, yaşatmayız demelere başlamışmış. Rahat bırakılmayacaklar diye umutsuzlukla beraber intihar etmişler galiba. Koyunlarına mektup koymuşlar. Erkek çok zor ölmüş olabilir, ip kırılmış. Erkek (Se), birlikte gömülmelerini vasiyet etmiş, ama kızın anası cenazeyi yaylaya köye getirtmiş. Keşke Türkiye’de hiç olmazsa aşk intiharlarının birlikte veya yan yana mezara konması adetini şimdiden sonra bari oturtabilsek.. 

S kadın (Sa) içini sadece eltisine dökebiliyormuş. Sa, gerçekleri sonra anlatırsın demiş. Kocasının kumar borçlarından (muhtemelen ayrıca gözünün onu basmamasından, sevgisizlikten) burasına gelmiştir. Kaçmazdan önce anasını aramış helallik istemiş, kocasından canına tak ettiğini söylemiş. Mayıs başında kaçmışlar. Bulunmaları 4-5 gün içinde olmasa, ne oldukları  bilinemeyecek, vücutları bulunmayacak, belki belirli mezarlarına gömülemeyeceklerdi. Doğrudan ortaklaşa intihara (benim ikiz intihar diyesim geliyor) basıp gitmişler. Hemen o bölgede bir yerde intihar etmiş, asılmışlar. Bizim yörenin dilinde kendini asmaya asılma deniyor. Se’nin ipi kopmuş, çok debelenmiş, yine de ölmüş. Bulunduklarında gözlerini arılar yemiş veya yemeye başlamış. Toprağın sıcaklığıyla adamın vücudu şişmiş durumdaymış. Kadın ise can havliyle elleri boğazındaki çaput düğümünde olarak asılı kalmış.

Birlikte ölmeleri aralarındaki duygunun da şansı. Biri arkada kalsa mutlaka aralarındaki duygu, yaşam ve yaklaşım farkları görünürlük kazanırdı. Böylece yaşam onların ortaklaşma iradelerine yardım etmiş, iplerini birleştirmiş. Dolayısıyla ailelerin anlayışsızlığı ve düşmanlığının üstüne çıkıyorlar. Pek çok yaşayan olarak zombiyiz (canlı değiliz), onlar ise ölmüşken destanlar. Çook daha uzun yaşayacaklar. Bilinirlikleri, anılmaları sadece soy sülaledeki anılardan ibaret kalmayacak. Onlar ölü değil, artık yürek açan, yürek genişleten çağdaş efeler. Eylemlerinde tabii ki çok ciddi saldırganlık var. Hem etkin, hem edilgen şiddet. Bizi siz öldürene kadar biz zaten ölmeye kaçar, öldürecekleri boşa düşürürüz. Hatta burada kaptan haline gelen Sa ve efe/psikopat olan erkek kardeşlerine, tüm yörük aşiretlerine racon kesiyor. Merkezdeki kaptan efe sayılan erkek kardeşini gece gündüz zamansız mezara kapanmaya giden, olanları anlayamayan, gözleri yaşlı, hayata kapanmış ve şaşkın durumda görüyorlarmış. Zırt pırt öfke saçar, silahla ve öldürmeyle korkuturmuş. Yapar yapmaz, bazı yaptıkları olmuş olabilir. Babasının daha çok vukuatı var. Efeliklerden, hışımla anlaşmazlık çözmelerden yana da çok, kız kadın kaldırma, kız kaçırmaya yardım gibi kadın işleri de çok. İki karılıydı ve 65-70’lerine tam ulaşmadan bunamayla öldü. Sa’nın diğer bir erkek kardeşi halen cezaevindeymiş galiba, sabıkası olmayanı yok. Babasının kalan iki eşi koca bir beton konakta birlikte oturuyorlarmış. Öbür durumda yaşatmam, yakalarım diyen/diyecek adam erkek kardeş şimdi, kaçsalardı, Yunanistan’a gidebilirlerdi diyormuş. Sa’nın aşkı Se tekne sahibi zengin adammış. Ölmeden önce 100 küsur bine araba satıp Sa’nın ailesi yararına harcamış olabilir. İsimleri de uyaklı: Se ve Sa. Küçük dedikodu kabilinden Sa’nın güce tapan, parayı çok önemseyen bir kız/kadın olduğunu söyleyenler çıktı, ama bu onun gözü kara cesaretini ve yüreğini dışlamaz. Soyu sülalesi suskunluk yemininde gibi olmasa daha fazla işlenecek, kamuoyunun gereksindiği efelik ruhunu uzun süreler karşılayacak öykü unsuru çıkardı.  

Onu beğenmeyen, eleştiren, kakışan kadın ve erkekler varsa, normal bir zaman akış hızıyla yavaş yavaş onunla özdeşleşebilir. Zeybek, efe, sanat unsurlarıyla birlikte konu ve öykü kalben yücelme fırsatı yakalayabilir. Barışılır ve sahiplenilir. Sırf Fethiyeli hemşerisi olmak bile bana özdeşleşme fırsatı veriyor. Hiç birebir yaşanmışlık, karşılaşma, gözüme çarpma anımsamıyorum. Bu da nedir, efsanenin yanından ona tamamen kör olarak geçebilirsin. Efsane de kendine yabancı olabilir. Geri gelmez bir anda, efsaneliğin bir temel ve seçici hareket kipini yakalar, var olur. Bazısının ruh parlaması göz kamaştıracak kadar erken ve sürekli de olabilir. O durumda efsane göz göre göre geliyor, bizim aramızda büyüyor olur.

Sa çoğu yörük kızı gibi motosiklet kullanmayı biliyormuş. Ası yerine, yamaca scooter motorla gitmişler galiba. Motor sürmek demek at binmek demek. Annesi kaçmayı ilk duyduğunda “Ölülerin gelir inşallah!” diye öfke gösteresiymiş. Ölüsü 4 -5 gün sonra, belki de kokma sayesinde bulunduğunda ise, “Dillerim kırılaydı, demeyeydim, 20 yıl bile küs gezsek geçerdi, açılır konuşurduk,” demiş. İsterim ki karşı fikrim o anaya gideydi: O ilenme sandığı gibi ilenme olmayabilir. Haber geldiğinde belki çoktan kendilerini ikiz astılar. Anasının dedikleri farketmeden olacağı bilme biçiminde bir saptama, bir önsezi. 

İntihar edenler kötü eder, cehenneme düşer diyenler böyle yüksek enerjili bir intiharla olasılıkla suspus olurlar. Dedikleri kırık plak sesinden öteye geçmez. Bir kere olay öyle güçlü ki.. Öldüreceğiz diyenlerin yargısını kabul ediyor, bize hayat yok, anladık diyorlar. Ve fakat Sa infazı eline alıyor ve pokerde floş royal açar gibi grand bir hamle ile yalnızca ikisini konuşur, diğer tüm saldırganları susturur kılıyor. Dolayısıyla yaptığı, kendini suçlayıcı değil, herkesin üstüne çıkarıcı apayrı bir harakiri. Evet, nefs, can azizdir, kolay kolay gözden çıkarılamaz. Ama Sa intiharı bir feda, özveri eylemi ve bağırıp haykırma eylemi olarak çıkışa dönüştürüyor. Se onun sadık çömezi, çırağı sayılmalı; kaptanın kadın olduğu çok açık. Öykünün başında bir tıkanıklık, açmaz vardı. Hem aile istenci hem toplumun tutucu tercihleri gereği. Zor oyunu bozar, Sa zor tercihi ile kuşatmayı yarıyor. Bir mini süs de Sa’nın dilinin kırık, iletişimsel, becerikli ve güzel oluşu. Bunlar tek başına değil, matris içinde öteki renklerle birlikte onu temizleyip saflaştırıyor, yukarı taşıyor, saydırıyor.

Bu ikiz intihar destansı bir şiddet ve aşk intiharı. Beni çok etkiledi, etkilemeye devam ediyor. Eskiden olsa türküsü yakılırdı. Benim çocukluğumda bu tip bir olay olduğunda bir zaman içinde yeşil veveya kırmızı yazılarla, saman kağıdına basılı destan şiirler çıkardı. Teksir kağıdı niteliğinde ama gene de daktilo harfleriyle baskı anımsıyorum. Cami kenarından mı, dükkanlardan mı alıyorsa, babam eve alıp getirirdi. Anababamın fiilen birlikte oturup okuduklarını görmezdim, ama etkilendiklerini, etkileştiklerini anlardım. Okumayı öğrendikten sonra birkaç tanesini okudum; içeriklerini şimdi anımsamıyorum. Örneğin benim çocukluğumdan kalma bir aşk öyküsü türkümüz, garip şekilde Uşak türküsü bilinerek radyolardan çalınırdı. Bizdeki adı Hacıların Osmanı. Türkünün adıysa Kiremitte Buz Musun (beyit devamı – gelin misin kız mısın)…

TÜL-ZAR MEVSİMİ

Mardin Abbaraları

Mardin – Urfa bizim kendi ortadoğumuz. İki hatta üç uzakdoğumuz var. Artvin uzakdoğusu, Van-Doğubeyazıt uzakdoğusu ve Şırnak-Hakkari uzakdoğusu. Ortadoğumuz hem biraz Kürt, hem biraz Hristiyan (eskisinden, özgününden, sanatkar Süryanisinden), hem biraz Arap.

Biraz batıdan bakınca Arap keyifçi de demek, geri de demek, biraz akıncı ve işgalci de demek. Suriye mültecilerini sofrayı daraltan, açıkgöz akıncı ve hazırcı görmüyor muyuz? Kaçan, can kurtaran, hayat ve uygarlık arayandan önce.. Halbuki Arap aynı zamanda bizmişiz, daha batı karşısındaki bizimkilermiş. Hiç yabancılamayın. Araplar hatta renkli gözlülermiş. Bize oryantalist patinaj yaptıran, ezber bozan, içimizdeki faşisti uyaranlarmış. Onlar ustalar, zanaatçılarmış. Murathan Munganlar bizleşmiş Süryani Araplar, Suriyeliler değil mi? Kaç kat, kaç tür biz varmış bizden içerü? Mardin atölyelerinde yapılan Suriye badem şekeri beni bölgeme, kendime yeniden açtı, tanıttı. Alttan gelen yabancı korkumu göstertti, peşinden dağıttı. Harran’ın dilavaz, hazırcevap kefiyeli turizmcisi beni bizi ağırlıyor, Arap fistanını yakıştırıyor, iç savaştan da önce gelen Suriyeli işçisine umut yolculuğu başlatıyor.

Benim için kendi ortadoğum abbara (sokaklar geçidi) ve TÜL. Bilinçten bilince, bilinçten gizeme geçit. Benim şimdiki mevsimim ZAR mevsimi. Anlayış zarının eşiğindeyim, korku zarının doğum eşiğinde. Burada Mardin’de insan yaşam sürecini stilize eden çeşmeler var. Depo gibi bir dölyatağı, anadan doğuş, yaşayıp akma, sonra geniş denizel bir yalağa doğru ölme biçiminde. İki şey verdi bana. Biri oradan hiç ummayacağım güzellikte bir dişilik kadınlık organı stilizasyonu. Eril ortadoğuda bundan heyecanlanmamak da yürek ister. 

İkincisi bu stilizasyonun şeklî sonucu: Doğarken tanrı tarafından yükseltilmiş ve aynı anda da bırakılmış, düşmeye başlamış olursunuz. (Annem bana gebe kalışını, gövdeme düştüğünde, gövdemde kaldığında diye tarif ederdi.) Bu akış şemasına göre, yaşam boyunca aslında hiç bir zaman yükselmezsin. Düz akarken düzeyini koruduğun olur, kritik eşiklerdeyse şelale gibi yeni düşüşler yaşarsın. Ölüm ve mezar en düşük düzeyin olarak kaçınılmaz karşına gelinceye kadar. Mezarını kupkuru toprak sanma, su halinle okyanusa, büyük denize kavuşuyorsun. Hayat bilgisi ve olgunlaşmak olsa olsa farkına vararak düşüş bilincine kavuşmak, irtifa kaybını takıntılaştırmamak olabilir mi? En parlak zamanlarımızı arkamızda bırakmanın yanı sıra unuttuk mu? Bunama denen şey, yitip gerileyen geçmişi yanlış yerinden ve beyhude ele geçirme çabamız mı?

[12 Kasım 2013]

AYLAK KAÇIŞ MEVSİMİ

Sazak köyü harabeleri

Ey ruh, ağlamsı yazma.

Ey ruh, karışmamayı, izlemeyi ilgisizlik, korku alma. Kendin gibi olurken açık, devrede ol.

Kapanmayayım diye kasma, kapanacaksın. Kapan var. Kapanışta kısılıp kalma, yeter.

Ey ruh, temiz ol; pisliğinden olasılık olarak ve bedenen kaçma.

Karşılaştığının senin üstünde ne kadar hakkı var?

Soluk almak, eğleşmek, kenara çekilmek mümkünmüş. Boş gezerke gülmekte, oturup şakalaşmada ulvi hiçbir şey yerine gündelik güzellikler varmış.

Biz ahir zaman elitleri, gezginci tarihçi ve her gördüğünü eleştirmenler…

Zamanında eminim, Sazaklı bir hemşerim eşine şöyle şöyle yakınıyordu: “Ben sana evimizi o kadar sağlam yapma demiyor muyum? Ne faydası var? Komşularının her evi yıkıldıktan sonra. Yurttan kovulacak olduktan sonra. Kara, yağmura, insansızlığa dayanacak evden ne anladım?”

Sazaklılar yamaç aşağı gittikten kısa zaman sonra resmi makamların yağmaya izin vereceği, ses etmeyeceği poker eli gibi belli edilmiş. Ve insanlar dalga dalga gelip evlerin kapısını, penceresini, pervazını, içeriğini yolmuşlar. Şimdi köyden en son yararlananlar yıkıkları koyun ağılı olarak kullanan çobanlar. Ben de yağma payımı aldım. Kol yenlerini büzdüğüm gömleğime Sazak ağıllarının kenarından bir alay taze mantar topladım, akşam Karaburun’da organik ziyafetimiz oldu. Şükür sağ kaldık.

Bir de hemen diplerine kurulu rüzgar enerji santrallerinin (rüzgar yıldızı) köy örenine koruyucu mu, yıkık namusunda gözü mü olduğu karmaşık…

[30 Ocak 2014]

KATİL OLAY YERİNE DÖNER

Katilin olay yerine dönmesi, yani suçlunun olay mahalline geri dönmesi tanıdık ta, ölen maktul suç mahalline dönmez ki. Burada sanaldan bir denge işlemekte: Hortlak, maktulün kamuoyunu aşırı rahatsız eden bir katilden sonra olay yerini ziyareti hatta işgalidir.

Gençlik, çocukluğun cinayet mahalline geri dönüşüymüş. O yüzden, gençler tutulur kalır, yaptıklarını anımsayamaz, kim olabileceğini bilmezlermiş. Zamanla alıp veremediği en yoğun olan derviş gençlik.. Ne zamanın içine girmesinin yolu var, ne kaçınmasının. Sevgili gençlik toptancı ve özkıyımsal çözümlere, çözülmelere zemin.. Ölen çocukluk. Gençlik onun can çekişme serkildemeleri. Çıkmadık canda umut, umutsuzluk neşe gibi, tutunamayanlık başarı olarak deneyimlenebilir. Çocukluğu öldüren baba veya toplum değil, haşaa. Eli kanlı suçlu da çocuk. Dizginsiz arzuyla suç işliyor. Asıl öldürmeye çalıştığı sonra teslim olacağı baba ve arkasındaki toplum. Sonunda bumerang dönüp dolaşıp arzu kapasitesini de vuruyor.


Cinayete kurban gitmiş bir ölünün “kanı tavada kavurulsa” katil uzaklaşamaz, kaçamaz, döner gelirmiş. Kan tutması – kan çekmesi gibi bir şey. Şehirdekilerin suçlunun olay yerine geri dönmesi söylemine çok yakın bir inanç olarak köyümüzde duydum. Buradakinde inanç da var, taslak halinde büyü de.

Cinayet işlenen yere geri dönme eğiliminin ters bir türevini kendimde gördüm. Yaya olup, maktul olmaktan az farkla sıyırdığım bir trafik kazasında (1993) ertesi gün veya günlerde olay mahalline gidip baktım. Zannettiğim gibi olduğum yere devrilmemiş, birkaç metre geriye fırlatılmışım. O yoldan hızlı gelen olsa üstümden geçermiş. Şansım sandığımdan da iyi çıktı. Demek ki, bu eğilim katil kadar kurbanda da var. Kurban ölü kadar hareketsiz olduğundan taşıdığı aynı eğilimi gerçekleştiremiyor.

Suçlu olarak olay yerine dönmeye ilişkin bir deneyimim.. İlk evliliğim karşılıklı sevenler halinde ayrılmamızla bittikten sonra uzayan artan aralarla.. Ani direksiyon kırmalarla eski ortak evimizin mahalle ve sokağına gidiyor, bazen artık tanımadık insanların yaşadığı o eve biraz bakıp dönüyordum. Sanki hipnotize. Tabii ki melankoli arzulu olarak, gözler ıslak. Ne yaptığımı uğrak öncesi ve sonrası kimse bilmiyor. Bir tür, filmde araya parça atılması gibi. Sevdiğim kadını öldürmesem de o evliliği öldüren bendim. Geleceğimizle ilgili imgelerim içtenlikle kara ve çıkışsızdı. “Evlilik karadır” demem kolaycılık olur. Çaresiz kalıp, çaresizim sanıp işlediğim o suç, beni yitirilen mutluluk projesinin simgesi ev ve mahalleye çekiyordu.

MİCHELANGELO ANTONİONİ

[20 Ocak 2014]

(29 Eylül 1912 – 30 Temmuz 2007)

İtalyan yeni gerçekçiliği içine doğsa da doğrudan kendi gerçekliğine dalan, ha bire araştıran, doğal eğilimleri nedeniyle başka şeylerin, başka görüntülerin peşindeki yönetmen. Filmlerinin en güzel ve kendine has özelliklerinden bana göre başta geleni gerçek zaman ile film zamanını eşitlediği, birbirine yaklaştırdığı, amaçsız görünen, akıp giden plan-sekansları. Belki kamera kaydırmasını da söylemeli. Aynı çaptaki yüksek sanatçılar, filmcilerle nasıl bir rekabeti vardı acaba? 18-19. yüzyılların büyük sanatçıları, yaratıcıları gibi 1960 – 1990’lar da çok büyük sinemacıları aynı zamana, algı dönemine sıkıştırdı gitti. Örneğin Andrey Tarkovski onun olanaklarını kıskanıyor, tarzını ise neredeyse sorumsuzluk, hafiflik gibi görüyordu, beğenemiyordu. Keh keh, sonunda elindeki büyük kozu senarist Tonino Guerra’yı almayı veya paylaşmayı başardı.

Antonioni’nin İletişimsizlik Üçlemesi (dörtlemesi olarak da görenler var) ile renkli film dönemi olan İl Deserto Rosso, Blow-up (Cinayeti Gördüm), Zabriskie Point ve Professione Reporter (Passenger) filmleri birbirinden ayırılmalı. Elbette hepsinde aynı sanatçı ruhun duyarlılıkları ve merceğe almaları var. Renkli çekmeye başlayınca Hegel’in renk kuramından hareketle renkleri de etkin kullanmaya, renklerle sürüklenmeyip renkle anlatmaya başlamış. Simgeselliği bir boyut kazanmış. Bütün filmleri içinde belki zamanın ruhuna kapılarak en umutlu olduğu, iletişimsizlik ve soyutlanmadan en arınık filmi, ironik şekilde bir dönem filmi olan Zabriskie Point’te. Ve güzelliğin peşine takılmış olmalı ki, en sıcak renkleri, ruha dokunan ritmi bu dönemin son filmi Professione Reporter’da. Nasıl olduysa bu filmin bir de dindar, Hıristiyansı, teslimiyetçi bir havası var. Tüm geçmişinden kurtulmak, kaçmak teması aynı anda hem olumsuz ve günah, hem de bireyi açmazına, ölümüne, aydınlanışına taşıdığı için kutsal.

Türkiye’de ilk olarak Bulutların Ötesinde filmini İstanbul Film Festivali’nin oluşturduğu vaha atmosferi sayesinde aşağı yukarı çekildiği zamanlarda, İstanbul sinemalarında ticari gösterimde izlemiştim. Galiba bir kenara hakkında bir şey anlamadığımı yazmıştım. Yönetmenin atmosfer sahibi olduğu, baştan kolay defedilemeyeceği belliydi. Şimdi belli başlı filmlerini topluca, yeni teknoloji yardımıyla ticari döngüden bağımsız olarak izleyebiliyorum.

Burada bu kendi başına evde film izlemeyle filmlerin toplumsallaştırıcı, kamuoyu kurucu, kültür yapıcı öğe oluşları baypas oluyor. Filmler karanlık ama sıcak salonlarda bizi dokunmadan, görmeden birbirimize açma işlevlerini otomatik taşıyamıyorlar. Herkes kendi salonuna, içine, ev-sineması sınırlarına çekilebiliyor. Sosyal değil bireysel ve tiyatro gibi değil kitap gibi tüketilen sinemanın nimetleri ve külfetleri benim için öngörülmedik.

Bergman gibi Antonioni de hani nerdeyse ölene kadar sinemayı bırakamadı, diyeceklerini bitiremedi. Yalnız sinema eğitmenleri onun erken dönem siyah beyaz filmleriyle Professione Reporter filmine kadarki filmlerini inceler önemser, sonraki filmlerine pek girmezler. Üstat piyasada görünmeyi abartmış, zamanında köşesine çekilmemiş muamelesi yaparlar. Ben bu eleştirel tavrın tutarlı olduğunu öngörüyorum, ama bakacağım. Sinemaya akışkanlığı, duruluğu getirmiş saydığım Antonioni ne yapsa izin verme, sayma gereği duyuyorum. İzleyicisinin imgesini, duygularını ömür boyu bırakmaz. Alt arkadan hep hava ve ses vermeye devam eder, baba. Kapitalizme de burjuvaziye de candan karşı olduğunu sanıyorum. Yalnız o kamerasını ilk uzun metrajlısından itibaren kitlelere, emekçilere değil küçük burjuva orta sınıfa, hatta onların da duyarlı azınlığına çevirdi. Sinema şiirini öyle kurgulamayı yeğledi.

Pier Paolo Pasolini’nin Porcile filminde Antonioni’nin İl Deserto Rosso ve Zabriskie Point filmleriyle bir bağlantı, renk ve atmosfer benzerliği, aynı şeyi söylememe ama ötekini dikkate alma ve ona antitez geliştirme bilinci veya dürtüsü hissediliyor, seziliyor.

Hakkında sarf edilmiş birkaç söz: “Antonioni’nin kamerası her zaman alternatifi, alışılmışın dışında olanı, konudan sapanı gösterir.” Calderon de la Barca

“Gene de bir yönetmen zaman zaman oyuncu olarak beş para etmez insanlarla çalışmak zorunda kalır. Buna karşın, Antonioni’nin Serüven [L’avventura] ya da Orson Welles’in Yurttaş Kane filmlerindeki oyunculuk çalışması ne müthiştir!” Andrey Tarkovski – Mühürlenmiş Zaman

“Örneğin, bir Robert Bresson hangi türü kullanırdı? Hiçbirini. Bresson, Bresson’dur. O, başlı başına bir tür zaten. Antonioni, Fellini, Bergman, Kurosava, Bunuel, son tahlilde, yalnızca kendileriyle özdeştirler. Ya chaplin? Chaplin yoksa sinemada komediyi mi temsil etmektedir? Hayır, o, Chaplin’dir, eşi bir daha bulunmaz bir fenomen, işte o kadar. ‘Tür’ kavramından dondurucu bir soğuk yayılmaktadır.” Andrey Tarkovski – Mühürlenmiş Zaman

NATHALİE GRANGER (1972) – Marguerite DURAS

[3 Mart 2014]

O sıralar (1972 gibi)  Christiane Jaque’ın sınırda pornografik Nathalie’si gibi başka Nathalie filmleri olduğundan, M. Duras’ın büyük arzusuna karşın filmin adı Nathalie kalmamış, Nathalie Granger yapılmış. Film Duras’nın kendi evinde çekilmiş. Ekibin yemeklerini de Duras elleriyle yapmış. Marguerite Duras herkese kendini iyi, değerli hissettiren, hediyeci, doğal ekip başı gibi biriymiş. Lakin paradan konuşur dururmuş. Bu filmle çok zengin olacağını hayal edermiş. Anca ciddi uyarılınca para vızvızını bırakmış. Film çok az bir bütçeyle, kısa sürede çekilmiş. Belki yapımcılardan biri kendi olduğundan, Duras diğer filmciler gibi sürekli daha fazla zaman talep etmezmiş. Sıkışınca daha büyük özgürlük kazanılabildiğini birlikte çalıştığı yapımcı keşfetmiş ve sonra diğer projelerinde başarıyla uygulamış. Rollo May da Yaratma Cesareti kitabında sınırları, kısıtları çok değerli ve yaratıcı destekleyici bulur. Keza Lars Von Trier de 5 Engel (Five Obstructions) filminde ustası Jorgen Leth’i başyapıtı Perfect Human’ı belli ve anlamsız kısıtlamalarla yeniden çekmeye, yorumlamaya zorlar.

Pat diye zengin etmeyecek filmlerden olan bu film, aşağı yukarı 25 yılda bütçesine göre 7 kat filan kazandırarak alçakgönüllü bir rekor sağlamış.

Radyodan iki katilin (Whitman ve Austin. Acaba Charles Whitman’a mı atıf var?) peşindeki polis sürek avı hakkında düzenli haber geçiliyor. Bu sıkılmış toplumun arayışına bir yanıt mı? Yıllar sonra 1990 Irak Körfez savaşından itibaren vakayı adiye haline gelecek terör ve savaşın sıradanlaşmasını, şiddeti evlerin içine, canlı yayın haline sokarak gözlerden kaçırmayı, duyarsızlaştırmayı mı kehanet etmekte? Bir ara, takipçileri (izsürenleri) tarafından unutulmaktan korkmaktan mıdır nedir ormanda zanlılardan iki el ateş sesi duyulduğu, kendilerini hatırlattıkları haberi verilir. Venedik Film Festivali’nde bu sahneler, filmi soğuk karşılayan izleyicinin ender iletişim kurup, alkışladıkları mizahlı yanlarıymış.

2 kadın, 2 çocuk, 1 satıcı erkek. Aslında filmde bir olay olmaz, film kapalı mekanda geçer. İlk gösterimi ise açık hava gösterimi, öyle bir tezat var. Gelen satıcıyı kadınlar öyle sessiz, ilgisiz karşılarlar ki, adamı varoluş krizine sokarlar. Satıcının Çöküşü. (Buradan Arthur Miller’ın Satıcının Ölümü’ne zıplanabilir.) Adam daha önceki işlerini, bundaki emeği ve umudunu, içten içe işi hiç sevmediğini, önceden de bir düzenbazlık yapıp yakalanınca iki yıl para cezası ödediğini borçluymuş gibi anlatır. Evin teklifsiz açıklığından içeride serbestçe gezinmeye başlar. Bir yandan da serbest olmasına karşın evde hem bunalır, hem kaybolur. Onu can kulağıyla dinler gibi görünen kadınlardan biri birden kalkıp, pelerine bürünüp bahçede tur atmaya başlar. Adam gene kalakalmıştır. Hatta başta onların başına talih kuşu gibi, Tanrı figürü gibi konacakken, satıcı işsiz bırakılan, anlamsız bir Tanrıya dönüşür. Satıcıyla diyaloglarından biri de karakteristik, onları bilince başka türlüsü beklenemez. Aşağı yukarı:

– Si.

– No.

– Si, si!

– No, no!

Ortada bir sorun vardır, kadınlardan birinin (Lucia Bose) kızı Nathalie anlamsız, gereksiz şiddet gösterdiği için okuldan atılmaktadır. Problem çocuk Nathalie. Aslında müziğe yetenekli, müzikten koparsa çok kötü olabilecek. O ise müziği reddetmeye başlamış. Bir ara bahçede bebek arabasıyla kedisini gezdirmek ister. Kedi onu umursamadan aşağı atladığından sinirlenir, bebek arabasını kenara çarpar, devirir gider. Gerilimlidir, kediye bir psikopatlık mı yapacak acaba diye bekleriz. Bunun niye böyle olduğunu anlayamayız. Evdeki bir öğleden sonraya bakınca zorunluluğunu anlar gibi oluruz. Evde durgun bir soğukluk, zamanı askıya almış küçük burjuva bir yaşam vardır. Evde gerçek, bütünleyen kişilikler eksiktir. Kızlar kendi haline, kadınlar kendi haline. Birbiriyle konuşamayan, aralarına gitgide daha fazla uzaklık dolan. Düşman olmayınca bunu da ele alamamaktadırlar.

İletişimin derinliği hakkında bir örnek daha. Evin telefonu çalar. Kadınlardan Jeanne Moreau açar. Bir süre dinler gibi yapar, sonra sessiz beklemeye geçer. Sonunda şaşırtacak:

– …

– Yanlış numara mı?

– Burada telefon yoktur madam! (??)

Satranç zemini gibi kare taşlı, damalı bir ev döşemeleri vardır. Evleri ince ince doldurulmuş, dolu bir yalnızlık kokan, satıcıya olduğu gibi bize de izbe, labirent gibi gelen bir evdir.

Yan görsel unsurlar olarak ders aldırma piyanosunun üstünde bir sürü Bach partisyonunun arasında Kunst der Fuge gözümüze çarpar. Başka bir anda kapı önüne bırakılan, düzenli gelen Le Monde gazetesi Jeanne Moreau tarafından itinayla yırtılır..

SEV AYRIL ZILGITI

Önden bir giriş hazırlığı. Hazırlanın.

Hayatın sürprizli olması güzel. Her şeyi bilmemek biraz iyi. Denk geldiğim duygusal acıya katlanıyor muyum, kabarıyor muyum. Denemem gerek. Sen de dene.

Seks sevgiden ayrılmalı. Çoğu erkek ayıramaz. Teorik olmak ayrılmalıdır. Bir arada gidiyorsa ne ala. Kadınlar seksle sevgiyi biraz daha kolay ayırır. Karıştırmazlar daha doğrusu. Karıştıranı karıştırırlar.

Şu sevgili yabancı kocana gelince…
Sev sev sev. Hatta bak, senden bir şey saklamış bile olsa sev devam et. Diyelim ki servetini sakladı, bütün güven zannın alt üst oldu. Sana göstermediklerini devlet yakalamış almış. Yine yanında kal.

Sende yoktu, onda da mal kalmadı. İnsanlığınla döv. Sev demek o. Adam, ondan sonra Avrupalı kalamayacaktır. Avrupada işler öyle olmaz. Mantık dışı ne iş ne ilişki olur. Sen format ötesiysen sana erir, erir, eriyecektir.
Sonsuz Karun parası olsa ne fark eder. Para kaybetsin, veya parasını örtmüş olsun. Aş bunu.

Onunla yaşamın maddi kısıt yaşamıysa, doyamayan aç gibi yaşanıyorsa, yaşayamıyorum, bu nefes almak değil diye ayrıl. Yoksa para hariç evliyiz diye düşün. Senin gerek mesleğin, gerek kendi malın var. Yeni iş kuracaksın. Unutma, muhtaç değilsin. Onunla bir uzlaşma anlaşmaya buluştun. Sattım kendimi diyemezsin.
Hakların bu değil, tersi elbette. Öttürerek her şeyini alman yasal hakkın. Ben hakkını önermiyorum.

Adama yaramak istemiyorsan, sayende mülk biriktirmesini istemiyorsan ayrıl, ayrıl.
Yorumlaman, karar vermen için onunla ilgili parasal bilgileri bekleme. İçine göre varsay.. Onları asla bilemeyeceğin garanti olsun. Öyleymiş, deposu garajı kaç metrekareymiş belirsiz gibi yol al. Hiçbir kanıtlı şey bilmediğin halde, adam benden miktarlarca para saklıyor, istemem- deyip ayrılabil. Kanıtla değil inançla ayrıl. İnancın neyse ona göre. Kuşkunu, inanmadığının aslını ona kanıtlattırma. İnancın senindir. İnanç onaylayıcı bilgi kağıdı bekleme.
Sayende senin sırtından gizli gizli para biriktiriyor kabul et. İçin kaldırmıyorsa geri çekil. Biriktirme katkına dair kanıt bekleme. Çok hesaplı ve ekonomik kadınmışsın madem, öyledir o.

Sen, kanıtlar yağmayıp gerildikçe, katlanmayı sürdürmeyle adamı zehirlemeye doğru gidersin. Uygun görmüyorum.
Her kadın kendine yeterlidir, maddi koşullardan bağımsız. Bunu bilmiyorsan geber. Kendi özel maddi koşulların zaten düze çıkarır. Tek ki, adam içe girişiyle senin özel paralarını da kara delikten yutmasın.
Gönlün almıyorsa geri çekil. Gönlün alıyorsa zor zamanında yanında dur.
Sorunu aranızda günah ve hata rekabetiyle değil kendine ait inançla çöz. İnançsızsan inançsızlığınla çöz. Dışarıya, gerçekliğe bırakma, bekletme.
Gönlün almıyorsa, “bilmiyorum gerçeği, ama inandığım şu,” deyip bildirerek kop ayrıl. Kendini boklamasını veya kanıtlamasını bekleme.

Kendindeki sorunu aş, çöz. Ondaki sorunu aşma.
Kocadaki pislik ve sorunla ilgilenme ısrarın gizli suçluluk bilinci. Onu öldürsen de içte rahatlayamazsın. Günahın için, onu öldürmüş olursun.
Değmiyorsa, durum ferahlamasını bekleme. Karşı yakaya geçecek ne olacak? İş güç hayat kurulur, şimdikini dağıt.
Senin hiçbir mırın kırının öze ilişkin değil.
Bok kokusu mu alıyorsun?
Bokluk var say. Adamın bokuna dayanamıyorsan, zor zamanıdır deme, ayrıl. Boşanma işi zamanla çözülür.
Adamın bu tavra nasıl baktığı ikincil konu. Konu sensin.

Afedersin, çocuklarım yüzünden iğrenç evliliğe katlanıyorum diyen cahil kadına döndün!
Onun görüş açısının seni etkilemesi, ısrarla bunu bekleyişin senin yokluğunun delili.
Yoksun ki, onun bakışıyla bakıyorsun.
Yoksan yok ol.
Hiçsen hiçliğini bil.
Yokluğunun cezasını adama kesip, vs. vs.. Öykü tarih sahibi olamazsın.
Ayrılıp onu kendisine bırakman, senin ikiyüzlülüğünden yeğdir.
Kafayı yiyecekse yesin. Sen, ona inanmazken onun ne işine yararsın?
İnanmadığın adamın deliliğinin barajı da değilsin.

İnanırsan bunaklığına da bakarsın.
İnan veya inanma denmez. İnancını sorgula denir.
Herkes gibi yaşaman için, inancını belirlemen, kendi içinde çözmen gerekiyor.
Beni aldatıyor, ben onu affediyorum, sevgi azalmasıyla rızamı koruyorum vs..
Evet, kanıt aranmaz, inanç öyle böyle şekillenir. O iç ve son şekline bakılır.

Seviyorum diyebilirsen… Seven dünyanın en zengin, verici dağıtıcı yetimidir. Sevenin sevgisi tek bir şeye-kişiye kısıtlıysa, şek şüphe götürür. Sevme başka şeylere karşı da bal bal, çuvalından dışarı sızmalı. Ama yine de- ben bilmem beyim bilir…

İNDİA SONG (1975) – Marguerite DURAS

[2 Mart 2014]

Bir Marguerite Duras filmi izlerken apayrı bir altyazıya, bir yol gösterene ihtiyacın var. Ben Alan Resnais ve M. Duras’nın filmlerinin katışıksız sinedebiyat, hatta Duras’nınkilerin sinedebiyatro olduğunu düşünüyorum. Zor ama çekici filmlerdir. Bu durgun, anlaşılmaz filmi, sırf o acılı bağırışlar ve öncesindeki tirat için bile izlenir.

M. Duras’nın kendisi hem yönetmen hem de Hiroşima Sevgilim’de senarist, başka Resnais filmlerinde de senaristliği var galiba. Bendeki İndia Song İngilizce altyazılıydı, Türkçeye çevireyim de diyaloğu göstereyim dedim, çok çeviri koktu. Olsun varsın.

Marguerite Duras’nın yönettiği filmin gerçekten de unutulmaz ve en vurucu yeri Lahor konsolos yardımcısının bağırtılarıdır. Yalnız bu bağırmalar adamın Ana Maria ile dans edip konuşması sırasında öngörülmüş, haber verilmiştir. Durum aşkına karşılık alamamak değil bir tür ileri, aşkın aşk hali. Tasavvufi anlayışa yakın. Bir de şu önnotu ekleyeyim, adamın haykırışları Duras’nın Detruire Dit-Elle (Yıkmak, Dedi Kadın) filminin sonundaki rüya sesi, yani bina yıkım seslerinin kardeşi ve eşdeğeridir. Her iki sekans da bir tür yıkıcı zirvedir. İndia Song’ta erkek monoloğa benzer konuşsa da konuştuğu kadındır:

E: Senin var olduğunu bilmiyordum. Kalküta benim için umudun biçimi oldu.

K: Michael Richardson’u seviyorum. Bu aşkta özgür değilim.

E: Biliyorum. Ben de seni öyle seviyorum. Sorun değil. Tuhaf görünüyorum. Benim sesimi duyuyor musun? Onları korkutuyor.

K: Evet.

E: Kim o? Kendimi Laos’ta vurdum, fakat ölmedim. Diğerleri beni Lahor’dan ayırıyor. Ben ayırmıyorum. Lahor, benim. Sen de anlıyor musun?

K: Evet. Bağırma.

E: Evet. Benimlesin, Lahor’lasın. Biliyorum. İçimdesin. Seni içimde götüreceğim. Shalimar cüzamlılarına katılacağız. Kaçınamazsın. Seni tanımak için senle dans etmeye ihtiyacım yok. Ve bunu biliyorsun.

K: Biliyorum.

E: Devam etmeye ihtiyacımız yok. Birbirimize bir şey söylememize gerek yok [veya söyleyecek şeyimiz yok]. Biz aynıyız. 

K: İnanıyorum.

E: Başkalarıyla maceralar yaşa. Bizim buna kaygımız yok. Saçının kokusunu duymak istedim. Bu açıklıyor benim neden… Resepsiyondan sonra arkadaşlarınız kalacak. Bir kereliğine sizinle ben kalmak isterdim.

K: Hiç olanağı yok.

E: Beni fırlatırlardı.

K: Evet, onların unutması gerekensin.

E: Lahor gibi.

K: Evet.

E: Benden ne olur?

K: Seni Kalküta’dan uzağa gönderirler.

E: Senin istediğin de bu mu?

K: Evet.

E: İyi. Ne zaman biter?

K: Sen öldüğünde, öyle inanıyorum.

E: Bu acı ne? Acım ne?

K: Akıl.

E: Seninle mi ilgili? Bu akşam burada kalmaya izin isteyeceğim onlardan. 

K: Nasıl istersen öyle yap.

E: Senle ben arasında bir şey oluşmasını sağlamak için. Bir kamu olayı. Nasıl yapılacağını bildiğim tek şey bağırmak. Aşkın haykırılabileceğini göstereceğim. Rahatsız olacaklar. Sonra yeniden sohbetlerine dönecekler. Şunu da biliyorum ki bana hak verdiğini söylemeyeceksin.

Sonra bağırtılarına başlar.

***

Marguerite Duras Yeşil Gözler kitabında satır aralarında İndia Song’a notlar, göstergeler gönderiyor. Konsolos Yardımcısı bu filmin eşdeğeri, kitap öncülüdür. Edebiyat delilerine hararetli önerimdir:

“Bu sabah, “Konsolos Yardımcısı”nın sonuyla, yıllar önce yazdığım bir metni karşılaştırmam gerekti; bu metni kitabın sonuna alıp almadığım takılmıştı aklıma. Böylece “Konsolos Yardımcısı”nın bir bölümünü yeniden okudum. Olağanüstü bir şey, kitabı unuttuğumu fark ettim. Unuttum çünkü onun üstünden sinema geçti, çünkü İndia Song filmini yaptım. Kitabı hayranlık içinde ve büyük bir heyecanla yeniden buldum; okurken İndia Song’lar kayboldu.

Lol v. Stein kitabın içinde el değmeden kapalı kaldı. Belki de, savaş ve kara deliklerin küçük kızı, yedi yaşındaki Aurelia Steiner Paris’in filmini de yapmamalıydım. Belki de mutlak bir öneri gibi, başka yere aktarılamayan bir öneri gibi kitapta kalmalıydı. Cehennem gibi.” Marguerite Duras – Yeşil Gözler

[Çocuklar’da (Les Enfants) da yaptım. Sonuna gelmeden çok önce, Ernesto’ya ne olacağını söyledim. Hiroşima’da da. İndia Song’ta sürekli; orada daha anlatı başlarken kadın ölmüştür. Benim filmlerim ters yönde gider. Birden dururum, kadının Ganj kıyısına gömüldüğünü söylerim. Bazen de olayları gelecek zamanın hikayesiyle anlatarak yazgıyı gösteririm. “Güzel olacaktı”, “Çok uzağa yüzmüş olacaktı.” Öyle ki, şimdiki zaman sona, ölüme iştirak eder, ölümün işaretine dönüşür.] Marguerite Duras – Yeşil Gözler

SEVGİDE OLUŞLAR

Aşk bitebilir. Aşk bitmeyen şeydir diyemeyiz. Yaktığına göre, yakarken, aşk kendini de yakabilir.

Benim platonik aşkım bitmişti, mutlu yokluğa kavuştu. Evlenip boşandığım aşk bitmedi. Asıl ulaşılmaz olan, umut ettiren ulaşmış göründüğüm aşkımdı. Yanındayken özlemek denen. Tuzlu su gibi, sevgi içmek susuzluğu kandırmayan. Veya ulaşılmazlık sebebi ben kendimdim. İçimde layık değil ondan aşağı ve bir yandan ona bedenen ketlenmeyle hasta, sakattım. Biten biter, süren sürer, hepsi kutludur.

Alışmak seven için bile problem. Sevgi insandan hep yepyeni şeyler, artı ve eksi uçlar istiyor. Alışan seven/sevmiş, yaratıma yetili olsa da anca gönülsüzce sevgi karanlıkları denizine açılıyor. Sevginin en büyük iki göstergesi birinç, an’da yaşanan yükseklik, o çoğu sevence ıskalanabilir şey. İkinç, sevgi bitiminde veya kayıpta, hasrette sevginin bakiye alışverişinin, nihai tartımının insanda yarattığı aşkınlık ve yücelme duygusu. Bunuysa çoğu seven yakalıyor, biliyor. Her ikisini de ıskalayan sevenler var mı ve onlara kimler deniyor merak etmiyorum.

Ay insanlar, kardeş eller haydi gülün. Gülün hadi.

Biraz üzgünüm. Ben bulmuyor muyum, bakmıyor muyum, sevişlim galiba birini buldu, bana bakmaz oldu. Artık bana düşen ödemek. Onu sevişkisinin veya sevmeye çabaladığı kölesinin yanına şefkat ve anlayışla göndermek. İstenmiyorsam görünmemek, içimi artık gölgelerle paylaşmak.

Bir çağda bir sevgililik ve aynı anda bir evlilik. Az şey değil. Güzelin bitişi zorlu ama sevgi dolu. Hatta ayrılırayak, en sevgili hissettiğim zamanlar bunlar. İlişki sırasında daha çok öfke ve kişilik gösterilerindeyim. Sevmeye, aşık olmaya çabanın, sevgi yaltakçılığı yapmanın insanın karşı etkiyle sevginin önünü tıkayacağını söyleyen D. H. Lawrence kafamdaki tüm ampulleri yakıyor. Tam bir uzlaşmaz karşıcı gibiyim, abartırsak. Bu koşulların sonu Ballıcanın bende bir bal bulması, benim giderayak dışardaki öfke veya ilgisizliklerimin arasından sevgi pörtleyivermesi. Aşığım, şampiyonum diyemem, aşka yakın bir arzulu kabule ulaşıyorum. Bitiş düzlüğünün dolu dizgin deparı. Kendimi, onu daha sevgili hissediyor buluyorum.. Sağ olsun, var olsun, nur olsun.

Lawrence Durrell’ın İskenderiye Dörtlü’sünde bir sav dikkatimi çeker: “İnsan ruhu kendine bile ait değilken, bedeni nasıl birine ait olabilir?” O serinin başka bir yerinde ise “Günahlarla oruç ve kaçınma üstünden değil, üstüne gidip deneyimleme üstünden savaşıyor,” gibisinden bir laf vardı, yirminci yüzyılın tipik yaşam üslubu.

Sevilişimi fark etmemek ve şımarmaktan ibaret değil benimki. Beni sevendeki parlaklığa sahip olmamak. Sevginin açmazlarından biri o: Seven daha yüksek ve üstün. Seven o varlıkla kendini verir ve alttan yanar, parlar bulur. Sanki sevilmek bir (1), sevenlik sıfır (0) değerlik üretiyordur. Sevilen sevenin etkisiyle bir artar, güçlenir. Belki önceden de özü vardır ve bir bir daha bir eder. Sevip kendini harcayan, sıfırlayan seven küçülmüş, azalmış, toz ve yok olmuş gibi görünen bir üstündür. Yalnızca verilebilen (yani harcanan) şey değer olarak vardır. Belki veya kesin ola, çarpmaya yani çarpışmaya dair yutucu sıfır var edici veya var olucu bir’den üstün. Evrensel temel sevgi denklik eşlenmeleri:

Sevmek bir sevilmek sıfır.
Ama seven sıfır, sevilen bir.
Seven kendini sıfırlar, sevilen sevenle birlenir.

Can yaşamı bakımından, sevilmek sevmeyle tamamlanmazsa, nefes vermeyle tamamlanmayan nefes almak gibidir. Gerçek bir var oluş, tamamlanış değildir. O eksik varlık, lanetli kazançlılıktır. Er geç sevmeyle bütünlenmelidir. Aynı birey veya insanı sevmek zorunlu değil. Bu hesapla birini seven hepsini sevmiş kadar olur, ufak bir dürtmeyle veya emekle.

Öte yandan sevmiş-seven biri, nasıl olduysa olmuş nefes almıştır ki, nefes veriyordur. O bakımdan seven sevilmiş (de) sayılır. Ya varoluş tarafından gizlice, ya anne veya bir başka sevgili tarafından gösterilerek sevilmiş. Nefes veren nefes almıştır. Almamış olsa sadece nefes vermek lanetli bir canyaşam sorunuydu. Nefes veren artık can verse de olur. Nefes alan, vermeyi hatırlamazsa, nefes alma zenginliğinde can verebilir. Can vermezden önce nefes vermeyi öğrenmeli başarmalıdır. Sevilmek yoga ilkesi ve nefes almak gibi güçlenmek; sevmekse nefes vermek gibi yok olarak var olmaktır. Gerçek var oluş ikisinin bütünlenmişidir. Bütüne varmazdan önce daha sade, basit olan öz, sevmek yani nefesi vermektir. Diğer bir deyişle “güçlü sevgi” hedeftir, yeter koşula bakınca, güçlü olunmasa da olur. Sevgi-sevmek, öz-ilk-hedeftir. Olandan da olmayandan da varoluş razı olsun. Fark varsa fark sevme’dir, sevme olma’dır.

Diyorum ki;
Sevgilim, sev sev sev.
Sevgilim, seviyorum, ama daha çok sevmenden mutluca eziliyorum.

Sevdiğimi seviyorum, sevdiğimi sevmem sayesinde sevenin sevgisine katlanabiliyorum. Veya onu sevmememe katlanabiliyorum. Tam sevgisiz olsam o sevmesi dayanılmazdı ve sevene karşı sevilen zorbalıklarına baş vurmam gerekirdi.

Seçen = sevilen güçlüdür, seven (en az görünürde) güçsüzdür ama her şeyle birdir. Ve bir olan, birlenen gerçek evrendir, temsilcidir, özdür. Güçlüler geriden geriye bu bir’ler tarafından güçlendirilirler. Bu güçlüler bir’leşmedikçe (günün birinde sevmedikçe) o güçlülük fasafiso ve vekaleten, görünüş gücüdür.

***

“Bütün sağlatımlarda son nokta silkmek silkilmek oluyor galiba. Okulda mı öğretiyorlar bunu?” Dinleyicinin sevgi hakkında bu gülümsemeli soru yorumu alındığım, alınmadan duramayacağım ısırıcı bir cümle. Cevabi hissim: Ateşten alevden ersuları kasığımı yakıyor dahi olsa, karşımdakinden gelen aşağılama veya isteksizlik hissinde en dönülmez noktada olsam kendimi tutar, geri çekilirdim. Ego kibrim benden onu isterdi. Kabul görmediysem silkemeyeyim, gebereyim. Kaç yıl sürerse sürsün. Bir de genel, her erkekte olabilir veya ben ayıya ait olan: Ben silkmiş olmam, silkmemi bir kadın sağlar. Zorlayamam, eşyalaştıramam, onun yerine karar veremem; temel sevgi önkoşulu: karşı gönle, bir özgür’e bağımlılığımız. Benim bana kalan tek özelliğim gücüm var: İstemeyebilirim; sevmez istemeyebilirim veya istesem de kendimi tutar hayır diyebilirim. Dolayısıyla silkmem kadının eseridir, ancak silkmemelerimin bir kısmı benim eserim olabilir.

İnsan biz, yer üzerinde artık uzaktan uzağa da var olup var edebiliyoruz. Önemli olan duygu, yani enerji üretebilmek. Bunu mektup başarır, sosyal medya haydi haydi yapar. Görüşmeyen, yüz sürmeyen aşıkların modeli Veysel Karani. Söz, göz enerji içerince her şeyi yapar ve etkileşiriz. Artık tüfeng icadıyla mertlik bozulmuştur. Burada biraz da psikoterapiye nazire yapıyorum. O terapi ki iki kişinin birbirine dokunmaması ama hayranlık, nefret, sevişme, sapıklık, kırılma, yok etme dahil bütün fanteziler hakkında konuşma yeri.. Hiçbir şey yapma, her şeyi konuş eşittir terapi. Yaşam bütün kendi maceralarımızı bir yönetmen koltuğunda bacak çelerek izlediğimiz yer değil mi? Bir bakıma.

Sevgi ve sevmeyişkinin enerji hali ile beden hali. Birbiriyle birlikte ve birbirine karşı.

23 NİSAN RESMİ

Kafkaesk Poesk

Metroda, 23 nisan çocuk resimleri sergisinde dikkat çekici çok çocuğa rastladık. Yüzleri değil, resimleri aracılığıyla. Birisi Van Gogh ruhluydu. Diğer birisi bana göre kaçak güreşen tembel sıkılanın teki olduğu halde kübist çağdaş bir resme yakınsamıştı. Titiz bir ressam vardı; aynı titiz yeşile boğduğu resmini ayrıntılı ve sıkıştırıcı, saran, kuşatan fütürist bir gök manyetik treniyle donatmıştı. Birisi ufacık yaşında resmin zeminini koyu bir renge duvardan duvara boyayıp, üstüne başka figürler ve renkler döşemeyi öğrenmişti. Sergiyi (sergiye resim yetiştirmeyi) tamamen zul olarak gören çocuklar belki aralarındaki en büyük grup ve en normalleriydi. Baştan savma resimlerin bolluğu iyiye yorulmalı.

Bu resimfotosu olan çocuk serginin sanatçılarından biri. İnsanın bir kere dikkati çekildikten sonra yorumlayası, speküle edesi geliyor. Bu çocuk bir kere Kafkaesk, yalnız bir birey havası vermekte. Ortaya yerleştirdiği imge/leke bir yalnızlık ve sınırlılık. Ama haşmetli, şatomsu bir sınır-yalnız. Kuş yani martı imgesi, hareketliliğinde son derece tutumlu, cimriliğe varacak ölçüde statik. Resmin karikatür tarafı bu iki kuş olmuş. Demek ki ressam eylemsel, özgür hissedemiyor. Kuşların martı olması umulur, ama koyu karanlık, kuzgun gibi kuşlar. Bu haliyle bireyimiz -ki bireyliğe erkenden acıyla, sızıyla geçmiş- Kafkaesk olduğu kadar Poesk yani Poevari. Kuşların sayısız değil iki oluşu, onları ana ve baba gibi tanıdık kimse saymaya yaklaştırabilir.

Resmin en büyük alanını kaplayan mavi gökyüzü bir hayli boğucu ve çevreleyici. Çocuğun sergi resmi aslında daha soluk ve hafif renklerle boyanmıştı. Ama hakim rengin açık soluk olması aldatmasın diye ben fotoğrafta algıladığım haline koyulttum, instashop yaptım. Bulutlar basmakalıp; bu da eyleme geçmeye, çözümlü yaşama kayıtsız-umutsuz olduğu ipucu sayılabilir. Gündelik yaşamında ressam asla diğerlerinden farklı izlenim ve duygu vermiyor da olabilir. O zaman bu, yaratıcı özünü gizleyebildiğini, veya gizlediğini, gündeliğe yansıtmadığını düşündürür. Bir adet oh demelik, bir de aman diye kaygı duymalık sonuç çıkar: Oh; ressam yaratıcı. Bütün iyisini kötüsünü ömrü boyunca bir şekle dökebilecek altyapısı var. Sonraları bir ressam olmasa da olur. Aman dikkat; yaratıcılığına herhangi bir akranından daha fazla gereksinimi var. Kendini her an gözlüyor ve tartıyor olmalı. Oysa kendini akıtmıyor, saklı varlık formunda duruyor.

Tekrar resme dönelim. Yeterince renkli gözüken güneş resmin dışına sürgüne gönderilmek üzere. Bu çocuk bunları böyle yorumlamak için evde, okulda, yolda hayatta travmalarla mı boğuşuyor? Hayır, sanmam. Belki bu onun öğrenilmiş yorumlaması ve duyumsaması. Vekaleten yansıyan zorlamalı duygular. Anneden, babadan, soyun canlı veya ölmüş bir bireyinden devralıyor olabilir. Dolayısıyla azap çekenden çok, hisseden, anlayan, duyan, empatik bir çocuk karşısındayız.. Güneşe benzer biçimde Türk bayrağı, bayrak direği de köşeden dışarı sıvışmak veya resim dışına atılmak üzere. Buna benim yorumum bayrakla ve toplum değerleriyle özdeşleşmekte zorluk çekiyor, hatta ufaktan allerjisi ve reddiyesi başlamış. Bu durumda olasılıkla ailesini bütün algılamıyor, herkesi birey birey ölçüyor, belki taraf tutuyor, belki arabulucudur.

Yukarıda basmakalıp bulutlar var ve anababasının veya onun insan evreninin güzel güzel iletişmediğini ele veriyor sayalım. İki kuşun arasında havaya ilişmişler, birbirinden duruş hissediş ayrıklıklarını vurguluyorlar. Her şeyin altından, birey ressam kasvetle ağır ağır doğruluyor. Belki yorgun doğmuş, hatta bir mezar tömbeltisinden kalkmakta. Ana baba uzun vadede onu kızdıracak olursa bireyin hem diyecekleri hem yapacakları var. Bir alternatif bakışla tömbelti annenin tek bir memesi de olabilir. Neden tek meme? Doyamadı belki. Anne yoğun mu çalışıyordu? Anneyi başka kardeşle veya babayla mı üleşiyordu? Anne vericilik kusuru olan biri miydi? Var olan tek meme besleyici ve yeterliymiş diye de yorumlanabilir. Ne malum bir yorumun ötekinden daha doğru olduğu?

Hah çocuk kalkmış. Her şeyin altından veya arasından kalkmış. Yaratman olmuş. Bazen yaratmanlığımızı olumsuz kişi ve koşullara borçluyuzdur. Yaşam bize onu değil şunu istiyordum dedirtir ama gereğini yapmaz. Sonuçta kalkmış mı? Büyücek kalkmış hem de. Dikkat çekiyor. Birçok riski olabilir. Tehlikelere karşılık kapasiteleri, olanakları var. Egosu gibi görünen pencereli binalar kompleksi, kepeneğini gerine gerine bir anlığına açmış bir çoban gibi. Apartman pencereleriyle bezeli bir kepenek. Kasvet var, ama dikelme, güçlülük, bir kollarını açma hissi de var. Ressam, yalnızlığı içinde durum veya dünyaya kol kanat açıyor.

Kendini merak ettiriyor. Kaygılansam, hüzünlensem de ona güveniyorum. Ayrıca beni açığa düşürüyor. Öttürüyor besbelli. Hiçbir sorumu sandığım gibi yanıtlamayabilir. Kendisi veya onun adına durumu. Ben lök gibi, üfürmüş, ıskalamış, sadece kendi ruh yapısını yansıtmış kalakalırım. Hah, tam da işte buna evet. Bu ressama, bireye değer. Yanmaya değmiyor mu bazen? Yanılma ne kelimeymiş?

1 MAYIS

Mavi Duvar 1 Mayısı

1 Mayıs İşçi ve Emekçi Kediler Bayramı kutlu olsun.
“Mama! Hakkımız. Miyav miyav alırız! Mama! Hakkımız. Miyav miyav alırız!”

1 Mayıs 2021 özetim:

Emekçiler garip bir paradoksla evlerine kavuşuyor.
Neokapitalizm ise evlere sızmayı geçti, işgal ediyor.
Eski mevzileri kazanma umuduyla sesli sessiz savaşıma devam.

Yaşasın, doğsun 1 Mayıs!

Bu Covid 128 salgın günlerinde emekçiler, hep öyleyse de iki bölük oldu/ayrıldı. Orta sınıf emekçiler bu evlerine dönenler. Küçük burjuva emekçiler mi oluyorlar? Daha alt düzey, daha proleter emekçilerin 2021 profili ise, onlar artık sokakların zorunlu fiili hakimi. Kapantı olsun, açılım olsun, onlar aç kurt gibi sokaklarda ve işliklerde koşmak, tırtıklamak, aslandan ekmek kapmak zorundalar. Yani onlar evlere tıkılmadı, sokaklara tıkıldı.

90’ların sonundaki bir 1 mayıs’ta koşmaktan -belki coplamaktan da- yorulmuş polis bağırıpduru: “Konuşarak halledemez miydik?”

AVŞAR KAMI

Avşar kızı niyetine Avşar kadınını yazayım…

Görmediğim kahramanın adı Hüsne. Çok şey bilen, şaman derecesinde yetenekli, çevresindeki herkesin güvenci ve başvuru noktası ulu kadınlardanmış. Otacı ve tıbbi yetileri, vakti zamanında Ankara Hacettepe Tıp Fakültesi hocalarının dikkatini çekmiş. “Gel, sana okuryazarlık öğretelim. Fakülteye gel, bildiklerini anlat ve göster. Sana burada kendine göre bir yer, Lokman Hekim köşesi verelim…” demişler. Yok, kendi köyünde Kayseri Pınarbaşı’nda yaşamaya devam etmiş.

Galiba Avşarlarda renkli göz sık rastlanan bir özellik. Kız torunlarından birinin de koyu yeşil gözleri vardı. Öz kızının yalın kat anımsamayla, yapabildiklerinden sunduklarını yarım yamalak ve yalan yanlış da olsa not ediyorum. Kızının adı Adile, torununun adı Lale. Kendisi 107 yaşında ölmüş. Öldüğünde saçları neredeyse beline kadar uzun ve aralarda siyahı olan saçlıymış. Sarışın ve renkli gözlüymüş işte. Aynı kendisi gibi cahil olan kocası da “çarıklı avukat” denen bir tipmiş.

  • Yüzün damarsız yerinden hacamat edermiş. Jiletle dildiği yerden yarım bardak, bir bardak kan alırmış.
  • Sarımsak, sarılığı kesermiş. Metal değdirmeden bir diş sarmısağı soyup, hafifçe dişiyle ezip dilaltına koyunca sarılık ortadan kalkarmış. (Not: Fethiye’deki köylerde ise “sarılık kesme” denen yöntemde, dilaltından jiletle az biraz kan alındığını anımsıyorum. Tabii batıl uygulama sanırım.) Sabahları yenecek kayısı da sarılığa iyi gelirmiş.
  • Kulunç tedavisinden biraz anlarmış. Kuluncun yayılımını parmak ve elleriyle izler, kendine göre bir manuel (yani elle) müdahele uygularmış.
  • Yara bere sağaltımında arpa unuyla ebegümecini lapa yapıp yara üstüne koyarmış. Yara tedavisinde kullandığı otlar arasında yarpuz kurusu ve papatya da var gibi anımsıyorlar. (Tabii ben doğru anımsıyor muyum, bağlantılar tam böyle mi, iddia edemem.) Yarada ısırgan da yararlıymış.
  • Bir başka yara sağaltımı yöntemi: İyi olmayan zor yaralara, 15-20 salyangozu ezip, lapalaştırıp yaraya sararmış. Yara çok hızlı ve tama yakın düzelirmiş. (Salyangoz kabuklu mu kabuksuz muydu?)
  • Baş ağrısı için karatavuk kullanıyormuş. Karatavuğun tüyünü yolduktan sonra hiçbir et ve kemik bölümünü dışarıda bırakmadan tümünü parçalar; dibek taşında çiğ çiğ darbelerle ezer (linç eder); sonra onu baş boyun bölgesine sararmış.
  • Bel fıtığına bamya uygularmış. O da arpa unlu. Pişirir döver, içine bir şey daha katarmış. Kilit önemde mi bilemiyorum, anımsanmadı.
  • Karnı şişen kadına arpa samanı kaynatıp, içinde oturma banyosu yaptırırmış. Anımsamış olsalar sıcak mı soğuk mu sorup öğrenmeliydi..
  • Ayşe yenge diye bir kadın az daha ölüyormuş. Artık vücudu gövermiş. Ona mal bokuyla sidiğini saçta kavurup vücuduna sürmüş, kaplamış. Boyundan aşağısına kapatmış. Bu kadın vartayı atlattıktan sonra çok uzun yaşamış. Daha göreceği gün varmış.
  • Soğanı bir bıçakla dil, dil; az tuz ek, aç karna ekmeksiz ye. Aynı şekilde öğle ve akşam öğünlerinden önce ikişer dilim soğanı ekmeksiz ye.” Kızı Adile’nin anımsadığı haliyle. Kansere kadar bile iyi gelebilir demiş.
  • Kısır kadınlara da çalışıyormuş. [Ben dinlerken şaka yollu, bu kadının gizli bir yerinde erkeklik mi varmış diyorum.] Benim de kendi köyümden bildiğim üzere halk tıbbında Hüsne kadın katranı çok kullanıyormuş. Katranı 1-2 gün vücuda iyice sıvayıp, banyo yaptırmak üzere bir süre bekletirmiş. Bu katran uygulamasıyla kısırın biri çocuk doğurmuş.
  • Nefes açmak, solunum sistemini rahatlatmak için sıcak suya papatya, kekik, ebegümeci, ısırgan otu atıp koklatırmış. Hani başın üstüne tülbent gerinip bütün buharı içine çekmeye çalışırsın, öyle. Bademciklere kadar düzeltirmiş. [Yukarıda anımsama zorluğu olan konu burada açılıp aşıldı galiba.]
  • Nivik (gavur pancarı?) kurutulur.. Grip, soğuk algınlığı olana şifa için kaynatılır. Tülbent altında buharını kokluyorsun. Buna gözler yaşaracak kadar maruz kalınmalıymış.

[17 Temmuz 2018]

GEÇİT MEVSİMİ

[10 Mart 2014]

Merhaba Kars. Sen özelsin, kıyıda sanma. Sen evrenin uzağına saçılmadın. Alan Watts güvenceliyor, sen de ben de Big Bang Patlamasının ardılları değil ta kendisiyiz.

Halden hale geçtim, iyiden kötüye. Tekrar tekrar geçiyorum. Kolay olmuyor. Her istediğimde geçemiyorum. Bazen geçemeyiş hallerim bir dilim, bir bölüm oluyor. Arada hepi topu Arpaçay vardı; Halıkışla’dan Bagaran’a geçemedim. Geçememeye hazırlıklıydım. Suyun iki yanına kolayca iki ayrı isim takabilmiştim. Ermeniya, Türkiya. Ne zaman yaptıysak, nasıl olduysa.

Zamanında egemenliklerin geçit kapısıymış. Doğudan batıya akanın, batıdan doğuya hükmetmek isteyenin elinde koz gibi ilk kart, ilk gösterge oluyormuş. Yeninin iştahı yerine koyuyorum kendimi. Açılacağım, bağları ve yolları tazeleyeceğim. Geçtiğim ve vardığım yerleri işaretleyeceğim. Emin olmaya, olanı sindirmeye çabalayacağım. Depremler oluyormuş, taşları sütunları dağıtıyormuş. Deprem özde hareketliye dur, durağana kıpırda diyor muydu? Büyük sarsıntıları üstümüze alınmadan yaşayabildik mi?

Bazen yerinde duranların, yeninin tehdidi altında olanların yerinde oluyorum. Tüylerim dikeliyor. Böyle anlarda ne zaman savunma yapacağımı, ne zaman varlığımın izlerini taşa toprağa insan geleneğine işleyeceğimi şaşırıyorum. Baskı altında ruha ayar vermek böyle bir şey olsa gerek. Ruslar Kars’ta 40 yıl konakladıktan sonra gideceklerini bilmiyorlardı. Baltık mimarisini yerleştirmek için, hele iyice yerleşelim de sonraya kerim, demediler. Herkes önünde hangi durum ve görüntü var, içinde ne beklenti ve hırs varsa onun peşine düşmüş. Bu, tarihte yalnızlık değil de ne?

İçimdeki Ermeni’ye diyorum ki, dur hele, biraz sabret belki barış olur. Dönersin. Birlikte gezeriz. Anılarımızı anlatır, ağlaşır gülüşürüz. Duyuyorum ki terk ederken hep bir gün dönecek umuduyla her köşeyi, her bucağı aklına yazmış. Kazımış. Unutamıyor.. Benim de unutamadığım oldu, ama daha çok unutkanlıkla malülüm. Azıcık fırsatçılıkla kaçamakçılığım vardır. Filmin karelerini istediğimce eğip bükerim. Işığın boğazına çökerim. 17 Digor milimi azaltırım, resimdeki karanlık aydınlıktan farksız oluverir.

Bir akşam üstü trenle Akyaka’ya giderken gördüm, kenar ne demekmiş. Uçurum gibi bir şey. Hem ana kucağından bakar gibi rahat, sıcak, konukça sarmalandığım halde. Dönüşte vedalaşmadan sinsi savuşuyormuşum gibi geldi. Biletim tek yön Akyaka’ydı hani? Üstümdeki bir giden, terk eden suçu. Güçlü hep biraz suçlu. Ölüm de olmasa, fanilik de olmasa denge ibresi nerede bulunur? Tam demir yolunun demir geçidinden geçerken ayna gibi yüzüme çarpıverdi her hepsi. Titredim, üşüdüm, takırdadım.. Ellerim karanlık dehlizin deklanşörüne gitti. Gene geçmiştim. Bitmişti. Yeniden anımsayana dek idi tüm barış.

EŞ ÇIKMASI – EŞ KATMA

[10 Şubat 2014]

Eş, göbek hizasında ve diplerinde, karın içine doğru yerleşimli, elle yoklamada bulunabilen hissedilebilen, attığı söylenen, tıbbi karşılığı abdominal aort olabilecek nokta veya bölge. Bir eşdeğer olasılık da plexus coeliacus yani solar plexus. Bazı aşina doktorların atağan adıyla karşıladığını duymuştum. Yerel kültüre ait başka bir kavram olan hafirganın hafakan ve atağana benzeyen bazı yönleri var. Yalnız bir bunaltı sendromu veya bunaltı bedensel eşdeğeri olarak kapsamı eş çıkmasıyla tam örtüşmüyor. Diğer eş çıkması eşdeğerleri göbek kaçması, göbek düşmesi.

Eş çıkması (veya eş çıkığı) kadınlarda da erkeklerde de olabilen, bazen omuz çıkığı gibi alışkanlık halini alan, çoğunlukla uzun sürmüş açlıktan ötürü gelişen bir olay.  Sadece yemek yemekle iyileşmez. Eş, çıktığında gider başka yere yerleşirmiş. Hatta yerine katılmayınca orada kalıcı olabilirmiş. Yeni yerleşim noktası kasık bölgesi, sol kaburga altı, karının sağ yan tarafı olabilir.

Eş katma becerikli, işi bilen birilerince yapılan bir işlem. Eş katma büyüsel değil, el manevrasıyla ilgili fiziksel işlemlerdir. Halk hekimliği türü uygulamalardandır. Eş katma ustaları genellikle sadece karın muayenesi bilen bir hekim gibi davranan kadınlardır. Olasılıkla kadın kam/şamanlardan kalmadırlar. Sakin, sohbet eşliğinde yapılması muhtemelen etki artırıcıdır. Usta biri sonradan yatkın veya öğrettiği birine el vermek suretiyle sanatını geleceğe aktarır. Eş katmada ayrıca havan ve elek ve sabun kalıbı gibi yardımcı nesneler de kullanılabiliyor. Eşi katıldıktan sonra kişi yemek yiyebilir, su içebilir. Gücü de yerine gelir. Etkisi adeta düğme basma gibi ani ve net farkedilir şeydir. Dolayısıyla yapanın da yapılanın da üstünde net anlaştığı bir deneyim ve yaşantıdır, ilginçtir.

Eş çıkmasında insan aç olduğu halde yiyesi gelmez, iştah kaçar. Susama ve çok su içme olur. Bu karında fazlalık yapan suyun sonra eş katma sırasında dağıtılması gerekecektir. Halsizleşme, dermansızlık, kusma ve ishal de eklenebilir. Eş çıkmasının süresi ve şiddetiyle ilgili. Eşi çıkık kişi çok su içer. Çok su içmek eş çıkmasına neden olabilir. Aşırı yoğurt yemek de eş çıkmasına yol açabilen zararlı bir eylem.

Eş çıkması gebeliğe engel olabilir. Her kadında öyle bir belirti söz konusu olmayabilir; annemde ve kız kardeşimde gebe kalmaya yakın zamanlarda sık sık eş çıkması olurmuş. Sık eş çıkması gebelik öngördürücü olduğu gibi, eş kattırmayla gebe kalma kolaylaşırmış. Ayrıca dedemin ninemde pek gözü olmadığından, yıldızları birbirini tutmadığından, dedem hazırki çocuklara bakmadığından ninem eşi çıktığında kattırmadığını, eşini kattırsa çocuklarının artacağını sonraları anneme söylemiş. (Eş çıkmasını acaba kaç kişi doğum önleme yöntemi olarak kullanmıştır?)

Eş katmanın belli bir düzeni, sırası varmış. Önce kasıklar kaldırılırmış. Bu kaldırma denen şey yavaş yavaş bölgenin yukarı doğru yepeçlenmesi, sıvazlanması biçiminde. Bu, yavaş hareketlerle iç organların yerini değiştirmeye, onları göçmeye yöneltmeye benzeyen bir işlem. Yardımcı olarak kullanılan elek veya havan, galiba kepçe veya gelberi gibi organları topluca yöneltme aygıtları. Bir de, sırtüstü yatırıp hastanın karnına yönelinmezden önce çoğunlukla yüzüstü yatırılıp kişinin beli çiğneniyormuş. Hazırlığın hazırlığı. Kasıklar kaldırıldıktan sonra mide tarafı da el ayası ile kaldırılıyormuş. Sonra iş asıl hedefe, eşin yerine geri getirilmesine geliyor. Eş yatağına gelirken, yerli yerine oturduğunda kasıklar birden ısınıverirmiş.

Eş başarıyla katıldıktan sonra sağlamlaşması, zırt pırt eş çıkmaması için önlemler alınıyor. Örneğin göbeğe sabun bağlama, lök koyma.. Lök, sabun kıymığı ile yumurta akının karıştırılıp zıvıtılmasıyla yapılan bir karışım. İkisi iyice halleşiyor, emişiyor. Avuç dolusu ölçüsünde lök beze sarılıp karna, göbeğin üstüne sarılıyor. Bundan beklenen içeride dağınık ve eş çıkartıcı iç suyun emilmesi, karın içerisinin kurutulması. Fazla ve başıboş sıvılardan arındırılması. Lök bu işlevde sabundan, sabun kalıbından daha başarılıymış. Yalnız çok fena yapışırmış, sonra bunu kılları, tüyleri yolma pahasına çıkarmak gerekirmiş. Katlanması zormuş. Dinleyince lökün sanki mıknatıs gibi suları topladığını, sonra ayrıca el çabukluğuyla huni veya pipet haline gelerek dışarıya doğru emip gözden uzaklaştırdığını imgeliyorum.

Birinde Dereli A’şa (Dereköylü Ayşe), yanındaki çobanlardan birinin eşi çıktı diye anama eş katmaya ricacı gelmiş. Adam kusmakta, son derece halsiz. Anam anlamış ama kabul etmemiş. Elin adamı demiş. Karnını ellerken kasıkları kalkarsa? Sonunda babam araya girmiş: “Hayır olur, sevabı çoktur, adamın derdini çözüver,” demiş. Bunun üstüne anam fazla kasıklara yanaşmadan çobanın eşini katıvermiş. Hem Ayşe hem adam uzaktan ona sık sık selam gönderirlermiş, hayır dua ederlermiş…

HAYATIMIN EN GÜZEL AKŞAMI (1972) – Ettore SCOLA

[5 Ekim 2013]

Ettore Scola’nın 1972 yapımı La Piu Bella Serata Della Mia Vita filmi. Senaryosunda Friedrich Dürrenmatt’ın imzası katkısı var. Dahası film galiba Dürrenmatt’ın La/Die Panne diye bir oyununa dayalıymış. Film de senaristin ülkesi İsviçre’de geçer. Bir İtalyan tüccarın İsviçre Alpleri tarafına düşer. Bir kadın süreğinde veya yem peşinde koştururken.. Dağların arasında, bir şatoda emekli yargı mensupları, çoğu soylu, en az biri kont olan bir grubun arasına düşer. Onu tatlı sert şekilde bir dava/duruşma oyununa ikna ederler.. Oyun gereği, hakkında bir sav/iddia oluşturulacak, ölüm cezası da içinde olmak üzere bir ceza istenecektir.

Ona davacılık oyununda yükselme, sınıf atlama ihtirası ile patronunu öldürmek, bunda baştan çıkardığı patron karısının desteğini almaktan ölüm cezası istenecektir. Arada kalma hissiyle kah oyuna katılmakta ve coşmakta, kah tüyleri diken diken olmakta, tuzak kokusu almaktadır. Peşine düştüğü kız gene şatoda hizmetçilerin arasında görünür, oyuna katılmaya adeta mecbur bırakır. Yem de yemdir hani (Janet Agren). Kont Brunetiere onun avukatlığını üstlenir. Yargıç emekli bir temyiz (üst mahkeme) başkanıdır. Ömür olanı ise Zorn karakter adlı savcı. Bütün grup akşam ziyafetinde lüpletir de lüpletir, ama iyi yerler hani, şarapları su akıtırlar. Sohbet arasında itiraf, sorgu ve yargılama aynı zamanda yürür. Avukat ile müvekkili arsındaki mutat anlaşmazlıkları defalarca gözlemleriz. Taktik değiştirmeler, yüz buruşturmalar.. Ayrıca yapısal düşünmüş olsak, savcı ile avukatın aynı masada nasıl yemek yiyebiliyorlar dedirten Allah yarattı demedikleri sataşma ve kavgaları.. İyi bir ayrıntı, şato grubunun dilsiz uşağı duruşma oyununda cellat rolündedir. İsviçre’ye gayrimeşru parasını yatırmaya gelen karanlık tüccarımız, avukatı onu savunurken mıymıntı, sünepe olarak resmetti diye kendi aleyhine, savcının onu tasarlayıcı bir katil gösteren söylemine arka çıkar. Nasıl olsa oyundur. Ertesi gün def olup gidecek. Belki gece bir kerecik Simonetta ile yatar, en azından öpüşebilir. Bu tantanalı gece (son akşam yemeği) sırasında bir coşkunluk vesilesiyle mahut sözü söyler: “Bu, hayatımın en güzel akşamıydı.”

Filmin satır aralarına kadar inmek mümkün, şehvete daha fazla kapılmayalım. Dürrenmatt dikkatimizi çekmese film tipik auteur filmi olarak sadece Ettore Scola’nın denebilirdi. Daha çok ortak iş çıkarmışlar ve Dürrenmatt’ın damgası hissediliyor: Komedi var, yabancılaştırma, grotesk kahkaha, çözümleme değil serimleme var, güçlü kahramana yer yok.

Bu arada Dürrenmatt tarihe çok meraklı ve hakim olduğundan satır arası eğitimi de veriyor. Bunlardan en kolay akılda kalanı: Avrupa’da 19. yüzyılda fakirler uzanarak yatar, asiller kan dolaşımına daha iyi geliyor deyü, oturur tarzda yatarlarmış.

Bu film sinema tarihinde fazla dikkat çekmişe benzemiyor. Scola’nın Özel Bir Gün adlı Sophia Lorenli filmiyle karıştırılma eğiliminde. Özel Bir Gün de güzel ama bu filmin ayrı bir doğallığı, komedi içinden eleştirisi ve trajedisi var.

LA STRADA (1954) – Federico FELLİNİ

[23 Ocak 2014]

Türkçede Sonsuz Sokaklar adıyla biliniyor.

Ne güzel diyalogları var öyle. Aralarından gereksizlere göz atalım:

“Hep böyle at gibi ayakta mı yersin?”

“Yalnızca karar almak için mi erkeklere ihtiyaç duyarsın?”

“Aynı yerde uzun süre kalırsanız orayı seversiniz ve Tanrı dahil asıl olan şeyleri unutursunuz.”

Filmin ilk yarısında basit bir sirk eğlendirme oyunu vardı: Üç kafadar dar yarıçapta hem dans eder gibi dönüyorlar, hem sırayla kendi kafasındaki şapkaları kaldırıp kaldırıp bir yanındakinin başına geçiriyorlar. Basit olan ne kadar derin!

Çok sarsıcı bir Fellini filmi. Fellini hem süper bir öykü anlatıcı hem süper bir gösteri sanatçısı. Sonraki filmlerine bakılırsa gösteri yönünde ilerlemiş. Ama tamamen trajedi ağırlıklı da kalabilirmiş. Hem ilk baştan beri var olan alışılmadık abartmacılığına ve absürtlüğüne karşın. Şu filmi yeniden düşünelim hele: Filmde her şey olaydı da kazamsı cinayet olmayaydı desem, ne kadar yeğlenir, taraftar artışına neden olurdu? Ve bir yandan da ne kadar goygoyculuğa düşülmüş olurdu -hazır haliyle karşılaştırdığımızda. Yoksa filmciler senaryolarına izleyiciyi nakavt edecek, bütün neşesini, umudunu kaçıracak zehirler eklesin demiş olmayayım.

Bir bakıma Zampano ve Gelsomina’nın dip dibeyken birbirine kavuşamayışlarıyla aşk filmi. Bir bakıma her ikisinin, üçünün, çok’unun varoluşu kendi tarzlarında onaylayıp tamamlayışlarıyla bir “tespih”, varoluşsal ve tasavvufi film. Bir yandan Fellini’nin toplumun karşısında kenarında, kenarcıların (marjinal) ve doğal muhaliflerin yanında duruşunu sürdürdüğü bir film olmuş. O bakımdan da helal.

Temel ikili Zampano ve Gelsomina’dan devamla.. Zampano kaçırılmış fırsatların adamı. Kendine göre bir albenisi, kokusu var. Her yerde hemen fark ediliyor, kıskanılıyor bile. İçerideki löp erkek, çocuk erkek denetimden çıkar diye kendini de şiddetle terbiye etmekte. Dış uzay ve dış dünya gerçekliğini birazcık bahane olarak kullanmakta. Belki sessiz eylemciliği, hep bir sonraki adıma hazır ve adeta istekli oluşu onu tespih eden ve an’a uyan, geriliğinde dahi bizden ileri hale getiriyor.

Gelsomina’nın görünürdeki aptallığı bizi hemen hemen istisnasız, ders verici, eleştiren, beğenmeyen, içerideki cevheri gördüğümüzde bile ondan üstün hissetmeye devam edenlerden olma tuzağına götürüyor. Alçak eşeğe binen çok olur misali gelene geç deyişi; Zampano dahil sevdiğine bile karışmayışı İtalyan ana ve kadınlarında bulunmayacak bir ermiş kadınlığın sırrını bulduğunu hissettiriyor. Hani bazı insanlar vardır, o kadar saftırlar ki, kullanılmamaları olanaksızdır. Birilerinin onları felaketten koruması, kendi haline bırakmaması gerekir. O yalnız bırakamam diyenlerin kendileri o safların sanıldığı kadar muhtaç zayıf olmadığının göstergesi. Saflığın bir iç sigortasının olması ve fark edilmesi için illa başının üstünde bulut dolaşması gerekmez.

Ahlaki niteliklerin sonuçlarından dolayı mı yeğleneceğini erken filozoflar tartışmıştı. Tek akıllı biz yirminci ve birinci yüzyıl insanlarıyız ya, Sokrat’ı bunak olarak sollayıp geçtik galiba. Zamanımızın makbul insanı tüccar ve maymun insan. İnsanlık olarak buna bir şey diyemiyoruz; kardeştir yapar.. Zampano Gelsomina ikilisinin kilit ilişki zorluğu cinayetten sonra nasıl dip dibe kalacakları. Gelsomina’nın devreleri yandı, delirdi gibi. Birlikteliğe çabalamayı bırakan Zampano her gittiği, her durduğu yerde onu görmeye duymaya başladı. Aşıklar küstüklerinde, ayrıldıklarında birbiriyle dopdolu olmazlar mı? Ayrıca kendindeki varlığı inkar etmesi gitgide olanaksızlaştı. Yıkanması için sıkı bir vicdan ve pişmanlık banyosuna gereksinimi vardı. Yazın yediği hurmalar buna neden oldu. Ateş sağaltımı, vicdan sağaltımı pek önerilmiyor, ama deveye diken, o da kardeş.

KEDİ ÇİFT KEDİ ÇOCUK

Eğrilce sivilcen uyurlu olsun,
Sivil kaplamalı..
Ece Ayhan’a sivik nanikler yaparaktan –

Kısa kısacık kısa öpüşler..
Dolu tuz damlacıkları
Göz kuyularında bakış kazmalar

Kedi çocuk, bütün saatler durdu.

Kedi çocuuk!
Dön gel, eve gidelim artık.
Bütün saatler durdu, görsene,
– bak çok kötü şeyler olacak.
Dinozorlar gelecek…

Oyundan hiç beni duyar mı?
– Saatler durdu derim, ne var!
Kedi çocuk, durmaz kedi çocuk,
Çok kedi çocuk.

Ali Şimşek’ten TARKOVSKİ

[28 Ocak 2011]

Author (auteur) sineması bu. Onlar yani yazar veya Tanrı sinemacılar sınıfından.

Yarık, dikey, ani kamera hareketi.

Derine inen, gömülen sinemadır.

Heidegger okumuş ama, amatörce olsa gerek.

68 olaylarından 6 yıl önceki İvan’ın Çocukluğu filminde Peace (barış) işareti var dikkat edilirse.

Gelenekten Varoluşçu. Bürokrasi sorunu ve olası bürokrasi nefreti.

İvan’ın Çocukluğu‘nda Haç göstermesi nedeniyle Sovyet yönetiminden fırça yemiş. (Oysa gariban haç yan yatıktı.)

İvan’ın Çocukluğu’nda sinema sanatındaki en güzel düşsel sahnelerden biri vardır.

Yönetimce propaganda filmi olsun istenmiştir. Filmdeki İvan’ın öyküsü gerçektir. İvan tutsak alınmış ve öldürülmüştür.

Nemli, rutubetli filmlerin yaratıcısı. Yaz yağmuru da var. PÜRÜZÜN sinemasını yapar, sürrealin hep kenarındadır.

Ustaları arasında İtalyan Yeni Gerçekçileri, Orson Welles, Antonioni anılmalı. Dış ses kullanımı ise önce Bresson ile başladı. Karşılaştırılacak olursa Hollywood sakin, pragmatist, püriten, tutucu bir sinemadır.

Bağlantıları arasında Zen-Budizm, wabi-sabi estetiği de var.

Cinsel olmayan bir sinemadır.

Belki de propagandayla ilgili, İvan’ı iyimser olarak bitiriyor, ama Tarkovskİ iyimser değildir.

İvan’ın Çocukluğu’nda kuyu Escher’vari bir imgedir.

Bu arada Ortaçağdan beri diskur yani söylem ağırlıklı bir dünyada yaşıyoruz. Bu önce kılıfı uydurup sonra minareyi çalmak gibidir.

François Truffaut’nun 400 Darbesi üstünden konuşacak olursak, Fransız sineması Çocuk sinemasıdır (ör. Amelie), çizgi romandır, sekstir. Yeni Dalga’nın devrimci olması gündelik hayatı sinemaya sokmasındandır. Dış ses de bunlardan. Steril ve mühendislik eseri olmayan sinema sesi. Yeni Dalga bir özel bir kamera (deel?) kullanır. 400 Darbe’de en uzun koşu/koşma sekanslarından biri vardır. O özgüvenli ısrarlı koşu 68 gençliğini çok etkilemiştir. Truffaut da kahramanı gibi yetimhane çocuğudur. Buradaki koşan oyuncu (Jean-Pierre Leaud)  da tüm Yeni Dalga’nın başrollerini oynamış, yüzü olmuştur. Sinemada ilk “donmuş görüntü bitimi” 400 Darbe’de yapılmıştır. Bu da çok sorulmuş, sorgulanmış ve etkileyici olmuştur.

Stalker soğuk savaş döneminin filmi. Tarkovski klasiği olan göz kırpan lamba hemen başta görünür. Stalker senfoni gibidir. Sırttan görüntü de sinemada beliriyor ve sonrasında Türkiye’de çok kullanılır oluyor. Stalker bir İsa türevidir, izsürücü, rehber. İzsürücü Stalker “bölge”ye (zone) tapar. Diğer başkişiler bilime inancını kaybetmiş bilim adamı ile ilham bulmak isteyen sanatçı. Film adeta sanat-bilim diyalektiği gibidir, fakat Tarkovski kendisi için beklendiği yönde sanat tarafında olmayı seçmez. Sanat burada liberal sanatlar, işe yaramayanlar, plastik sanatlar bağlamında kalır. Andrei Tarkovsky için sanat dindir, iyileştirir. Stalker’da önerdiği, dinsel-mistik kurtuluştur.

Tarkovski’nin ilk filmi hariç hepsi auteur filmidir. Stalker, onun metafiziğini de yansıtır. Tarkovski modernite ve aydınlanmayla sorunludur. Erken postmodernistlerden sayılabilir. Moda olmamış bir postmoderndir. Bilime şüphe, ilerlemeye, hesaplamaya (mathesis) şüphe. Bergman da onun Protestan eşdeğeri gibi, Tarkovski Ortodoks. Bergman’ın filmi otobiyografik, burjuva aile içinden.

Stalker üçgen kişi çerçevesindedir: Profesör (bilimci), Yazar, İzsürücü (Tutunamayan, Disconnectus erectus)

Tarkovski kör gözüme tezleme yapmıyor filmde; o felsefi ve şiirsel sinemanın temsilcisidir. En felsefi filmi ise Solaris’tir. Tanrı da dert tabii. [Nietzsche ise Tanrıyı öldürürken sıyırmış.] Yazma da sorun. Yazmanın anlamı.. Artık pek sorulmuyor bu sorular; ilham nedir, gerçek nedir? [Biz işimize bakıyoruz, gerçeğin kenarından dolanıyoruz. Gerçek öylece duruyor.] İyilik sorunu. Çetrefil soru. “Hakikat (gerçek) iyidir,” kolaycı bir çözüm.

Stalker Ukrayna’da çekilmiştir. Postapokaliptik (kıyamet sonrası) görüntülerle bezelidir. Çernobil’i adeta öngörüyor. Tuhaf. Stalker’la UFO’cular da ilgilenmiş o dönemler. Sanayi bölgesi, kir, pas, kimyasal. Kirlinin, pürüzün yönetmeni..

Gitme nedenini de pek bilmiyoruz. İzci Bölge’yi seviyor; orayla duygusal bağı var. Gitmek için karısını çiğniyor, çocuğunu bırakıyor. (Babası Arseni Tarkovski de onu ve annesini bırakmıştı.) Bölge’de bir Oda var. Odayı görenlere dair öyküler, deneyimler var. (Hakikat odası?)

Moderniteyi kuran kusursuz biçim Daire, yani biraz Da Vinci. Altın Oranlar da öyle. Vitruvius Adamı. İnsanın merkez olduğu anlayış. Zen Dairesi bunun karşı kutbu, alternatif. Fırçanın çini mürekkebiyle çizdiği tam bitmemiş daire, Enso. Zen sanatında özgün boşluk var: doluluk alanı bile asıl boşluğa işaret eder. İstifçi değil (Örneğin Hokusai). Burada uzay, espas farklı: Boşluk ve sakinlik var. Van Gogh’ta da Zen espasından çokça var. Keza Gaugin’de. Bu tip espas sakin, arzu uyandırmıyor (minimal). Haiku şiirinin estetiği de benzerdir. Kültürel bir Doğu-Batı kutupluluğu daha: Doğu resmi yatay, Batı resmi dikeydir. Zen aynı zamanda “Kendini tutkuna bırakma, (bu tehlikeli)” diyor. Sadece seyret. Haiku duygusuz, öznesiz şiirdir, patetiktir. Öznenin kanadığı bir şiir değildir. Esas haiku’da varoluşsal sorun yoktur, aidiyeti boşluğa.

Sinemada geniş plan kullanılınca özne yok olur, küçücük bir noktaya dönüşür. Kapının kendi kendisine açılması sinemada Tarkovski’yle başlamış olabilir. Bunun Türkiye’deki örneği Masumiyet (gırç, gırç, kapı sesi). Tarkovski’ninki nesnelerin de sinemasıdır. Şimdiki nesne sinemacısı Haneke’dir (7. Kıta, Funny Games). Yabancılaşmayı nesnelerle kurar. Stalker’ın bir Dostoyevski kahramanı olduğu bellidir: tekinsiz, arızalı, tutkulu, inançlı. Yeni bir İsa yorumu ve türevi. Turgenyev’in Bazarov (nihilist) tipine de yakındır. Nihilizm gündelik dile Turgenyev ile girmiştir. [Oblomov ise Gonçarov ile sıfat olmuştur.]

Bilimadamıyla yazarın gevezelikleri, izsürücünün uyarmaları, fırçaları, birden izsürücünün içe dönmesi.. Sus, sessiz ol, orayı dinle, özneleşme! Bölgeye saygı duy. Ekolojik okuma da sayılabilir. Adamın film mekanları, kıyamet mekanları. Bu, filmin çekim iklimiyle ve dünyanın durumuyla da ilgili. Nükleer savaş tehdidi esaslı olarak Kurban (Offret) filminde vardır.

Sırttan, enseden görülme, uzun plan, izleyiciyi Bölgeye hazırlıyor. Müzik de önemli. Stalker’in müziği çok özeldir. [Elektronik müziğin erken ve çok iyi örneklerinden.] Sırttan kadraj, düşünceye odaklanma sayılır. Sırttan görüntü Romantizmin hediyesiydi.. Sırtan kadraj olmasa Türk sineması da olmazdı.

Modernleşme Türk dünyasında Tanzimat’tan beri yürüyor, yürümekte. Burjuvazi gelişimi tüm dünyada aynı anda oldu, başladı, ama evrilmesi ve biçimi, sorun ve çözümleri farklılaştı. Boğaziçi İstanbul’a Mısır burjuvazisinin hediyesidir. Mısır modernleşmesi Osmanlı’nın geri kalanından erken gelişmiştir. O yüzden erken zenginleşme olmuş, hatta Osmanlı’nın başına bela kesilmiştir. Hıdiv Kasrı, Konsolosluk, Akaretler. Türk edebiyatında modernleşme örnekleri ise Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu; yani bizim romantizmimiz. Biraz çözümler farklı. Yakup Kadri’nin Bir Sürgün’ü (1937) Paris’te geçer: Bir Jön Türk’ün gönüllü sürgünüdür. Murat Belge’ye benziyor. Devletten acı çekme halleri. Sefil oluyor. Oradaki öteki Türkler bunu iplemiyor. [Ki birbirini iplememe, hatta zarar verme sürgünlüğün istisnası değil, kuralı. Mİ] Ruslar ise ateşli. Ressamlar var (olasılıkla Picasso filan). Bizimkiler “Devleti nasıl kurtarıcaz?” derken Ruslar “Devleti nasıl yıkıcaz?” diye tartışıyorlar. Oradaki Rus tipi olasılıkla Lenin’dir. Abdülhamit bütün bu muhalifleri valiliğe filan atayıp seslerini kesmiştir, sulandırmıştır. [Cumhuriyet Dövlet’inden farklı olarak padişahın en etkili çözümlerinden biri muhalifini asmayıp beslemektir. Mİ]

Bresson ve Bergman’la, Antonioni’yle ortak yanları var. Filminde gerçeğin kendisi duyumsanıyor. Yıkıntı estetiği Stalker’da da var. İvan’ın Çocukluğu’ndan sora bir devrik haç da burada. Post-yapısalcı okumalara açık (Tarkovski’nin T’si mi diye sorulunca). Sinemacı/patron olarak çok titiz ve eziyetçiymiş, kılı kırk yararmış. Taocu görüntüler. Kokusuz çiçek, pis koku imgeleri. Sıradanlık onun istediği şeyler. Diğer yandan Yücenin estetiği; alan, uzam derinliği. Filmde birden bir çakal veya köpek sesi girer, irkiltir. Sinema lezzeti. Kameranın “L” hareketi, hem de aşağıdan, otlardan başlayıp, bacak, el en son yüze çıkış (Solaris’te). Uzak plan sinemacısı olduğu kadar aynı zamanda yakın plan, yüz sinemacısıdır.

[Tarkovski spermlerini Batıya savurmuş, esen rüzgar hayvancıkların çoğunu Türkiye’ye atmış. Mİ]

Birden sisten, ormandan çıkan bir bina imgesi, Yüz’e benzeyen bir bina. Unheimlich, Tekinsiz. Tekinsizin tipik mekanı, çıkış yeri Ev’dir. Korku sinemasına bakınız. Ev, habitus, habitat; alışkanlık, barınak. Korku mekanı evde bodrumdur tabii, çatı değil: Bodruma yönelmek kastığından, sıktığından korkan kişi, çıt çıkınca, aşağıya değil, çatıya bakar. Güven mekanının hassas karnı, Ev. [Ailenin doğaya aykırılığı?Mİ]

Tarkovski’nin duyumcu sinemasında filmin anlamını kaçırsak da duyguyu kaçırmayız. Felsefi deniyor, ama bir yandan müthiş gerçekçidir. Filmlerde pozu, poz vermeyi genelde bir sinek bozuverir. Doğa pozu sevmiyor, poz doğal değil. Ama insan da bir yandan poz vermeye koşullanmış, alışmış. Postmodern fotoğraf sanatçısı da bu sefer poz vermeyi engelleyerek negatif pozlandırma yapıyor, ki benzeri sayılır. Stalker’da çimenlere uzanmış izsürücünün romantik doğa bütünleşmesi içinde olduğu sanısını, yüzünde, parmağında gezinen sinek kırar. Doğumdan çıkmış gibi çamurlu, kirli suratlar vardır. Yarısı kel olan başın iki yanında saçlar stilize şekilde değil de doğal olarak rüzgarla savrulur.

Yabancılaştırma. Proust’un yakınlaşma efekti var: Albertine’e öpmek için yaklaşan Marcel, birden yüzün pütürlerini fark eder. Adeta öpeceği yüze, yüzeye, kaza yapar gibi çarpar. Yakınlaşmak tehlikelidir. Yabancılaştırma Brecht’in bulduğu bir şey. Sovyetlerde sinema eğitiminin içinde tiyatro, müzik eğitimi de vardı. [Polonya Lodz sinema okulu 11 yıl eğitim veriyormuş, benzer.]

Solaris: “L” kamera hareketi. Yosunların salınışı. Kavram, seyretme deneyimi yetiyor. Anlam önemli değil. Gene, boş alan. Nesneye, eyleme odaklı değil. Seyretmek var. Yokluk var. Sınıfsal boyutu da var bunun. Çünkü gerçekten yokluk ve yoksulluk da var; gerek Sovyetlerde, gerek Doğuda.

Antonioni Tarkovski’ye benziyor, ama Tarkovski doğacı, Antonioni kentçi.

Zen tipi espas yaratımı izleyiciyi bir yandan dinlendiriyor da. Sırt kadrajı da dinlendirici.

Boş bakış = Tam seyir.

Kavramın minimun olduğu, skopofili.

İzsürücü çaputa cıvata bağlayıp atar. Çağrışıma ve yoruma uygun. Yanmış ceset vardır bir, yanmış bir araç içinde. Ama direkt göstermez. Kamera üstünden atlar, ilerler. Sonra oyuncunun geri dönüşüyle onu gördüğü anlaşılır. Stalker’da bir de ara ara yapılan oyuncunun kameraya, yani seyirciye doğrudan bakışı vardır. Kısa ama vardır. Bu çok olsa, uzun olsa seyirci tehdit altında kalır. Seyirciyi kaçırabilir, ama bu dozdayken tartımı elinde tutuyor, tam rahat bırakmıyor. Ki yanmış ceset, ölü, seyirci midir? Bölge, mayınlı gibidir, tekinsizdir, tuzaklıdır. Lost senaristleri de Stalker etkisini itiraf etmiş, yazmışlardır (geniş bir etkilenim listeleri var.) Tank mezarlığı gibi bir yerden geçilir. Sinemada kameraya bakmak risklidir.

G. Deleuze’ye göre iki tür sinema varmış: Hareket Sineması, Zaman Sineması. İkinci Dünya Savaşı kırılma yapmış. Sinemacılar (İtalya’dan başlayarak) yıkıntı şehirlere film için dalmışlar, geniş plan kullanıma girmiş. Yoksa klasik olarak yönetmen “Motor!” der, oyuncu (actor) da eyleme, oyuna geçermiş. Böylece sinema mekana (eyleme değil) ve yıkıntıya kaymış. Geniş kadrajda artık aktör önemini yitirir. Oyuncu(lar) bu dönemde artık eylemiyor, “maruz kalıyor”lar. Zaman sineması sakin, duyumsatıyor (hatta sıkarak duyumsatıyor).

Stalker bir yerde şöyle der: “Tanrı şanslı olmanıza yardım etsin.”

Başka bir yerde ise “Sertlik ve güç, ölümün işaretidir.”

Filmin başka bir yerinde İyiler ve Kötülere karşı “Zavallılar”ı ileri sürer.

Bir sinema festivalinde bir belgesel şöyleymiş: Filmlerdeki “kaz” görüntülerini bir araya toplamışlar. Örneğin kovboyun kasabaya daldığını gösteren, kazların uçuşarak kaçmaları gibi sahneler. [Benim fantezimse sinema tarihinin başlıca asılı veya uçuşan çarşaflarından seri yapmak. Mİ]

Sesin aktör olduğu ilk örnek Bresson sineması. Tarkovski de ses sinemacısı. Bir de felsefi ve uzun diyaloglar ağırlıklıdır.

Simurg öyküsü. Ayrı bir Simurg yoktur, Simurg, Simurg’u aramaya çıkmış otuz kuşun kendisidir. Bu da Zen bağlamıdır. Bir mutlak son, hedef yoktur, aslolan Yol’dur. (Tao, Dharma, Tarikat, Zen hepsi Yol’dur). 

Kahraman = Hero = Here = Burada [ Hızır = Hazır ?]

Please == Palace : Cennet, Saray, (ayrıca ileride Hapis)

Giambattista Vico Yeni Bilim kitabında tarih bilimini, tarih felsefesini kurar. Kitabın Türkçe çevirisi de var. Tarkovski’yle ilgisi; tarihi mitolojiden çıkarıp insana devreder. Çok anlamlı bir gravür vardır kitabında. O görsel Makyavel’in babası ve öncülüdür.

Yukarıda Üçgen Tanrı var. Üçgen en eski Tanrı formudur, kare ve daireden öncedir. Üçgen ve piramit kadınlık organı simgeleridir. Jung da değinir. Üçgen argoda hala yaşıyor. Arketipal. Anlatının üç büyük devri dönemi var:

1- Tanrılar çağı

2- Kahramanlar çağı

3- İnsan çağı

O gravür de Tanrı-Kahraman-İnsan üçgeni aynı zamanda.

Kahraman çağında trajediler var, Homerosgiller, Deli Dumrul..

İnsan Çağı’na Bovarism (Bovarysme) de deniyor. Hala devam etmekte.

Kanatlı insan yok, kanatlı at yok, ama çok tanıdık geliyor. Önemli imge, uçma.

Yer aynı zamanda tutsaklık. Hapishane, palas aynı kökten geliyor. Hıristiyanlık tutsaklığı günaha dönüştürüyor. Yer günah. Bütün tektanrılı dinler de mitolojiden devirdir. Ekleme çıkarmalarıyla birlikte. Yer günah, cennet başka bir yer. “Yeri çekeceğiz.” Cennet tek tanrılı dinlerin üretimi, öncesinde yok.

 Tarkovski, notlarından anlaşılıyor, Vico ve Faust okuyucusu. (Ayrıca Proust da var.) Michelangelo’nun Musa’sı var bir de.

Kritik bir aralık, arıza bir din Yahudilik. Yahudiliğin arızası Hıristiyanlık’ta kalmış, İslam’a geçmemiş. Musa’nın durumu ve duruşunda gerilim var. Freud İtalya yolculuğunda bunu keşfetmiş.

Musa İsrailoğlu değil, Mısırlı prens (olabilir). Dıştan kurucu. Kurtarıcının dıştan gelmesi misyonu. Yahudiler de hala aynı (Ortadoğunun durumu). Gerilimli, öfkeli peygamber. Kızgınlık ile kaygı arasında gidip gelen.

Pathos aynı zamanda acı ve din demek. En patetik din Yahudiliktir.

Tableti tutmak, kahraman peygamberin Tanrı ile insan arasında kalışı demektir. Endişeli moderne de çağrışımı göndermesi var. Çünkü İnsan Musa’nın göz önünde olmadığı aralarda gene Altın Buzağı’ya tapmakta. Musa’nın durumu öfke gibi ama endişenin öncülü. 

Müslümanlık endişeli bir din değil. Hıristiyanlık kapitalizmi üretmese asıl Müslümanlık üretirmiş. Acı yok, itiraf yok, ticaret var. Mimarisi aydınlık, sivri değil. Kapsayıcı, geniş. Ferahlık Sünnilik demek. Aşırı tarafı Şii (Alevi) olmuş. (Ali Şimşek’i de önce Humeyniciler yetiştirmiş? Sonradan solcu olmuş.) Büyütme, aşırı olma ve gizle ilgili mesajları var. Bu hesapla, İslam’da (Sünnilikte) şiidet, zulüm olur, kolay kolay devrim olmaz. Sünniler orta yolculukla, her şeyin sonsuza kadar ortalamasını alırlar.

Demon ile demos kökenleri de aynı veya yakın olabilir.

Faust’un sorunu ruhunu bilgi için satmaktır. Demos = halk da şeytanla ilgilidir. Kavranılamayan bir şey, tehditkar, tekinsiz demon/demos. Şeytan Tevrat’ta ağırlıklı değildir. Daha çok iyi tip kötü tip mücadelesi, Tanrıyı dinleyen ile uymayan görüngüleri vardır. Şeytan Hıristiyanlığın icadı sayılır. Hıristiyanlık öğretisi burada faturayı kesme biçimini alıyor. “İkarus, kanatları takarsan, çakılırsın” gibi.

Stalker’da İsa-Bilimci-Sanatçı üçgeni var, Vico’da olduğu gibi. Bilimci hakikatçi cool; Sanatçı tedirgin. Stalker Oda’ya ilk girmeye Sanatçıyı itekler. Gölge var. Gölge şeytan imgesidir. [Bir yandan Şeytan gölgesiz değil miydi?] Faustun şeytanı da doğrudan bilgiyle ilgilidir. Aşırı bilgi kötülüğe meyleder. Yirminci yüzyıl bunu doğruladı: Atom bombası, kamplar, krizler, hatta şimdi küresel ısınma.

Başladıkları yere döndüler bir ara. Bilimci rahat rahat bekliyor. Orada araçsallık tartışması yapıyorlar. Bilgi ve para.. Yol tarifi için para istemek ahlaksızca, bilgiyi satmak ahlaksızlık.

Gelelim Oda’ya. Oda kavramsal olarak Küp’tür, daire veya küre değildir. (Kabe’nin durumu?) Temelde Beyaz Küp. Galeriler de hep beyaz küptür. Beyaz duygusuzdur, nötrdür. Siyah ve beyaz renk de değildir. Beyaz belki hakikat simgesidir. Suskunluktur. Beyaz tuhaftır. Beyaz ülkesi dünyada Antarktika’dır. Antarktika dumur edici yerdir. Orada tek renk penguenler. Beyaz, dil öncesi yer ve dönemi temsil edebilir. Bu arada beyaz belki Tarkovski’nin hiç kullanmadığı bir renktir. Beyaz kavramsızlık gibi. Susmanın kendisi. Susma ile hakikat bağı pek çok dinde var. Mütevazılık. Tarkovski’de daha çok kirli, puslu, ıslak var.

Sinema tarihinde en çok yorumlanmış olan sahne Stalker’daki siyah köpek sahnesidir. Stalker’ın başında köpeğin oturuşu, bekleyişi. Ucu açık bir film bu Stalker. (Kurt) köpeği filmin önceki sahnelerinde uluyarak, görünmezden önce haberini vermişti. Siyah köpek günah, vahiy gibi okuma ve yorumlara açık.

Georg Lucacs’a göre roman, Tanrısını kaybetmiş dünyanın epiğidir.

Bilim ergenlik, sanat-edebiyat çocukluktur. Hala böyledir. Sanatın bencil olmayışı..

Su bir de Narcissus’tur, ayarı, dengesi tehlikelidir.

Su, aynadan önce, insanın suretini görmesin sağlayan ilk nesne. Yalnız su aynası statik değil dalgalı, değişken. Su, persona’yı da anlatıyor, bulanık kimlik. Tarkovski’deki su bolluğu, cenin, rahim, anne, aynayı işaret ediyor. Rahim, duhul, içeri girmek. Stalker’da tefekkür anlarında üçlü yolcunun üçgenliği siliniyor. Huzur, haz suratları görülüyor, sonra tekrar üçgen geri geliyor.

Resim’de Caravaggio ışığı diye bir şey var. Onun “Delinin Metamorfozu” var. Kendisi benzersiz bir ressam. Serseri bir kere, direkt meslekten değil. 20’li yaşlarda bıçaklanıp öldürülüyor. Işık ve gölgeyi kullanışı zamanı için yenidir. Caravaggio ışığı, karanlığın içinden ışığın çıkışıdır. Veto yemiş biridir; İsa’yı fazla sıradan resmetti diye. Sokaktaki adamı ilk resmeden sanatçıdır. Modelleri de serseri, serkeş, düşkün çoğunlukla. 

Türk siyasetinde ilk teknolojik parti amblemi AKP’nin ampulü.

Stalker’da Oda’ya ilerlerken de kuyu görünüyor. Hem de kapalı mekan gibiyken. Bölge’deki yolcularımızdan başka yegane canlılık karınca, su içindeki akvaryumdaki balıklar, köpek ve kuş (hüthüt kuşu?).

Chirico asıl sürrealist resmin zirvelerinden biri ama Dali, ünüyle onun önünü kapatmış. Chirico resmi tekinsiz ve boşluklu diye tanımlanır. Fehringer de kübizmin büyük adamı. Chirico’nun resim elemanlarından “anıt”, Nostalgia’da da var. Chirico resmi, susturur.

Pazara sürülebilirlik bir yanıyla hala “değersizlik” anlamına geliyor. Bazı sanatçılar artık “milli miras”tır. Örneğin Malevich. Sınırdan çıkarılmaz. Dali, pazarlamayı sanata ilk sokan adam.

Odaya yaklaşılan sahnelede, çöl ve kuyu da yücelik duygusunu veren yerlerden biri. Ürkütür de. Olumsuz tınıya sahip. Çöl de susmaya iten yerlerden biri. Kavramlaşmayan bir yer. Okyanus da öyledir. Sadece tefekkür. Boğuşacaksan tehlikeli. Çöl serap oluşturur. Çöl aynı zamanda hicret demek. 

[Bu arada Doğunun Tanrısız dine sıçrayışı nasıl oldu? Mİ] [Deliliğe Dair Tefekkür – Murat Kemaloğlu. Mİ]

Doğal dinlerde emir kipi yok. Brief/mektup/tablet yok. Çoktanrıcılık. Onlar demokratik sayılır. Ölüm korkusu yok. Zira ölüm inancı yok. Yerlilerin ölümden korkmayışını misyonerler çok garipsemiştir.

Yarı insan – yarı hayvan tanrılar.. Hala emir kipi yok. Oku! demiyor.

Tevrat’tan itibaren Tektanrıcılık.

Panopticon: Hapishane modeli. Pan, kayma demek. 360 derece. Çevredeki her nokta hücre, merkezdeki kule görücü. Hücreler kule içini göremez. Tektanrılı dinlerin ideali bu. Hücredekiler içeriyi görmediklerinden, kulede içeride gardiyan var sanıyorlar. Gözcünün, gardiyanın içselleşmesi. İktidar içselleşmiş oluyor. Hıristyanlığın geliştirdiği, Tevrat’ın buluşu bu olay. Psikanalizi getiren şey suçluluk bilinci. Nietzsche buna Sürü Bilinci der. Nietzsche Hıristiyanlık için berbat bir din der. (Kitabının adı Deccal – Hıristiyanlığa Sövgü.) Seni fare olarak görüyor der. Kalk der. Tanrı görülebilir değil, kavramlaşabilir değil. İslam’ın suret yasağı da zekice.

(Ali Şimşek Müslümanlarla tartışmalarında, komünist olarak zekatı, zekat gereğini, yoksulluğu yıkmaya çalıştığını, Allah varsa da AŞ’i cennete almak zorunda olduğunu söylüyormuş.) İslam düşünürleri zekatı çözemiyorlar. Başka dinlerde zekat yok. Fitre yok. Alt metniyle, “Yoksul hep var olacak,” demiş oluyor. 

Bu arada İslam sermayesi Ülker adı yoksulluk simgesi olan süper lüks çikolata markası Godiva’yı satın aldı. Kaç katlı çelişki. (Hem de Lady Godiva. At sırtında kasabada çıplak gezesi. Lord olan kocaya halkın vergilerini düşürttürmek için. Güya işçiler, köylüler de onun çıplaklığına bakmayasıymış. Kocası mükemmel çözüm ile, karısı namusunu kaybetmeden vergi indirmeyi kabul edesiymiş. Peh, işçi sınıfına güvenilir mi, bakmışlardır, otuzbir bile çekmişlerdir.) Yoksulları koruyan azize oluyor Godiva. Godiva’nın kilosu 100 dolardan fazla. Alıcıları A+ üstü, satışı için reklam bile gerekmez.

Oda’da ilk dış dünya sesi, telefonla geliyor. Bilimci eski pısırıklığını atıyor burada, ödünsüz konuşuyor. Korkudan kurtuluş mesajı.

(H)Erostratos da güzel kahraman, hiç bir kahramanlığı yok. Tarihe geçmek, ünlü olmak için Diana Tapınağı’nı yakan adam. Ünlü de olmayı başarmış, bakın.

Bir özel Stalker mesajı da bir anda elektrik gelişi.

Bizim kimliksiz/İsa Stalker’ımızın dönüşte bakıyoruz, devasa kütüphanesi var. Orada acılarla, “Kimse inanmıyor,” “Kimsenin kurtarılmaya ihtiyacı bile yok,” deyip vahlanıyor.

Topkapı Sarayı’nda bulunmuş bir istisna hazine de Siyer-i Nebi’dir. Bir cildi kayıp ve gene İstanbul’da ortaya çıkacağı tahmin ediliyor. Burada, yüzü çizilmese de Muhammed resmi var. Bol bol hem de. Renkli. Minyatür üslubunda. Radikal bir kitap, biline.

(V) 10.3.11

Kurban‘daki ev, yanan hani, bir maket ev. Bu sinemada ev merkezi önemde. Nostalgia ise Rusya dışında çektiği tek film. İtalya’da rejim sürgünü olarak. Kendi ülkesinde de sürgündür. Antonioni’nin evinde kalıyor. İkisi farklı yönetmenlerdir. Antonioni kentli orta sınıfın yönetmeni. Antonioni’nin Eclipse (Ay Tutulması) filminin son 20 dakikası sinema tarihi açısından önemlidir. O 20 dakika boyunca diyalog yoktur. Beyaz.

Nostalgia yoğun bir film. Tarkovski’nin film isimleri de çok anlamlıdır. Nostalga’da filmin kahramanı bir dönem İtalya’da sürgünlük yaşamış bir Rus bestecinin (Vladimir Sosnovsky) hayatını araştıran biri. 19. yüzyıl Rusyası ile paralellik.. Yurt nedir? Özlemek nedir? Rusya’yı özlemek. Dostoyevski’nin Yaz Günceleri’ni de kullanıyor. (YKY’da basılmış.) Dostoyevski’nin Avrupa anıları. Tabii bu arada kumar anıları. Dostoyevski Batı düşmanı. Türk tutuculuğuna benziyor. Rus ruhu aslında Tolstoy’a atfedilen bir kavram. Dostoyevski’nin bir Aydınlanma nefreti var. Teknik ve Aydınlanma Tarkovski için de sorun. Yabancılaştırıcı. Lopndra’daki Crystal Palace üzerine izlenimleri var Dostoyevski’nin. Londra’daki ilk sanayi fuarı. Cam bina. 2. Dünya Savaşı sırasında. Bombalanma korkusuyla yıkılıyor. İngiltere’nin böbürlenme vesilesi zamanında. Osmanlı da bu fuara katılır. Bu cam bina, modern mimarinin başlangıcı da sayılır. (Eyfel ise demir-çelik.) (Bir sanatçı, Eyfel kulesini “kendinin görülmediğ tek yer” diye seviyormuş.) Saydamlık Dostoyevski’yi ürpertiyor. Açıklık, saydanlık, hata demokrasi. Mermer değil. Crystal Palace’ı Jön Türkler çok beğenmiş. Demokratik mekanı Tarkovski de sevmez. C.Palace dolayısıyla fuar, ışık ve paranın, emperyalizmin simgesi.

Nostalgia ağırın ağırı bir film. Toscana kırları, eski manastır, gotik yapılar. İnanma, inançsızlık. İyice Hıristiyanlaştığı bir film bu. (Katolik ülkede Ortodoks ama.) Bol miktarda metafor var. ÖnRafaelciler de Tarkovski’nin referansıdır. Victoria dekadan. Gabrietti resimleri. Aşırı süsleme, aşırı ruhanilik önRafaelcilik. Garip ilişkiler. Kasvetli hava. Nostalji ilk olarak asker hastalığı olarak bilindi. Yurt özlemi, sıla özlemi. Bizde 1980’den sonra evcilleşmiş melankolinin kardeşi. Kuş uçuşu metaforu. Rönesans resmi, renk, siyah beyaz oyunları filmin dokusunda yankılanıyor. İlla kayacak. İtalyan sinemasının tersi bir yandan. Tüy. Godard’ı hatırlatan kesmeler. Yeni Dalgacı kesmeler. (Godard montajcı bir yönetmen.) (Ayşegül Sütçü’nün farkedişi: Kahramanları beyaz saçlı, kırlı hep.)

Ev: Baba evi, terk edilme. (Tüm sanat gibi şiir de tercüme edilmez.)

Şiir nedir, müzik, heykel nedir tartışmaları da vardır. Lessing’in Laocoon tartışması da vardır. Heykeli çözümleyici klasik bir kitap. Yılanlarca ısırılan ama çığlık atmayan adam. Ve bu adamın pek doğal olmayan ifadesinin sanatsal sayılışı, görülüşü. Güzel acı. İdeal bunu vermeli deniyor. Dışavurum değil, estetik olmalı deniyor. (Yalan söylüyor deyişimiz ise modernin tepkisiymiş.) O dönemlerde El Greco farklıymış. En erken modernlerden biriymiş. 1600’lerde.

Bu filmde sanat felsefesi yoğundur. Sürgün besteci izi sürülürken. En entelektüel filmi budur. Makale gibidir. Rus/İtalyan karşılaştırması vardır. Hegel estetiği bu birikimi tüm topluyor. Hegel romantiktir. 

Mimari ilk sanat sayılıyor.

Heykel ikinci. Sfenks yarı Tanrı yarı insan, Yunan-Mısır aşaması.

Resim: Romantik ve Hıristiyan. Işık-gölge, belirsizlik.

Müzik: Saf, kavramsız sanat. Hegel’e göre bu handikap. Hegel kavram ister.

Şiir.

Sanatın sonu: Felsefe.

Felsefeye kadar sanatla yürüyoruz. Hegel, sinemayı bilmediği için yanılıyor. Sinemayla birlikte sanat tekrar felsefe oluyor. Felsefe sanata, sanat felsefeye dönüşüyor. Sinema hem kimya hem ruhsallık. Sinema en Hegelci sanat. Görse “a-ha!” dermiş.

Kahramanın Sonsuz Yolculuğu – Joseph Campbell, önerilir.

Filmde siyah-beyaz ile Babaya, Rusya’ya giriyor. Ev hep ileride bir yerde (Kaybın sindirilmesi, idealizasyonu). Hem babası, hem kendisi kahraman. Renklideyse kendisi. Kutsal, dile gelmez bir şey. Teknikleştirilemeyen. Zen’den, ortodoksluktan besleniyor, rahat okunamıyor. Ancak seyredilir, tefekkür. Dile getirilemez bir şey dolaşır sanatta.

Kategorik imperatif (amacı kendi olan amaçlılık, koşulsuzluk). Armağan vermenin amacı armağan vermektir. Amacı olması etik değildir. Amacı olan ödevdir. Sanat masa değildir. Araçsallığı yoktur, işe yaramamaktadır.

Sinema tarihinin en güzel açılış sahnesi ise AYNA’dadır. Ayna’daki rüzgar sahnesi (tüylerin ürpermesini andıran). Nostalgia’daki bakışların tersi var burada. Kadınlara dönük film. İtalya’da olduğu için (Rönesans bağı). İtalyan güzeli, Rönesans göndermesi. Peşine düşülen Rus besteci Sosnovsky. İtalya’daki ikon ise Verdi (filmde müzikleri kullanılmış?). Kaplıca sahnesi var, dumanlar tüten. O kaplıcada sıvı sülfür olduğunu da anımsamak gerekir (burun nasıl dayanırdı?). Sonsuza kadar yaşamak istiyorlar. [Sis insanı şair yapmazsa, o kişi şair olmaz. Mİ] İnsanın algılarını değiştiriyor Tarkovski. Su şırıltısına başka bakar oluyorsun. Seyretmemizi istiyor, sadece benzetme ve kavram da değildir gösterdiği. Nostalgia’da bir duvar görüntüsünde 1+1=1 gözlenir: Meczup matematiği. (Bu arada Artvin’de baraj köylerini boşaltmışlar, perdeler hala sallanıyormuş, tuhaf, ıssızmış.) Su olan yerde uyunur mu? En cinsel filmi Nostalgia. Tarkovski’de sevişme sahnesi yoktur.

Delvaux çok ünlü sürrealist bir ressam. Teknoloji ile tekinsizliği işler. Sovyetler mayın köpekleri kullanmış 2.D.S.’da. Mayınlı canlı bomba gibi. Şartlı refleksle eğitilmişler, köpekler kendini Alman panzerlerinin altına atıyorlarmış, patlatıyorlarmış. Mesela.

Nostalgia’da bir merdiven sahnesi var: Özgürlük faydasızdır. Sinema deneyi: İlk defa köyü çeken sinemacılar. Köylüye dönüp ne gördün diye soruyorlar: Tavuğu görmüşler.

Potemkin(?) de sahte evler yaptırıyor, çar teftişinde kullanmak için. (Asayiş berkemal, denecek.) Sadece dekor olan evler.

Rodchenko Rus avangardı. (Bağıran kadın fotosu ünlü.) Grafik başyapıt. Mayakovski tasarımcı zaten. El Lissitzky, Malevich de içinde bu grubun. Bunlar sanatı yıkalım derler, yerine ne gelecek sonra bakarız. Yeniden bir şey kuralım. Sonunda Stalin’i rahatsız ediyorlar, Stalin tasfiye diyor. Üçgenli afiş çok ünlü ve etkilidir. İlk photoshop’u elle yapmışlar. Gerçekleşmemiş mimari tasarımları var. Rodchenko fontu var.

Nazizim komünizm farkı: Goebbels Potemkin Zırhlısı’nı seyrediyor, bayılıyor. Alman karşılığı olarak Leni Riefenstahl’ı buluyorlar. Propaganda için. Anlık idealizsayon. Savaştan sonra Leni, yargılanmayanlar içinde. Komünizm nazizmden daha makinalaşmacı, Nazizm daha antik ideallere bağlı. Kök ve köksüzlük denebilir. 1937 Paris Fuarı görsel olarak çok anlamlı ve öngörü niteliğindedir. Almanya pavyonu karşısında Sovyet pavyonu, iki abartılı yüksek yapı. O fuarda Türkiye de yer almaktaydı.

AYNA: Bu son derste aile üzerinde duracağız. En fena karmaşık filmi Ayna. Montaj ve teknik sorunlar var. Ama bir yandan anne üzerine kurduğu tek film. Öncesinde baba ve kendi çocukluğu. Anne en mitik kavramlardan biri.

Evinde ayna yok, çerçevede ayna yazıyor. Ayna, bakmadan geçemediğimiz bir nesne.

Mit (Alm.): Birlikte

Mitoloji: Çer çöp, toplama, kuş tüyü, patchwork, manita

Tüm mitolojiler ortak bir havuza sahip. 

Ayna  çok aykırı bir mitolojik kültür. Diğer Doğu mitolojilerinde yok. Yansıma, suret her şeyde var ama Yunan mitolojisinde çok özneleşme, temsil anlamına ulaştı. Temsil, Batı modernizminin bulduğu en önemli kavram. Modern vekil halkı temsil ediyor. Temsili 17. yy’dan başlayarak batı modernitesi  icat etmiş. Para, kağıt parçası altını temsil eder. Altın ve ikona bir temsili olmayan şeyler. Bunlar bir şeyin vekili değil. Vekil, burjuvaziden geçmiş bize. Vergi, borçları ödeme yükümlülüğü.

Don Kişot değirmenleri düşman sanıyordu, çünkü devlerle değirmeni karıştırdı. Çünkü onun dünyasında altın altın, değirmen değirmendir.

Ayna 17. yy’a kadar sadece şehirlerde var. 18. yy’dan sonra yaygınlaşmış. Kendini görme ayrıcalığı seçkinlerde. Tarkovski’nin Ayna adını vermesi rastlantı değil. 

Temsili ile kendisi aynı olan nesneler -altın. Bu bardağı tutup o değil demek Descartes’ten sonra modernitenin eseri. Temsil, değersiz bir şey. Altın neden önemli, diğer metaller değil? Değer üreten bir konsensus. Altın en pürüzsüz olabilen nesne. Altın Platoncu anlamda ideal yüzey. Altından daha pürüzsüz olan yüzey ise sabun köpüğü. Som olması önemli, güneş gibi som. Altın allerjen değil, aksine antiinflamatuvar. (Temsilde de bir toplumsal uzlaşı yok mu?) Merkez Bankası aslında kağıt basıyor, değer üretmiyor.

Filmde annenin fedakarlığı. Telaşla evden matbaaya yetişip dizgileri tashih ediyor. Bir de babanın güzel metresi var. Yine ev, kova (Andrei Rublev). Metresi Tarkovski’nin karısı Larisa Tarkovskaya oynuyor, oynadığı tek film. (Zizek bile mankenle evlenmiş, güzellik önemli.) “Güzel değil, sevimlisin” çok zor bir cümle.

Maya Deren: M. Duchamp’ın arkadaşlarından bir yönetmen. Ayla ilgili bir filmi var. Avant-garde. Deneysel sinemanın kurucularından. Önemli bir kadın filozof. Youtube’ta tüm filmleri var. Maya Deren’in simgesi: Kadının elleri aynaya değer gibi. Ayna’da bol miktarda Maya Deren’in bu kadrajına gönderme var.

Kekeme bir oğlan, kendine benzeyen bir oyuncuyu aramış Tarkovski. Filmin başında bir doktor oğlanı muayene (hipnoz?) ediyor. Telkin yapıyor. Tarkovski’nin gençliğine benzer birini özellikle bulmuş, çok benziyor.

Ayna’nın estetiği Stalker ile aynı. Ayna’da baba uzak plan, anne hep yakın plan. Tarkovski güncelerinde görüyoruz; plan – karşı plan.

Biri dönerken, arada bir dilim yokken, doğrudan döndüğü nesneyi gösteriyor. Ürperten geçişler. Anne, baktığı anda çocuğu gördü.

Aldığı eğitim tiyatro eğitimi. Tiyatro yönetmenliğini filmlerinde kullanıyor. [David Mamet de tiyatrodan gelme film yönetmeni, ör. House of Games. Mİ]

Rus şiiri sosyalizmin parlak uçlarından. En adi, kabuğu kalmış, buğdaydan üretilmiş kara ekmek, süt var; imgeler zengin. Çocukları gösterdi, kamera durmayıp, kaydı anneye geçti.

“Kötü baba” iyi bir yönetmen çıkarıyor. Bu filmde babasının şiirleri okunuyor.

Hiçbir sahnede kamera sabitlenmiyor, yay gibi bir yol izleyerek kayıyor.

Bu film, kadın mutsuzluğu üzerine en iyi filmlerden biri. (Erkek çocuğun anneyi babanın zulmünden kurtarmayı amaçlaması. -Ali Sanlı) Aslında tüm sanat kadın mutsuzluğu üzerine, ve erkekler tarafından kurulmuş.

Orman sahnesi, ‘Lost’ dizisine ilham olmuş.

Leğende saç yıkayan kadın. Muhteşem ama ürpertici bir sahne; tavan çöküyor, suyla, yavaş yavaş. Kadın erotikleşti, kurtarma çabası, yoksa baba (erkek) gidecek. Yaşlılığı görünür aynadan.

Filmin mitik girişi sonrası film gerçek Rus yaşamıyla devam eder. Duvarlar tipik, metruk, Andrei Rublev afişi aslı. Çiftliğin yakılması Tarkovski’nin çocukluğunda bir meczubun çıkardığı yangından kalan imgeler.

Kamera uzun yollar boyu kayıyor, Şaryo’da kayıyor. Teknik olarak kayan kamera var, bir de sesin geldiği yerden başka yeri göstermiyor. Tarkovski sinemada “nedenselliği” sorguluyor. Çehov’cu bakışta, bir tabanca varsa, o, patlar. Tarkovski, nedensiz görünüm sunuyor. Bir anlamda izleyiciyi özgürleştirip, ucu açık sahne sunar. Tahmin edilemez. Nedensellikle ilgilenmeyince, biz olayın kendisini, otu, suyu görüyoruz.

Tahsis Stalin’le ilgili olabilir.  Türkiye tarihinde Cumhuriyet gazetesi, “Montofon inekleri kasabaya indi” haberinde Celal Bayar resmi konmuş. Benzer bir hata olabilir.

Kadın yardım almıyor, matbaada sorunu kendi çözmek istiyor, kadının bağımsızlığı.

Ağaçların arkasından Stalin resmi görünüyor, duvarda asılı. Koridorda kadın yürüyor, sorunu çözdü. Müthiş bir ferahlama, bir şiir eşlik ediyor. Alan derinliği müthiş. Arkadan nokta gibi Şef geliyor. Hata sürse işten atacak olan şef. Gülümsüyor, ferahlamış bir ifade.

İki kadının sohbetinde oyunculuk müthiş. Savaşı, aşkın yitimini canlandırmak kolay ama işten kovulma tedirginliğini canlandırmak zor. Bu, Homeros’un, Shakespeare’in bilmediği bir duygu. Bu Budala’daki çaresiz, yalpalayan kadın tipi. Dostoyevski aslında Budala demek; Dostoyevski’nin ütopyası. Sadece seyreden, bakan biri var. Devrim yapmıyor, cinayet işlemiyor, sadece bakıyor. Bu, Dostoyevski romanına benzemeyen bir roman. Budala’dan Suç ve Ceza’ya geçildi. Lebyadkin güçsüz, dinleyen, içip ağlayan, ben iğrenç bir adamım diyen bir karakter.

Tarkovski sinemasında genelde Tolstoy vardır, Dostoyevski altta hissedilir. Ayna’da ise Dostoyevski baskındır.

Son anda ölümden kurtulma: “Arjantin İşkencesi”. Dostoyevski romanında da idamdan kurtulma sahnesi vardır. 

1939 İspanyol İç Savaşı. Bu sahne, (Flamenko) Tarkovski’nin bu savaşı yaşamış bir aile dostunun öyküsünden. Christopher Caldwell -uçak icat eden, patentler alan- 32 yaşında savaşta ölüyor. Hemingway de iç savaşta savaşmıştı (Çanlar Kimin İçin Çalıyor). Fransa sınırına yığılan İspanyollar.

Andrei Rublev -balon sahnesine gönderme, dokümanter filmlerden sahneler, CCCP, USRS. Yuri Gagarin “Tanrı yoktur, yukarıda onu görmedim,” diyor. Resimde de Brueghel’e kadar geniş plan yok.

El bombası patladı-patlamadı, herkes ölebilirdi. Ayna’da Brueghel’in kış resmini aynısıyla sahnelemiş. Solaris’te de Brueghel sahneleri var. Devrimci kadraj. Kadrajda derinlik Orson Welles’ten geliyor. Welles’in Dava (1962) filmi en iyi Dava uyarlaması halen de. Tavan zemin simetrisi çok etkileyicidir filmde.

Edward Hopper ise boşluğu resme getiren ressam.

Mao – Kültür Devrimi dokümanter görüntüleri. Savaştan dönmüş baba İvan’ın Çocukluğu’na gönderme. Nostalgia’daki bakışın benzeri (freskteki). Yaşlılık -gençlik- çocukluk dönüşleri.

Kova-rüzgar-toz-yağmur. (Yağmur kar gibi yağıyor.) Doktorun araması, süt, İvan’ın Çocukluğu efektleri. İnci Küpeli Kız (Vermeer) görüntüsü. O da süt döker. Yaşlanmış İnci Küpeli Kız: Zaman. Kızın başına konan kuş.

Düş sahnesi var. Metafiziğe geçiş.

(Tarkovski muhtemelen eşcinselmiş. Veya biseksüel. Şimdi bir de biseksüellik modası çıktı.)

Şiirsel sekanslar. Pencereden perde uçuşları. [Bir şey anlatmıyor.] Sadece o.

En kişisel, otobiyografik filmi Ayna. Tunç bedenli, yakışıklı ama yok Baba. Rutubet, ağaç, yosun, çürüme, çiçekler, enkaz. Stalker anıştırmaları. Çocuklar büyümemiş, anne yaşlanmış, yanı sıra kadının genç hali de var.

Uzaklaşma. Kamera uzaklaşması Tarkovski’nin buluş ve sinema sanatına hediyesidir. Yeni bir espas (uzay) yaratmasıdır. Ayna bitmez bir filmdir.

Kurban ise umutsuzluk filmidir. O sıralar nükleer savaş tehlikesi var.

Solaris felsefe filmi. Bilim kurgu görünümünde.

İKİ PEHLİVAN

[7 Ocak 2014]

Konuk pelvan evin (çatısının) merdeğini kendisi eliyle kaldırıp dikmenin altına ayakkabısını koymuş. Sabah ise koyduğu yerden alamamış. İnsan bedeninden enli taşı sırtında ark üstüne köprü niyetine aykırıca koyuvermiş. Ev sahibi pelvanın konuğa taban dayayan karısı değil kız kardeşiymiş. Yerli olan, anamın arkadaşı Hasibe halanın kocası Hoca Mehmet’in amcası Koca Abdullah. Olaylar Ören köyünde oluyor ve anılan ark taşı seyil (sahil) Ören’de kahvelerin orada durmaktaymış. Öteki köy dışından olan pehlivan kimmiş bilmiyorum.

***

Mustafa kardeşimin anımsadığı şekliyle ilk biçimlenişini bir yazalım hele:

Yavuz bir pehlivan güreşmek için bir başka bir köydeki (Ören) ünlü pehlivanı arıyor, sora sora köyüne ilerliyor. Yolda giderken çift süren bir çiftçiye rastlıyor. Bu adam güreşeceği pehlivanın ta kendisi. Kimceğizin evini soruyor. Çiftçi, öküzleri de birlikte sürükleyip, sabanı toprağa giren topuğundan kaldıraç gibi göğe yükseltmiş, sabanın oku köyü göstermiş. Onu tanımayan yabancıya, istikamet özetiyle kendi evini tarif etmiş oluyor. Bu hareketle konuk tosunun epey gözü korkar. Hatta rakibinin bizimki olduğunu tahmin eder. Sora sora akşam eve geldiğinde çarıklarını çıkartır. Evin orta direğine merdek deniyordu sanırım, tek eliyle merdeği havaya kaldırarak evin çatısını bir nebze oynatıyor. Biraz aralanan yere, eksen ağacın altına çarıklarını koyar.

Bu görüntü karşısında ev sahibi pehlivan büyük bir sıkıntı içine girer. Bir ara orayı kaldırmayı kendisi de dener ama bir türlü kaldıramamıştır. Kız kardeşi abisinin bu sıkıntısını görünce nedenini sorup öğrenir. “Ondan kolay ne var, abi sen o işi bana bırak..” Çözüm olarak zaten daracık olan evde, kendi yatağını misafirin ayak ucuna yapar. (Veya öyle yatak yapmaz da, gece gizlice süzülüp ayak ucuna gelir.) Gece boyunca konuk pehlivanın tabanlarına kendi tabanlarını değdirir. Onun bütün gücünü almıştır. Tabanlarıyla emmiştir. Belki tosun pehlivan bu ayak değmesinin zararını, acı gücünü alacağını bilir. Ama kadın teninin cazibesine yenik düşmüş olabilir. Ayak tabanı kadar bile olsa. Derler ki, kadının soluğu, ayağı erkeği eritirmiş.

Gerçekten de misafir ertesi gün çarıklarını koyduğu yerden bir türlü alamaz. Kız kardeş onun yerine merdeği kaldırarak çarıkları alıverir, teslim eder. Ayrıca abisine laf dokundurmayı ihmal etmez: “E, şimdi pelvanlık kimde, sende mi, bende mi?” Sözü uzatmayalım misafir ertesi gün yenilmiştir.

Zevkini kaçırmayı ve limon suyu sıkmayı göze alarak.. Bu öyküdeki konuğa ayak tabanı dayama, eskiden nerdeyse resmen yaşananların bir alegorisi, simgeleştirilmesi sayılmalıdır. Özü, aynısı her an yaşanabilir. Türklerin eski bir adeti, rahmetli şefimden duyduğum kadarıyla “döl alma” idi. Bu adete göre evin kadın nüfusundan uygun görülen(ler), gelip geçen, konuk olan yabancıların koynuna verilir, verilebilirlerdi. Dış evlilik geleneğinin eksantrik bir yorumu. O bakımdan pehlivan hikayesini daha geniş çerçeveli, bir arkeo-okuma gibi alıyorum.

Fethiye’de güncel yaşam şakalaşmalarında geçen bir kalıp bu açıdan manidar: “Eğdim dalını aldım gülünü.” Sözün anlattığı, karşıdakinin en değerli zenginliğini, zaafından yararlanarak veya o farkına varmadan el çabukluğu benzeri bir hileyle (alla) almak. Örneğin herkesin peşinde olduğu kıymetli erkeği kendine yakan, aşık eden kız bunu söyleyebilir: kaynanasına veya mal erkeğin yakınlarına. Burada eğilen dal erkek organı, gül de döl yani verim anlamına gelir; sözün ucu oraya varabilir.

KARBEKİR

[3 Ocak 2014]

Ben senin gelemediğinim.

Iskalayıp anımsadığın..

Ben zaten oradaymışım da uyanmamışım. Kendimden, dikkatimden sıyrılmışım. Surun bir adım kenarında, hemen dışında. Dışındayken de dışında olamıyor insan. Aklın gönlün içeride. Ötekinin ben olduğumu anlamadan ötekilerde.. Meğer kendime gelmeyi. Kendime geldiğimi ıskalamayı. Sonradan farkına varmayı beklermişim. Güzellerle, güzelliklerle istediğim kadar oynayıp oyalanayım. İznim var. Akılla, fikirle oynaşayım. Zıplayayım. Öreyim. 

Orada bir ötede bekliyor, yalnızlık çekiyor, özgürlüğe ısınıyor olacağım. Soğukların, surdışlarının içinde. Eğer yapmacık zavallı bir hendek ile zırh beni çevreliyorsa gülme! Unutmana razıyım. Belki düşünde görünürüm. Düşünü bedava ve boş saymana saklanabilirim. Benim elim ve nefesim üzerinde. Çöpüm, pasağım, kaygan izbe yolum, tıraşsız sakalım, soğuğum, yalnızlığım, dikelerek sürünüşüm emrinde. Hiç çalmamana hazırlıklı kapıyım. Göçmene, helağına gönül indiriyorum. Yatağından kalkışın zor. Bir dolu küçük hesabın seni isteksiz, çatık kaşlı, hep yorgun ediyor.

Zaten anlayışlıyım. Sana oturtmaya da çalışıyorum. Yanında yürürken dikkat ediyorum. Sağlam, kırılgan, meydanda, kapalı, güvenilir, aldırışsız, denetimli, tanıması zor. Bakması kolay ama. Yürümeye devam. Dayanışmalı. Şaşırtıyorsun. Bakışını olduğum gibi kabullenilmek üzre aldım kabul ettim. Haberin olsun Bizans insanı: Özgürlük geçersiz.

KNUT HAMSUN ve AÇLIK

[19 Aralık 2013]

Açlık kitabını okuyorum. Bildik Hamsun doğallığı, sadeliği. Ve artık büyük oranda terk edilmiş çocuksuluğu, temizliği, yüce gönüllülüğü. Dünyada ve yaşamda hiç karşılığı kalmamış bile olsa – ki var, azalan değerler ölmüş olmuyor – Açlık’ın Hamsun’u ve anlayışı bir kenarda durmalı, kendince demlenmeli ve beni çağırmalı. Herkesin bir Ylajali’si gönlünde acil durum için canlı kalmalı. Herkes olmasa da bazımız bokundan, bağırsağından, pat diye bir Kuboaa neolojisi, bilinmeyen bir sözcük çıkarmalı. Üstünde ve anlamında söz hak sahibi olmak için.

Hamsun sadece örtülü veya açık faşist ve Nazi hayranı değil aynı zamanda cinsiyetçidir. Kadının evinin kadını olmasını ister, çocuk doğurmayı unutmasını eleştirir. Öte yandan kitaplarındaki kadın kişiliklerine bakılırsa kadınlara diş ve söz geçiremeyeceğinin de farkındaydı. Kuzey paganizmine yaslanan Burzum gibi death metal, dark metal müzik ve benzeri sanat akımlarının da olasılıkla besleyicilerindendir. Anders Behring Breivik dahi babasını küçümseyerek Hamsun’un çocuğu olduğunu ileri sürebilir. Yine de Hamsun’un kendi çelişkileri, acısı kendine yeter. Eril totaliter milliyetçi özelliklerinden kuşkum yok. Kitaplarını, insanı anlamasını, ifade gücünü ayrı tutuyorum. Onun çelişki niyetine kendinde katlandığına biz onda niye katlanamayalım?

Hangi kitabıydı o? Hamsun’la asıl tanıştıran, hayran bırakan doğal, pastoral fonda, yaşam mücadelesi sürerkenki bir kadın erkek ilişkisine odaklanıyordu. Madam Bovary gibi iniş aşağı sürüklenen, sadakatsizlik, gelgitler, öğüt ve ders almamalarla giden bir evlilik çürüyüşü. Hamsun’un o kitabında aynı zamanda Hermann Hesse’nin yalnızlık, asosyallik, yaşlanma temalarını da paylaşılmış, yeniden üretilmiş görmüştüm. Göçebe üçlüsünün kitaplarından biri olmalı büyük olasılıkla: Hüzünlü Havalar, Sonbahar Yıldızları Altında veya Son Mutluluk. Bu durumda, bulmak için her üçü de okunacak, oku! Yoksa Rosa veya Uçarı mı, hangi kitap?

“Karanlık, zihnimi kavramış, beni bir an olsun kendi halime bırakmıyordu. Ya içinde erir, karanlığa karışır gidersem? Yatakta doğruldum, kollarımı sağa sola savurdum.” Sanatçı burada çocukların karanlık ve uyku korkusunu ayniyle hissedip açımlıyor.

KUBOAA: Açlık’ta (özgün adı Sult), bir ara kendini Andreas Tangen diye tanıtan ama aslında adını bilmediğimiz kahramanın aç halde bir karakolun üst kattaki yedek gözaltı odasında gecelerken, karanlıktan da ölesiye korktuğu, varsanılı hallere girdiği sırada aklına geliveren sözcük (keşfi). Yani bir neoloji, uyduruk sözcük, uydurukça. Tangen gece uzun bir süre Kuboaa’nın ne olduğuyla, anlamını ne olarak saptayacağıyla, hadi onu hemen bulamadı, kendinden emin biçimde ne olamayacağıyla ilgilenir, oyalanır. Kitabın asıl leitmotifi Ylajali diye bir isim uydurduğu hayali matmazel sevgili olmakla birlikte Kuboaa kitabın sürpriz atlarından, mini zirvelerinden biri. Açlık’ın bir diğer edebi plasesi de açken emdiği işaret parmağını ani bir çağrışımla dişleyip, kanatıp kendi kanını emmesi.

Zülfü Livaneli Knut Hamsun’un, halkı tarafından şiddetsiz bir protestoyla evinin önüne dağ gibi yığılmak üzere ellerindeki kitaplarını bırakmayla utançtan ölüme mahkum edildiğini yazar. Bence de örtülü Nazi sempatizanlığı suçu sabit olan Knut Hamsun her şeye karşın büyük yazardır. Belki orada olsam aforoz eyleminde kitap dağına ben de kitap bırakırdım. Sonra veya sanırım eşzamanlı, saklıdan Hamsun okumayı sürdürürmüşüm. Hem perhiz, hem lahana turşusu.

EŞEKOĞLU

Tarih öncesinde eşekler orantısız fazla yük taşımaktan bıkıp usanmışlar, sonunda grev mrev derken insanoğlu ile masaya oturmuşlar. Kapı gibi anlaşma imzalanmış: “Eşekler bundan keri (sonra) beş kile buğdaydan fazla yük taşımayacaktır.” Bu ölçü tarihsel çağlarda çok zalim düzeylere çıkmış olabilir. Ben 1980’lerde gençliğimde 10 kilede bırakmıştım, Fethiye geleneği oydu. Yani anlaşmaya göre bugün koşullarına göre yüzde elli daha az yükle sefer edecekler. Eşekoğlu antlaşmayı koynuna sokmuş. Gel zaman git zaman işler öyle yürümüş, insanoğlu da antlaşmaya uymuş. 

Sonra bizim eşek günün birinde açlığına mı denk gelmiş dalgınlığına mı, açgözlülüğüne mi antlaşmayı yutuvermiş. Gitti mideye. Acı acı anırmış. Tiz anırma sonu ıslıkları yamaçta yankılanmış. Umut yok, içerde barsakta parçalanacak kağıt. Gene de eşek değerli kağıdının peşine düşmüş. Her sıçtığında, döner kendi bokunu koklar, içinde kağıt senet izi arar durur. Başka bir yerde başka bir eşeğin bok öbeğini görse onu da koklar.. Onunkinin içinde antant kağıdını bulabilir mi? O gün bugün de eşekler eşek boku gördüklerinde hemen duraklar, başına gider. O bokun kokusuna bakar, burunlarıyla şöyle bir eşelerler. Sanırsın bok yiyorlar, hayır ilgisi bile yok, eşek kolay kolay bok yemez.

Herkes eşeğin gözünü sever. Biz Kontaşlar ailecek eşekleri burnundan sever, burnundan şakalaşırız. Kardeşlerim en son edindiğimiz Çavuş eşeği öyle alıştırmışlardı ki, burnuna dokunmalarıyla, daha doğrusu biraz sevgiyle burnunu ufaladıklarında eşek hevesle şaha kalkıyordu. Hayrettir. Ailenin büyükleri bunun sırrını bilemiyorduk. İki oğlan çocuğu başarıyordu bunu. Onunla her zaman iç içeler, birlikte zaman geçiriyorlar. Huyunu suyunu belki tam karşılıklılıkla öğrenmişler. Şaha kalkmaktan başka hemen hemen aynı ufalamalarla -ama bu sefer burundan çok dudaklarıyla oynuyorlar- Çavuş koca koca esniyor da. Bizim Çavuş, babam sırtında semerdeyken 5-6 km mesafedeki Seki’ye cumaya pazara giderken yolda bir traktöre denk gelse, hırslanır motorlu makineyle yarışırmış. Önce yürüyüşünü hızlandırır, yetmiyorsa dörtnala kalkarmış, babam anlatırdı. Aynı, sahibi sahipleri gibi içinden usturalı, yarışkan, hırslı. Bu eşşeğin damadını babama bir hayvan celebi ucuza sattıydı galiba. Bizim hiç kullanmadığımız bir yeteneği; öğretilmişti, eşek düzeneğiyle çift sürebiliyordu. Sıpa ve kodukluğundan beri bizim olsa, bizde büyüse daha neler bilir yapardı hayal ediyorum. Mal sahibine çekmezse haram olur, bu hayvan güzeli sonradan gelmiş haliyle bize çekmişti.

Bizim daha eski ve köklü öyküleri olan öteki öz eşeklerimiz var. Halaoğlu Büyük Memed’in sahiplendiği bir gözü kör Koca Eşşek, yürüme güzelliği beznersiz Karaburun, benimle kırkı karışık yani yaşıt olan koşucu, iştahlı Kadana.. Ama onlar başka sefere. Belki başka bir yerde derli toplu yazmışımdır, bulursam eklerim.

[18 Aralık 2013]

İLİŞKİ ve İÇE AÇILIM

“Evrenin mutluluğudur sevgi. Ama mutlulukla her şey bitmez. Bir buluşmadır sevgi. Ama eşit ölçüde bir ayrı düşme yoksa, buluşma da olmaz. (…) Sevginin kesin egemenliği hiçbir zaman gerçekleşemez.”

D. H. Lawrence – Anka Kuşu

İlişki demek “çıplak bilgi” demek. Tiksinilebilir kuytularını açmak, göstermek, ilişkide bunu göze almak demek. Sevişmeden, soyunmadan olamaz olan şey. Kendiyle ilişkide çıplak bilgi nasıl olur bilemedim. Mümkünatı var, ama yürünebilir, tanımlı yolu ne? İnsan, insana göredir. Yalnız yaşamak, varolmak olanaksız değil. Yalnızca insanoğlu seçimi bu değil. İnsan karşıdakinden önce kendine naz trip olarak yalnızlık kartını çekiyor.

İlk vurucu, şaşırtan durağım: Anlam olmadan yaşamak olası. Kendime, deneyime, şeylere, düzen ve düzensizliklere tanıklık, yaşamsal kısıtlılığı deneyimleyen varlığın yanına kârdır. O halde, yaşayıştan hiçbir şey almamış anlamamış görünen küçük adamlara saygı ve övgü. Anlatamam. Veya anlatmam, susarım. Bilmem.. Bilmemek bir yordam olabilir mi? Pekala olur. (Gerçi daha çok neyi bildiğimi bilmem diye inanıyorum.) Tutuk, korkak, ol’amayan bilmelerden sonra, bilmeme yolu haydi haydi olası. Şu an hiçbir şey olmuyor, hiç de olmamış olabilir. Bu, çıldırmalık şey değil. Hepimiz şampiyonuz, “sakin, şampiyon!” denesi.

Ya tüm yazdıklarımı yazar yazmaz silerim, ya yaşam beni veya yaptıklarımı siler. İlerleyesi olan yaşam, kutsal nefes.. İş pratiğinde, danışan görüşme notlarımı nadiren tekrar okurum. Adeta ne yazarsam yazayım, bir daha bakmama güvencesiyle rahat kayıt alıyorumdur. Yaz geç, daha öğrenciliğimde ve iş çırağıyken de öyleydim, hem ayrıca imanına kadar sırdaş. O yazma, yalnızca kırk yılda bir gerekirse, filmi geriye sarabilme olanağı. Yazan yazmasa bile, kıpırdamaz yaşamaz durmayı başarsa bile an’larla değişen, başka dona giren biri olacaktı. Yazınca, yaşayınca değişim yani başkalaşma garantili ve kavranabilir oluyor. Yazma değişimin göstergesi oluyor. Şiir ve roman sinema gibiler ama ilkel birer zaman sanatı. Okuyan farklı mı, o da her an değişir. Aynı sabit kitap gibi şeyleri, değişegelen bir alıcı olarak yinelemelerinde farklı deneyimlerle okur. Doğrusu, farklı kişi olmaya birikimleriyle zorlanır. Yazanlıkla karşılaştırıldığında okur-alıcı kendi değişimini sıklıkla dolaylı bilir, ya bilmez, ya bilmezden gelir.

Benden bizden bir adım önde olan sevdik yakınımız bizi hem çok rahatlatıyor hem özgünlüğüyle büyük bir yoklukta bırakıyor. Yaşanmışlık despotu oluyor. İnsanın nefesi gelişir değişirse ilişkisi yeni baştan yaratılıyor. İlişkideki çiftimiz (muhatap) buna direnmek, zorlanmakla görevli. Değişmiş olan, aynı zamanda değişim zalimi. Hele duraksamayan, ilerleyici bir değişir ise. Artık terim “değişir”e geçtik: Burada değişir yazar gibi.. Nefesi yetmezse, en iyi bir ilişki çifti-eşi, değişirin peşinden nefessiz kalakalır. Ve değişirde bir zındıkla, haksızla karşılaştığını savunur. Oysa hepi topu kendi akciğeri ve esnekliği yetmemiştir. Duygumuz çok güçlü ve iç tutarlıyken dahi durumu, an’ı ve hakkını ıskalıyor olabiliriz. Bunu zaman ve diğer dönüşümler gösterecek.

Sanırım ilişkiler en iyi zamanlarında bile, olmalar ve olmamalar biçiminde, alternatif/dalgalı akım gibi yürüyor. Örgüsünde “olmamalar” (örneğin zorlayıcı kavgalar) bulunmayan ilişkiler taşıma suyla çevrilen değirmenler. Onları gördüğün yerde “tıkanacak” de geç. Tek ki, insanlar salt olmazlık halindeki bireysel ve çift durumlarını sabit bir enerjiyle ömür boyu sürdürebilir. Dünya, içi boşken boş boş taşınan ilişkilerle dolu. O da bir serbestiyet. Bitenlere, ölenlere hatta intihar ve benzerlerine duraksama ve reddedici şaşkınlık gerekmez. “Başkalarıyla kurduğumuz ilişkilerin kendimizi yoksullaştırması kuramsal olarak olanaksızdır,” diyebilmek isterim. Tümevarıma buralardan bir yol var mı, bilmiyorum. Gönlüm böyle bir iddiadan yana. Öteki daha yumuşak çıkarsama ve iddia şöyle: “Herkeste zaten kendinle, kendiliğinin bir unsuruyla ilişkiye girersin.” Hele aşk aynadır, aşık bakan, sevilense ayna sırrıdır. Sana ne yaparsa yapsın, neye mal olursa olsun. Kutsal yangın ve ateşin ışıtmasıdır. Pahalı aydınlanmadır. Herhangi bir ilişkilenme kendini daha fazla anlamayı kolaylaştırır. Ama seni buna zorlamaz, belki zorlayanına aşk diyoruz. Bilmeme, susma hakkın baki.

Kendimi hem içimden, hem dış ilişkilerimden geliştirebilir, zenginleyebilirim. Birleşmek biyolojik yeteneğimiz ve ruhsal yöndeki olanağımızın kalıbı. Varlık ve yokluk için, dışa saçılmak ve nükleer güçlenmek için. Seks tarikatları o kadar boş değiller. Seni birisiyle göbeğinden bağlayan şeylerin bilinçli alıcısı hatta sapığı olacaksın, ol. Senin kanın ve canın da bir başkasının biricik zenginlik hedefi olabilir. Ruslar bütün zenginliği sadece içebakışla içlerinde bulacak olsa, hiç sıcak Akdeniz’e inmek, Ortodoks ekümenik başpiskoposluk merkezi olarak gördükleri İstanbul’u nihai olarak kuzeyden fethetmek isterler miydi?

Şimdi gördüğüm anladığım, ilişkide ve ruh dünyasında yaşanmamışlar var, yaşanmayacaklar olabilir. Ama asıl, sevenin nedense yaşanmayacak öngördükleri var. Sen fena sevenin bu coşkulu tutukluğu son derece dar bir zevkyolu gibi. Veya sulu dar kanalın belki bizzat umudun ve bedenini korkutan içsel keşiflerince diken diken karıştırılıyor.. Bu tam bir sakin bir umutsuzluk, seven alçaklığı.. Ama avaz avaz susmak veya bağırmak, ses patlatmak ilişki ve insan kaderi. Hep umut hep acı veya acıtma iç içe. Umutsuzlarda da umut var. İlişkiden ömür boyu kaçınan, en arayışlı sessiz o; kilidinin, hatta sandığının kırılmasını istiyor.

Hem bensin,

Hem senim,

Hem her’sin, her’im…

“Aşk bağlanmasına gelince, sıkmaya başladığı an bir yana bırakılması daha iyi olur. Erkeklerle kadınlar sevmek zorundadırlar demek saçmalıktır. Erkeklerle kadınlar sonsuzluğa değin birbirlerine inceden, değişken bir yolda bağlı olacaklardır; onlara herhangi bir “bağlanma” boyunduruğu vurmanın hiç de gereği yoktur. Tek töre, erkeğin erkekliğinde, kadının da kadınlığında durması, aradaki bağın bütün saygı değerliğiyle kendi kendine oluşmasını beklemesidir. Çünkü bu, ikisi için de yaşamın kendisidir.”

D. H. Lawrence – Anka Kuşu

ÇANDIR SEKİZİ İHANETİM

Annem ona kaynata olan dedemin evinde eski çocukluk ve genç kızlık bolluklarını bulamıyormuş. En bol bulunan süt bile denetim altında. Yenen, içilen kısıtlanıyor. Hem genel durumdan, hem belki geline açık vermemekten, belki biraz şımartmayacağız, disipline edeceğiz diye. Annem çocuklarına sütü gizlice geceleri soğuk şekerli süt olarak içiriyor. Sade yağda yumurtayı evde kimse yokken pişiriyor, veriyor. Kızlık evindeyken karpuz, bostan, narenciye, yiyecek bolmuş. Anam dediği babaannesine nazlanarak, her dediğini yaptırarak gayet mutlu. Anacığı, onun sevdiğini anladığı yemekten hemen bir kaba böler, anında serende saklamaya alırmış. Babaanne sebebi, anam daha bir yaşındayken babası askerde zatülcenpten (şimdiki adı plörezi) ölüyor. Kendi annesi genç. Galiba bir iki gayri resmi evlenme denemesinden sonra, sanırım önceden gözünün olduğu kayınbiraderine kocaya varıyor. Kaçma tipinde olduğunu sanmam, uymayla. Resmi işlemler ne, ve ne zaman olmuştu, onu da ancak yazarken kendime sormayı akıl ettim.

Birinde aileden birçoğumuz Çandır Sekizi denen yerdeymişiz. Akdağ Eren Tepesi değil de bizim köyün dibindeki Eren dağının böğründe. Çandır sekizinde çalıların arasında bir boşluk tarla olarak ekilir olmuş. Adını açıklayamadığım şekilde bölgenin adı Çandır Sekizi kalmış. Oraya yakın diğer mevkiler Cavır Bölüğü, Beşiktaş, Tel Harman Yeri, ilerisinde aşağıda Karaağaç Muarı (üç göz pınar ve olası eski antik yerleşim kalıntısı düzgün taşlar, ferah bir çayır, su gözüne yakın tek bir çınar ağacı).

Dağ böğründe dedem varmış, anam beni de yanında taşıyormuş. Üç yaş gibiymişim. Aslında saymayı bilmiyor olmam gerek, belki daha büyüğümdür. Dedem bana sormuş: “Oğlum ne yediniz?” Parmaklarımla da göstererek “Üç dene yımırta yedik, dide!” Bilgiyi anında yetiştirmişim. Dedem alıvermiş eline zopayı. “Demek evde yumurtalar yeniyor!” diye. Anamı bir güzel halıslamış (halletmiş, ıslatırcasına dövmüş). Geçenlerde bir gün Çandır Sekizi’nin adının nereden geldiğini soruyordum. Anama bu soru yanıtı değil de içinde Çandır Sekiz geçen anısını buldurdu..

Bunun benzeri bir de tas davası var. Çocukluğumun anımsamadığım, başka benzerlerini bildiğim şiddet öykülerinden. Her ne nedendense, ben ufak çocukluğumda büyük su tasını düşürmüş, eğmişim. Delme değil, eğer delinme varsa onarılmış, tas hala bende duruyor. Evimizde biri hamam tası gibi büyük ana tas, bir de daha ince ve kibar yapılı kulplu su tası vardı. Büyük ve önemli olanı, dedemin has malı olanı eğmişim işte. Bunun en kabadayı sonucu, yaramaz çocuğa bağırıp çağırmak, veya yaramazlığına dayakla misilleme yapmak. Ama dedem ne yapmış? Köpeği değil sahibini sorumlu tutar gibi, her ne ile dövdüyse, sahip olan anamı dövmüş.

Anamın nasıl içine battıysa, dedem ölümünde ev eşyaları miras niyetine paylaşılırken babamla birlikte anam bellikli tası kesinkes evde, bizde tutmuş. Uzun uzun kullanıldı, tas evimizde yaşadı. Tas davası belki babamın da ölümünden sonra anama ciddi ciddi oturdu, hıncını kabarttı. Sonunda o tası bana verdi. Hem tastan kurtuldu, hem de dedenin ne mal olduğunu unutma diye düşünmüş olabilir. Bazı kişiler, enerjiden, ruhsal iz bırakan olgulardan anlayanlar tas benim de taşımamam gerektiğini, anılarının çok zehirli ve ağır olduğunu bildirdiler. Düşünmedim değil, verecektim. Ayrılamadım. Dedemle ilişkimin iki yönlü ve çelişkili olması bu tasta da geçerli. Hem ona diş biliyor ve ölülüğünde eleştiriyorum. Hem de ilk liderim, erkeklik modelim ve yerini babama sonradan devredecek ilkbabamdı diye özdeşleşmekten, beğenmekten ve ilgilenmekten vaz geçemiyorum. Tastan da vaz geçmiş değilim.

Çandır Sekizi’nden ilhamla birkaç ilginç mevki adlandırmasını anayım.

Gök Karılar Yıkığı: Doğu’da yukarılarda iki Karadağ arasındaki İdiriz (İdris) Geçidine yakın bir mevkidir. Dağlık, taşlık olsa da, zamanında sanki saban görmüş, insan harman barındırmıştır. Gök Karılar Ali Çavuş’un karısı Hatmaca’nın soyu, kökeni olabilirmiş. Öteki bir soy dalı veya adlandırması Sivişler. Hatmaca Yörük Mehmet’in kızıdır. Belli ki Gök Karıların hepsinin gözleri mavi, çakır idi, ne ilginç? Hem de Amazon’muş gibi, erkekleri yokmuş gibi, Karılar olarak adlandırılmışlar. Anama bilgi Kaşlı Ahmad karısı Eminece’den gelmiş.

Kınalılar Yıkığı diye gene eski bir aile-sülale mekanı var. Bunların yapısal özelliği doğdaçtan (doğmalık yani doğuştan) kınalı yani kızıl olmaları. Diğer hemen akla gelen ilginç mevkiler Gözlengeç Taşı, Peynir Delikleri, Kum Kazılan, Kalkamak Taş, Kaba Armut, Kızıl Tarla, Bediye’nin Kuyusu, Kuyualtı, Tek Armıt, Keklik Muarı, Göç Yolu, Kınık Yolu, Kasabalı, Eceler Muarı, Dont Özü, Kör Kuyu, Sivişin Gölü, Çay Kıranı (kenarı), Kaplan Körpüsü, Mezerlik (mezarlık), Bayguşluk, Suçıkan, Amcalar Muarı, Bahalı, Verici Tepesi, Küyner, Patır, Dont Gediği, Kızılkaya, Akçaekinlik, Ardıçlı Taş, Bitlice, Kara Emine’nin Yurdu, Ümmüler Tarlası, Delik Taş, Ambar Önü. (Bunlar olası, sıkı bir mevkilendirmenin sadece ilk çizgileri, hiçbir şekilde geniş bir liste değil. Oysa Çukur Çeylen göt içi kadar bir mezra, ilkelin ilkeli.)

12 Aralık 2013

MESNEVİ VE ŞERHİ’NDEN

Birisi geldi; bir dostun, bir sevgilinin kapısını çaldı; sevgilisi, kimsin a güvenilir er dedi.

Adam, benim deyince, git dedi; şimdi çağı değil; böylesine sofrada ham kişinin yeri yok.

Ham kişiyi ayrılık ateşinden başka ne pişirebilir; ikiyüzlülükten ne kurtarabilir?

O yoksul gitti; tam bir yıl yollara düştü; sevgilinin ayrılığıyla kıvılcımlar saçarak cayır cayır yandı.

O yanmış-yakılmış kişi pişti; olgunlaştı. Geri geldi, gene sevgilinin evinin çevresine düştü.

Yüzlerce korkuyla, yüzlerce defa edebi gözeterek kapının halkasını çaldı; ağzından edebe aykırı bir söz çıkacak diye de korkup duruyordu.

Sevgilisi, kapıdaki kim diye bağırdı. Adam a gönüller alan dedi, kapıdaki sensin.

Sevgilisi, madem ki bensin, gel, içeriye gir dedi; ev dar, iki kişi sığmıyor.

[Mesnevi ve Şerhi; Şerheden Abdülbaki Gölpınarlı, 1989]

DÜŞTE FİLM ve LİMANDA GECİKME

DÜŞTE FİLM [22 Kasım 2013]

Düşümdeki filmdeki veya belgeseldeki aydın Cunda/Ayvalık’tan tanıştığımız Artur veya Artur’un tıpkısı benzeri. Filmdeki aydın, “Sistem iki kere rafine,” diye anlatıyor. “Hem bütün açıkları devletten, sistemden yana kapatacak yorumlara ve önceliklere sahipler. Hem bir eleştiriye maruz kalmak onları yeniden tepki vermeye, yeni düzenlenime yönlendiriyor.” Ben bunu duyunca, filmi biraz durdurup diyorum ki, “Sistem karşısındaki birey veya aydın iki kere acılı ile iki kere yozlaşmış olma açmazında.”

O sırada film salonunda Pelin adlı bir kız da aramızdaymış. Şile bezli, uzun, üstünde dikey, çaprazlaşan, pullu veya metal şeritleri olan uzun bir elbisesi var. Öylece salınmakta veya oturmaktayken Esra ona “Benim hayali gardrobumdaki elbiselerden biri bu,” diyor. Her ikisi gülüşüyorlar. Sakallı ve at kuyruğu saçlı, yuvarlak gözlüklü Yalçın Savuran da orada. Zaten onların evindeymişiz.

Hep birlikte bir film veya eleştiri-belgesel izleyeceğiz. Molalar verip fikirlerimizi öne süreceğiz. Hem izleme ortamının etkisiyle sıcak, rahat hissediyorum; hem filmin atmosferiyle yüklenip gerilmiş, hatta biraz umutsuz haldeyim.

Sabah oldu kalktım. Aslında bu düş kalkma, yat anasını sat davetiydi. Ama bir de gerçekler, gereklilikler var. Yatma kalk, soyunma giyin ve işe güce, acılı yozlaşmaya git.

LİMANDA GECİKME DÜŞÜ [9 Aralık 2013]

Fotoğraf grubuyla Gökçeada’ya gitmiş olmalıyız, dönüşteyiz. Yanımda Yağmur var, onu da gezdirmişim. Limana giderken yanımıza Cengiz oturdu, onun arabası limanda, bir garajda kalmış. Diğer millet araba vapuru beklerken gene fotoğraf çekimi, poz peşinde. 

Arabayı kenara sakin bir yere park ediyorum. Geciktiği için Cengiz’in peşine içeri giriyorum. Cengiz’in arabasında sorun var, doğrusu ortada arabası yok. Onun kafası karışmış, sanki buraya bırakmamış arabasını. Öyle söylüyorlar. Veya kandırıyor veya oyalıyorlar mı? O emin değil, bastıramıyor, nasıl yaptığını hatırlamaya çalışıyor, kabullenici..

Derken benim arabam da ortadan kayboluyor. Cengiz’in arabasıyla ilgili mi götürmüşler? Kontrol veya bakıp gelme için? İyice geciktik diye sinirleniyorum. Cengiz’e de sinirlenecek oluyorum.. Sakin tavırlarıyla buna izin vermiyor. Hatta daha çok kendine kızmakta. Bir süre sonra Cengiz ortadan kayboluyor. Ben kalıyorum garajcılarla karşı karşıya..

Gidip bir soruşturacak oluyorum, gelecek mi diyorlar, azıcık bekleyin mi, fakat başları kalabalık. Garaj çevresi ve içi insan kaynıyor. Garajcılar da hop orada, hop başka yerde. Kendi başıma kalınca bir durum muhasebesi anca yapabiliyorum. Gene elde var belirsizlik ve sorular. Tekrar onların peşlerine düşüyorum. Bir köşede buluyorum, gene soruyorum, gene mırın kırın, sahne değişivermiş. Bu esnada hep Yağmur yanımda, bazen sessiz, bazen soruyor, “ne oldu baba?” gibilerden. Bazen çok yakınımda oyunla oyalanıyor.

Birkaç kez sonuçsuz kalınca ben mi aptalım, yaptığım aptallık mı, beni atlatıyorlar mı, yoksa art niyetliler mi diye gecikmeli bir öfkeye kapılıyorum. Bu sefer sormaya değil de kavgaya aramaya başlıyorum. Kavga fırsatı da buldum galiba. Gene sakinler, karşı öfkeleri yok, savunmaları da yok. An’ı geçiştirmeye çalışır gibiler. “Gelecek beyefendi, yoldadır.”

Benim Kaşkai, kırmızı Kaşkai diye talimatla sızlanma karışık görevlilere durum anlatırken, Kaşkai geliyor. İçinden bir garajcı iniyor. Araba emre amade. Bekleme ve huzursuzluk bitmiş… Hoop aynı anda uyanıyor, gözlerimi aralıyorum. Benden bir an sonra da kurduğum cep alarmı ses veriyor, ondan önce tam zamanında uyanmışım. Uyanınca farkına varıyorum, benim rüyada gecikiyorum gecikiyorum diye afra tafra yaptığım şey aslında zorunlu olduğum, hiç gönüllüsü, müşterisi olmadığım sabah uyanma saati. Ah bir rüyanın tersine çevirmeleri. Demek ada ve rüya-uyku da hiç ayrılmak istemediğim zaman-mekan. Tabii düşün gene de görünür(de) bir başarı, çözüm ile bitmesi göz doyurucu mutluluk. Arabaya kavuşmak, ilerleyecek olmak bir oh çektiriyordu. Kaybolma ve kayıp durumunu sessizce bitiriyordu.

KORKİREM

Aşağıdaki Mirze Alekber Sabir’in GORXURAM şiirinden bestelenmiş Azeri türküsüne (Vezir Parmağı filminde kullanılmış) göz attıktan sonra yazacaklarıma geçebilirsiniz:

Bu parçadaki KORKİREM korkusu olasılıkla bir erkeğin bir kadına teslim oluşunda olduğu gibi, yeni bir dinin evrenine girmenin korkusu. Artık bu evrene girilmiş, ama taşlar yerine oturmamış. Türkünün ruhunda bulunan korkudan fazla olan müstehzi aşağılama yeni dini kabullenme biçiminin eleştiri ve yadırgaması. Yadırgama dediğim gerek birey olarak kendindeki, gerek sosyolojik olarak toplumundaki, yandaşlarındaki din yaşayışına ilişkin. Kötülemeyle ilgili karşılaştırma ölçüleri eski dinin (inancın) en zor, en kötü ögeleri: Gulyabani, cin, can, hortlak, sırtlan, tufan vs.. Kükremiş aslan karşılaştırma abartı dozunu sağlamlıyor.

Vezir Parmağı – Korkmirem

Bilindiğe karşılık bilinmedik Yeni’nin korkusu ve açılımı.. Parçada asıl kastedilen, benim andıklarım olmadığı halde bu taraftan okuyup alımlamak güzel olabilir. Türklerin ve yeni dinlere açılma eşiğinde ulus veya halkların anlaşılmasında.. Bir yanda yeni-dinin-yobazı olmak (eskiler unutmak istediğim anılarımdı’cılar, bir an önce yeni evrenin onayını alma peşinde tutucu aceleciler), öte yanda bir türlü eski’den vaz geçemeyip yeni’yi de tam reddedemeyişin (Alevilik, tasavvuf, çoğu tarikatlar) çelişduyarlığı.

Softa eleştirisi (bile) bütünüyle yeni dinle ilgili ambivalans (yani çelişduyarlık). “Şaman şaman yaşayıp gidiyordum, bu yeni dine nerden dadandım, Allahım Tanrım?”

“Allahım Tanrım” ikilemesini kafamdan uydurmadım; ikircikli ruhları göstermek üzere doğrudan kendi çocukluğumdan ninemin sözleri. Dedemin küfür tercihi ise “anunu gök dinini!” tarzında bir eski din kayması içeriyordu. Beri yandan annemin söz arasında “ağır mübarek günler” demeyle kastettiği ise bir başka ikilem ve ikili yaşayış sayılmalı: Birinci ağır mübarek gün, perşembe akşamından hükmü başlayan CUMA; müslüman günü. İkinci ağır mübarek gün, Likya bölgesinin önceki sahibi ve bir zamanlar güncel komşular olan Rumların kutsalı PAZAR günüydü. Annemin terimi, eğer din değiştirip kamufle olma ikilemini değilse çok derin bir komşu saygısını içeriyor. (Sayıca ihmal edilir azınlıkta oluşla Yahudi cumartesi liste dışı kalmış.) Ağır mübarek günlerin ritüeli hepten pagan bir eylem: Ağır mübarek günlerde ataların, ölmüşlerin ruhuna varsın diye tobanlarda günlük buhuru yakılır, benzersiz kokusu havaya dağılır. Hıristiyan kilisesinin dumanlı buhurlu ayinleri de kökence pagandır. Homeros’un eski Yunanını doğrudan anımsatıyor: Macera bitimlerinde kahramanlar adak veya kurban keserler, şölenle yerler, eşitçe dağıttıklarından yakınmazdı hiç kimse. Kurban etlerinin ocakta pişirilmesiyle yükselen kokulu dumanlar Olimpos tanrılarını hoşnut ederdi. Tanrılar böylece yatışır, gönenirlerdi. Onun gibi.

BİREY/TOPLUM, ve SANATÇI

Asri zamanlarda, salgın günlerinde, yeni dünya düzensizliğinde her şey darmadağın. Ama hiçbir şey bitmedi, bitemiyor. Kardeşim, moralini umudunu devlete, hazır düzene veya kitlelere bağlama. Yaşama, can aitliğine bağla. Gülmeyi, gülmeceyi anımsa, yürü, ak! Belirsiz, kaotik bir şey bu. Belli ki üzüleceğiz. Her şekilde fazlasıyla üzüleceğiz. Sonra dünyadaki, yaşamdaki yeni’yle karşılaşacağız. Biz yoksak devrilmişsek, can kardeşlerimiz yenisiyle yeni dünyayla karşılaşacak ve onunla baş edecekler. Gelişim, bozunum ve umut bireyde. Büyük ölçekte toplumlar ne yaparlarsa yapsınlar.

Toplum bireyin zerresi. Toplum bireylerden yapılmaz, birey toplumdan yapılır. Birey oradan filiz halinde taşar, farklılaşır; bireyleşme budur.

Birey toplumdan yapılırken, hem toplum onu yaparken hem o kendini toplumdan yaparken, toplum neyden yapılır? Toplum da zamandan yapılır. Acaba toplum arketiplerden, ilkörneklerden yapılma bir kütle, küme midir? Otomat yapılar mıdır? Sanırım öbür bir yaklaşımla, toplum zamanın yoğunlaşması veya görsel bir izdüşümüdür. Toplum doğanın çöpünden yapılır diyecektim ama zamanla eşdeğerliği daha doğru ve aşkın geldi. Zaman ile toplum birbirinin paralel evren hali. Toplumun (zamanın) oluru olmadan düşünme hayal etmenin bile olanaksızlığını fark etmiş miydiniz? Sanat kim için olursa olsun, toplum izniyledir. Zaman hem armutları hem ayıları olgunlaştırır. Hem avı, hem avcıyı. Zamanın adaleti böyle.

Toplumun içinden çıkan, aramızdan biri olan bireyin şahikası, tepesi sanatçıdır. O da toplumdan yapılır ve kendisine doğru farklılaşır. Sanatçılık bireyliğin idealidir. Özgün bir yönde olgunlaşıp gelişmenin en incelmiş başarısı. Sanatçının ayırt edici yanı kardeş ötekilerle farkı değil benzerliği. Zaten farklılaşma onun her bireyle birlikte kaderi, yönü. Sanatçı bireyliğini ve farkını köke en etkili referansları vererek, genelden en canlı malzemeleri alarak, adeta en fazla sayıda kişiye benzeyerek ve bunu en iyi şekilde ifade ederek sanatçı olmuş olur. Sanatçılık zirve olmayan bir zirve, acıdan bağışık değil barışık bir yaşam-sorun serim-çözümüdür.

Bir sanatçı desteği.. Ressam Gülay Semercioğlu: “Hep derim, sanatçı farklı olan değil toplumun ta kendisi olabilendir.”

Sanat, yaşam derinleştirip zenginleştirici, veya yaşam şanslarını artırıcı. Sıkı tek bir hayat da iyi, çok hayatlar yaşamak da iyi. Hatta hayatta diploma geçer notu yarım’dan bir’dir. Yaşayalım, yaşanabilir daha çok hayatlar var.. Benim kabaca her altı yedi yılda bir mevsimim, yani hayatım değişiyor. 2019 yılı geldiğinde, Allahım sırada ne var acaba, değişim dönemi geliyor demiştim.. Hiç az buz olmayan bir gündemle geldi. İnsan hele kadın mevsimlik canlı. Dünya bedeni zamana tabi.

Sanatçılık aynı zamanda bir zaman ve yaşam uzmanlığıdır. Birey-sanatçının uygun görüp yetenekli olduğu bölümünden. Kendi diliminden. Lawrence Durrell, İskenderiye Dörtlüsü’nün bir yerinde sanki “Tanrım bize sanatçının zaman hakimiyetini ver,” mealinde konuşuyordu. Bu da gene sanatçının bir zaman yani toplum heykeltraşı olduğunu tanıtlar. Sanatçının özü, sonsuz çile çekse, mutlak beceriksiz görünse bile bir tür yaşam uzmanlığı. Belki acı ve kaybetme uzmanlığı. Arabeskin derin yorumlarına selam. Çile de olsa uzmanlık uzmanlıktır. İnsan kardeşlerin hizmetine girer. Kaybetme oyunu kavramı da Sartre’ın galiba. Ben sanatçı ruhluyum, ama tam sanatçı değilsem, sanatçı bulucusu, avcısı olabilirim.

Bir sanatçı doktor ilintisi: Sanatçılık kaybederek kazanmak, doktorluk kazanırken kaybetmek. Doktorluk dolaylı sanatçılık, gecikmiş ve yetersiz olanından.. Avuçlarının içinden ya hastaya ait şeyler kaçar ya kendine ait şeyler ya hayata ait şeyler. Yine de bir şeyler kurtarılmış, post pahalıya satılmış olunur, sanat gibidir.

Farklılaşan, akan ile ana gövdeye yapışıp kalanın ilişkisi.. Bu şeytansı, şeytanın arka bacağı kişi (misal ben) hakkında hayatı veya Tanrıyı ikna eder kandırır, ömür boyu denetimsiz acısız mutlu olur diye bir korku var. Bu korkuyla bakanda adeta iyilik değil kötülük hasedi-kıskançlığı görünüyor. Varlığa değil yokluğa özlem. Yokluk özlemi değil doğrusu, kötülük veya yokluk saydığı şeye özlem. Yaşam yorgunluğu değil, ondan bağımsız, seçime dair. Yokluğa, dolayısıyla varlığa ambivalans yani çelişduyarlık. Kötülük saydığından fiiliyatta korku, kötülükyokluğun sonuçlarından ve sorumluluğundan korku, buna karşılık varsayılan bedava kötülüğün kazancını, meyvesini isteyiş..

CUMA – PAZAR

Cuma günü boy abdesti almak, demek sünnet grubundan uygulamaymış, hadisi varmış. Ben babamın, annemin uyması dolayısıyla uyuyormuşum. 

Cumaları, her cuma olmasa da ikisinden birinde ailenin erkekleri, çocuklar dahil cumaya giderdik, yunup paklanıp giyinerek cumaya hazırlanırdık. Cuma ve bayram günleri işler tavsayacağından, aksayacağından, canı sıkkın babamın yanına yaklaşılmaz olurdu. Her cuma olmasa da her bayram döneminde mutlaka annemle kavga koparır, burnundan soluyor olurdu. Ailesiyle bunu mutlaka paylaşırdı, kendi karnında tutamazdı. İş uğruna ölürdü denecek adamlardandır.

Demek böyle bir hadis, uygulama ve onun inancı olmasa cumayı, pazarı, bayramı yalnızca düşümüzde görecekmişiz. Babam bu kezliğine cumaya gitmemek için fazla diretirse, ben burnumdan soluyarak, edilgen şiddeti kendimde uygulayarak öcümü alırdım. Vücudumla demiş olduğum söz: “Yaptığını beğendin mi!” Söz verilen cuma askıya mı alındı? Düş kırıklığına mı uğradım? Orak biçiyorsam her yanımdan kan ter boşalacak kadar aşırı çalışırım; kendimi paralarım, nohut yoluyorsam hapaz hapaz yolarım.. O hırs ve acele içinde ürün tanelerinin saçılmasına aldırmam. Titiz ekin destelerim olurken o anlarda bütün destelerim alabruz tıraşı gibi saçılır. Ne yapayım, benim özümde de şiddet ve saldırganlık fazlaymış.

Ne yaparsa yapsın yine de babam sonunda gerekene teslim olmuş olurdu. Birinde götürmese, öbüründe burnumuzdan getirse de kendisi için cuma inanç zorunluğuydu. İşte rota o normale döndüğünde anam dahil ötekilerimiz derin nefes alır, “oldu bu sefer” gibisinden gözlerimiz parlamaya başlar. Adeta cuma bayramı karşılığında ödünler vermeye hazır hale gelirdik. Örneğin cuma sabahı kısa süre, kuşluğa kadar hep birlikte çeyrek günlük değil, çabayla yarım günlük iş çıkartırız, ekstra güç harcarız.. Uslu durma sözü. Cumaya gittiğimiz Seki’de para harcama için ısrar etmeme. Bir kısmı sözel, pazarlıksal ödünler değil, içeriden. Ama muhatap babamın algıladığını bilir şekilde. 

Tabii cuma için yıkanma faslı her zaman çok özeldi. Yıkanacak, suya’tınacak herkes anamın elinden geçerdi. Babam bile değil, özellikle babam. “Herifinin çarşı pazarda temiz, ve iyi giyimli olması kadının şerefidir,” derdi anam. Acaba yıkamaya paklamaya değin bir saplantısı mı vardı? Yaşlıların yıkanması da ondan geçerdi. Yaşlı konukları, komşu evinde yalnız yaşayan Süleyman dede gibi yaşlı akrabaları. Hem bunlar babamın akrabalarıydı, kendinin değil. İlyada’daki toplum düzeninde de konukların yıkanması o evin ve hanımın sorumluluğundaymış gibi bir Azra Erhat bilgisi anımsıyorum. Öylesine o soydan, güneydeki Troya’ymışız gibiydik. Yıkanınca saçlarımızın ışıl ışıl olması gerekiyordu. Bu erekle gerekirse tırnaklarını çapa gibi kafa derimize saplar, zımparalardı. Tenekede pıynar ağacının külü üstünde yatıştırılmış kaynar su ile yıkanınca saçlar çok güzel parıldardı. Bazen kil de ekler, saçı başı kille yıkardı. Yıkamayla ilgili terimlerinden biri ezinmekti mesela. Anlaşılır. Bir kadın tarafından yıkanmak racalarda, şeyhlerde rastlanacak lükstür. Banyodan sonra en güzel gömlekler giyinilir, kolonya sürünülür. Gerçekten hepimiz taptaze yemelik olurduk. 

Ailemde nedense sadece anne kokusunu unutmuş sayılırım. Dolambaçlı düşününce bunun ondan ayrılabilmekle ilgili bir dalavere olması mümkün. Anne ve kız kardeş kokularını ihmal etmem dışında babam, iki erkek kardeşim, dedem, kendim çok güzel kokarız. En son güzel kokanlar kervanına Özcan’ın oğlu da katıldı. Ten kokusuna güvenim en utangaç, kendine güvensiz zamanlarımda bile tutamağım olmuştur. Hepimiz giyindiğimizde -babam giyinmeyi bile bilmez, onu da baştan sona annem giydirirdi, belki iki uyanık karşısındayız- annem karşısına alıp seyreder. Çok beğendiğinden, “Çocuklarım, buduranızı (apışarası) kaşıyın, götünüzü kaşıyın, nazar olmazsınız, ceplerinize de çöreotu koyayım,” diye oramızı buramızı otlar üfürüklerdi. Sanırım bir kız üç oğlan çocuk anası oluşuyla ilgili, gözlere sokmadığı bir gurur kibir içindeydi. Çevresiyle, rakibe kadınlarla her konuda olduğu gibi buralarda da aşık atıyor, sessiz zaferler kazanmaya bakıyordu.

Cuma namazı dindar ve toplumun içinde, tanımlı olmanın çok incelikli, işleyen bir yoluydu diyebilirim. O mini cuma bayramı kendini hep tekrar üretirdi. Cemaatin içinden ruh olarak dışarı kaymaya başladığımda büyük bunalım yaşadım. Üniversite kopilliğimin başlarıydı. Artık ben sizin bildiğiniz, büyüttüğünüz çocuk değilim. İnançsız, tanrısız kalmış, tanrıyı kendimce kovmuş bulunuyorum. Böyle de saygı görmek istiyorum. Ben inandığını ve inanmadığını açıkça söyleyen, sorumluluğunu alan biriyim. Kendimden bu önemli bir beklentim.. Demek istediysem de, babama açılmaya gittiğimde sözleri itirafları içimden çıkaramadım. Otoriteyle baş edemeyen, saygı hele sevgi kaybından korkuyla soysuzlaşan sinik halimi görüp, ikiyüzlülüklerimi katmerlendirdim. Ondan sonra, onların yanındayken bir süre inanmadan gündelik yalancı otomat namazı kıldım. Aslında abdestsiz mabdestsiz camiye gittiğim oldu. Ezbere bildiğim duaları bilerek unutmaya çabaladım. Çocukluğumda öğrendiğim duaları, sureleri unutmayacağıma dair kendime söz verir, yaşıtlarımla ailelerden onay ve sevgi alma rekabetinde ön almaya çalışırken, geleceğe yönelik bahse de girerdim. Zorla da olsa unutabildim duaları. Yalnız, aile içinde değilken, dinsizleşme sayesinde eylemsiz müslüman olmayla ilgili ikiyüzlülükten büyük oranda kurtuldum. Özü sözü bir, sorumsuz borçsuz oldum. Rahatladım.. O kendini açamama, savunamama sorununu Tarsus Adana ikliminde arkadaş omzunda ağlayıp yumuşattım. Yavaş yavaş kendi olduğum kadarını kabullendim.

Şimdi bakıyorum, geçiş dönemindeki karışık kafayla bile, gözüme yakınlarla birlikte cumaya pazara gitme çok güzel geliyor. Pazar derken, bizim Seki bucağının pazarı da cumaları kurulurdu. Alışveriş için cuma en uygun gündü, bir taşla iki kuş vurulurdu. Seki pazarının artık sürekli sabit alanı var. Hala cumaları büyük pazar oluyor. Cumadan namazdan çıkıp acıktığımızda, hemen babamla bir veya birer fırın ekmeği omuzlardık. Yolsuz günümüzdeysek çılka yani kuru kuruya yer, bonkör varsıl günümüzdeysek ekmek içine helva koydurur yerdik. Yazları karpuz da alırdık. Karpuz hemen cumada yemek için değil. Annemin en favori atıştırmalığı. Anamın ve evin hediyesi olarak karpuz alır, dönüşte ikindin veya akşam karpuzu keserdik. Ekmek yanına katık olarak lokum aldığımız olurdu. Sade lokum bisküviyle (püsküüt) birlikte eve götürülecek kırıntıların başlıcası. Misafire de yarar. Lokum sonraları İstanbul’da yalnız yaşarken, ucuzunun peşine düştüğüm, evde hep bulundurduğum, arkadaş alaylarına yol açan, kuru üzümle dönüşümlü yastık altı afrodizyağımdı.

Dinden inançtan kolayca hızla kültüre, anılara dalıyorum. Her şeyi buradan yürüyerek evcil ve insancıl hissediyor, yordama çeviriyorum. Ruhum için bu geçişler eşdeğer mi, kaçak güreşme ve borç altında kalma mı bilmiyorum..

22 Kasım 2013

İNSAN MI PEYGAMBER Mİ?

Hz. İbrahim’in Yahudilik ve Hristiyanlıkta İshak’ı, İslam’da ise İsmail’i kurban ettiğine inanılır. İbrahim İslam’a göre peygamber, Yahudi ve Hıristiyanlıkta din büyüğü imiş.

Gene Yusuf Yahudilere göre din büyüğü, İslam’a göre peygamber. Bunlar ne fark ettiriyorsa? Ben kendimi çıplak haldeyken bile rütbeye, etikete bakıyor gördüm. Keza Yakup hakkındaki farklar benzer biçimde. 

Burada şu fark oluyor edebilir. Bir birey peygamber olduğunda onu normal eleştiri süzgecinden geçiremiyor, kendisine alıcı gözle bakamıyoruz. Peygamber olunca ya ondan hoşlaşmaz uzak durursun, ya da sevmen veya itaat etmen gerekir. Kahramanımız silsileden bir büyük olunca insani özellikler, ele geçirdiği güçler ve yapısındaki zaaflar daha normal yani olağan gelir. Kendini onunla daha kolay karşılaştırırsın. İstersen nefret ve sevgi çağlayanı olmaksızın özdeşleşebilirsin. Kutsal ile özdeşimin (bir olmanın) olanaklı veya olanaksız olmasına göre dinler ve mezhepler çok net iki bölüğe ayrılabilir. Hatta kabaca doğu ve batı ilahiyatı diye bile ayrılabilir. Ortadoğu doğu batının karma olduğu mekan-zaman.

Thomas Mann’ın Yusuf ve Kardeşleri romanını okurken.. Başka bir çok bakış açısından önce, bu insanlar gayet normal, eleştirilince hop diye gerilemiyor, pısmıyorlar. Lanetlenirlerse bir de üstüne kendilerini lanetlemiyorlar. İyi kötü yaşayıp gidiyorlar diye gözlemlemiştim. İçerdeki insana yaklaşma, hakkında fikir edinme kolaylığı bulmuştum. Galiba o mitolojide adamlar peygamber değil, din ulusu/büyüğü olduklarından, sayfalar ilerliyor, bir türlü mutlu son, müjdele(n)me gelişmiyordu. Bu beni bir yandan tedirgin ediyor buna karşılık geriden geriye rahatlatıyordu. Yusuf hapishanedeyken gelecek kaderlerini öngördüğü iki adama (birini kurtuluş, birini ölüm/idam bekliyordu) kehanetinin ilk bölümünü söyleyip, sözü “Kendinizi bir bok sanmayın, hepiniz aşağı yukarı aynısınız,” mealinde belki kurtulanı da rahatsız edecek şekilde bağlıyordu. Sonra sonra, Yusuf’un büyük başarılarına, onurlandırılmasına rağmen baba Yakup ölür ayak soyunun liderliğini, ona değil, bir ton eleştirdiği abilerinden birine bırakıyordu. Hatta “Peygamber değilsin,” veya “olmadığını biliyorsun değil mi..” gibi sözlerini okurken üstünden hızla geçerek düşünmemiş, göze batıcı işlenişi inkar ve ihmal etmiştim.

1 Kasım 2013

RÜYAYA İLK ADIM

[Yazıya vesile olan Selin Erkişi’ye minnetlerimi sunarım.]

Rüyanda ev veya araba gördüğünde o genellikle benliğin, ruhundur. Benliğinle, yaşamınla ilgili şeyler söyleyecektir. Senin rüya evinin girilmedik, kullanılmadık odası muhtemelen saf veya ilgisiz kalmış, dokunulmamış, kimseye açmadığın, dokundurtmadığın ruh kısımların demek olabilir. İyiye karşı kötü, veya kötüye karşı iyi kontrastları içerebilir. Üstünde fikir oynatmak, çağrışım yapmak gerek. Kişinin rüyanın geneli için ne hissettiği, içindeki belli görüntüler temalar hakkında ayrıca ne hissettiği üstüne düşünülmeli. Ayrıca söyleşerek birine açılmak tarzında olabilir. Açılınan kişi (düş yorumu arkadaşı) biraz düşten anlıyorsa soft sorularla rüya ve imgelerde gezinmeye yardım edebilir. Yol arkadaşının kendine ait güçlü imgeleri, tahminleri varsa sakınmadan söyleyebilir. Düş yorumlamak kişiyi öldürmek, asmak anlamına gelmez. Düş imgeleri güçlüyse plastik olarak dönüştürülebilir. Düşün resmi yapılabilir, grup içinde diğer bireylere roller verilerek drama biçiminde düş oynanabilir. Rüyada simge dili bilmek işe yarar, yol gösterir. Ayrıca çağrışım, yani içe bakış ve diyalog içinde çağrışım gerekli ve uygun olabilir. 

Rüyada olmayan, aksayan işler, yaşamda tamamlayamadığın, veya halletmiş göründüğün halde bitirmediğin işlerin olabilir. Bitmemiş işler dosyası. Örneğin köpek, kurt imgesi erkek simgesi olup erkeklerle ilişkinin unsurları olabilir. Veya aynı zamanda kendi eril yanın olabilir. Asıl rüyanın yan sahnesi olarak görünse bile tekrar eden rüyalar veya rüya parçaları önemlerinin altını çiziyor sayılmalıdır. Uyanıp tekrar yattıktan sonra kaldığı yerden devam eden düş de öyle. Bir de uyandığında aşırı güçlü duygular üreten düş, kendisini unutmana direniyor, düşünmeni, çözmeni, eğilmeni istiyor olabilir; bu da bir önemlilik göstergesi. 

Düşte evinin pejmürdeliği ruhunda görünenden/bildiğinden daha fazla yara, incinme var demeye gelebilir. Maksimum hızla, minimum ipucu bırakarak olay bölgesinden, bir yastan kaçmış olabilirsin. Bir de yalnız devam eden yaşamında, düş kırıklığına uğratıcı her durumu “zaten” ile başlayan, aynı çukura, acıdığın ve acındığın bölgeye göndermiş olabilirsin. Ya kaçınılmaz, ya seçilmiş yeğlenmiş travma gibi. Veya “acımadı ki” tavrı, becerisi gösterdiysen, bu pahalıya oturmuş, yormuş olabilir. Düşündeki harap ev yorulmuşluğunun, eski yorgunlardan oluşunun görüntüsü olabilir. 

Evin oda sayısı, ya da düşteki sayılabilir, sayıya işaret eden unsurlar belli yaşına veya gerçek yaşamındaki sayıyla ifade edilebilir bir unsura işaret edebilir. Gene köpek, kurt heyecan olarak korku olarak arzu demeye gelebilir. Kediyse kadın imgesi olarak kadınlarla ilişkine ışık düşürebilir. Hem düşte hem uyanık yaşamında. 

Örneğin hırsız korkusu.. Ya hırsız kalbini çalarsa? Halin nice olur? Her yeni ve kritik evreden geçen ilişkin, veya yaşam dönemecin bu düş parçalarını davet ediyor olabilir. Kadın düş görücü için erkek karakter aynı zamanda baba telafisi, bir duygusal ilişki pürüzünü temizleme umudu olabilir. Hiçbir kayıp yaşamamış bireyler bile dönemsel aşık oldukları anababalarından belli düşkırıklıkları yaşamıştır. Yeni ilişkiler hem eski çamur çukuru tehditleri hem de virajı son anda doğru şekilde alma olasılıklarıdır. 

Kurtarma yazılıları ve bütünlemeler hiç bitmez. Ta ki o konudan gelen sorular artık soru gibi gelmeyene dek, spor olana dek. Yaşamımızda her an her yaşın ve her akademik sınıfın, yüksek lisans ve doktoranın soruları havuz, hatta okyanus gibi aynı anda sorulmakta bizlere boca edilmektedir. Biz yaşamda atlattıklarımızı çözdüklerimizi soru gibi algılamayız. Sıramız gelmeyenlerden, orayı görmedik dediklerimizden kırık not almayı da önemsemiyoruz. Kaldıysam kaldım. Sorumluluk başlıklarını adeta yaşımız, konumumuz ve esas kendimiz belirliyoruz. En sıkı sorular tam gündemimize uyan, hem geçersek sevindirecek hem yapamazsak çalışmadık, görmedik diyemeyeceğimiz sorular. İyi ilişkiler bize peynir ekmek gibi gelmez. Biraz sert bir güreşi kapışmayı sağlayan ilişkiler iyidir, onun gibi. İddia olmazsa para ve heyecan yok. 

Kısa notlar halinde kenara yazdığın düşlerin bile uzun ömürlü olabilir. Hakkında konuşacak birilerini bulabilirsen kabus şölen olabilir. Kabus dahi kendinden, içinden sana hediyedir. Rüya hem kişiliğine, dünyayı algılayış ve yaşayışına gönderiyor, hem de gündelik hayatının, bugününün bilmecelerini soruyor, gündemini ortaya seriyor. 

Bazı duygular düşte kendi paralelinde, bazı duygular ise zıtlarıyla sahneleniyor. Aşırı eğlenceli bazı düşlerinde hüznü araman gerekebilir. Bazı ürkünç düşlerin ise boşaltıcı biçimde çalışabilir! Genellikle bir düşte yakın mesafe yakın zamanı, uzak yerleşim uzak zamanı göstermenin düşsel yolu olabilir. Birincisi, unutmayalım düş neyse odur, illa anlamı büyük olmayabilir. Düş kendi başına değerlidir. İkincisi, düş bir şeyler söylüyor olabilir ve bunu ortaya çıkarırken mantıklı ve mantıkdışı bütün araçlar kullanılmalıdır. Adeta bir kerelik komple gizemmiş gibi. Genelde işleri nasıl yaptığımızı bilmek yol gösterir, düşte de işe yarayan ön şablonlar bulunur. Her gezinti yine de kendi kolaylık-zorluğunu ve deneyimini dayatır, tattırır.

18 Ekim 2013

KAGEMUSHA (1980) – AKİRA KUROSAVA

Filmde dublör/gölge savaşçı rüyasında efendi Shingen’in canlanıp peşine düştüğünü görür. Olağanüstü bir kabus-rüya sekansıdır. Renkleri Akira Kurosava’nın Yume (Düşler) filminden daha rüya ve daha resimdir. Dublör hem efendi Shingen’in peşinden gelmesinden tırsar, hem dönüp gidecek olunca o peşine düşer. Yokluğuna da katlanamaz. Kabustan uyandığında tek gördüğü kendisi ve gölgenin aslı olduğu halde, milyonlarca kişinin etrafını sardığını söyler.

Birinin “dublör”lüğü filmin içinde geçtiği gibi “çarmıha gerilme”ye benzer olmalı. Belirli bir rolün dublörlüğü de ölümüne zor, belirsiz bir rolün dublörlüğü yani bildiğin yaşamak da. Bir rolün içi nasıl doldurulacak, nasıl yaşar ve inanılır hale getirilecek? Veya al tersini, nasıl inanılmaz hale getirilecek? Rol nasıl rafa kaldırılacak? Rolü takınmaktan, hizmetçisi olmaya geçiş nasıl fark edilecek ve kaçınılacak? Gölgeni avlayamazsın, yok edemezsin ve ondan kaçamazsın da. Gerçeği avlayabilir, hükmüne tekeline alabilir, istemle gerçekten kaçınabilir misin? Aslının karısı senin dublör olduğunu anlamazsa dengeni, rolünle mesafeni koruyabilir misin?

Oyunculuğa, role girmeye çok güçlü bir yorum-katkı Carlos Castaneda’nın Don Juan’ın Öğretileri, Bir Başka Gerçeklik ve İxtlan Yolculuğu ile başlayan, on iki kitaplık serisinde geliyor, öneririm.

Yaşlı Kurosava Kagemusha’da rakiplerin, gözlemcilerin olmayana ergi ile uyanık kalmalarını sağlam vermiş. Savaş taktik ve stratejileri bunun için güzel format da, insan gene de bazen Kurosava militarist miydi, güce tapar mıydı şüpheleniyor. Tövbe, güç severlik varsa da saf olamaz, şiddetten rahatsızlığı besbelli, yer yer umutsuzluk ölçüsünde hem.

Shingen’in oğlunun acısı da kompleks boyutlarında: “Kaleyi fetheden benim, takdiri gören düşmanı korkutup kaçıran merhum babam. Gölgesinden bir türlü kurtulamıyorum.” Bütün klanı yok eden sadece geciktirilmiş reel politik mi, oğulun zembereğinden boşalması mı?

Dublörün, maskesi düştükten sonraki hali, bütün sosyal kabuk ve örtülerinden soyunmuş, oluş eşiğindeki birey noktası. Elbette hüzün, düş kırıklığı var. Ego, kabarık narsizm parçalanmakta. Peşinden ne gelecek? Bu ölmeden önce ölmek olabilir mi? Yoksa dublör suflörsüzlüğe dayanamayacak mı?

Müzikleri, sessizliği kullanmakta mahir Japon müziği, davulları, No tiyatrosu sahneleri, dönemsel  ve kültüre özgü tüm belli başlı törenler.. Sondaki debelenen, can çekişen at sahneleriyle akıldan çıkması zaman alacak bir film.

ARİRANG (2011) – Kim Ki-Duk

“Aldırmaz sevgilim,

Affet seni terk ettim.

Arirang tepeleri, arirayo!”

  • Her ikimiz ölünceye dek ayaklarımız acı çekecek.
  • Tabanca yapımı meğer bir demir oymacılığıymış, arınma ve odaklanmaya hizmet edebilirmiş.

Kim Ki-Duk’un önemli bir iddiası: “Yaşam hep sadizm ile mazohizm arasında salınır.” Ya kendine daha çektirirsin, ya karşındakine eziyet edersin. Bu durumda yaşam sarmalında büyütücü, oldurucu gözle gördüğümüz kefaret-ödeşme-affettirici çile mazohizm midir? Kefaret ile mazohizm ne kadar aynı, ne kadar farklı olabilir?

Kim Ki-Duk’un tabancayı karşısına kurup beklemeye dalması depresyonu gayet iyi anladığını gösteriyor. Fotoğraf makinesiyle (Canon 5D Mark) kendi kendine, doğal ışıkta çektiği filminde içini bol bol dökmesi, küfretmesi, bağırması, şarkısını söylemesi, uğradığı ihanetleri, zanlarını anması, dahası yaptığı tabancayla bizim Eşkıya gibi binalara dalıp dalıp intikam alır gibi yapması hem depresyonunun temelini hissettiriyor, hem ona zamansız bir intiharın kapısını örttürüp çıkış kapısını aralatıyor. Kendi içinde bölünmesini; gölgesiyle konuşma, kendini kötüleme ve biteviye yanıtlar bulmayı, boşluğa dökülmeyi ve başarıyı, anlamı özlemeyi, anlattığıyla içinde yaşadığı farkından acı çekmeyi çok güzel anlatıyor. 

Durağan, kurgusuz, kasmasız filmiyle hem eylemsizliğini aşıyor, hem becerikli Kim Ki-Duk imgesini, kendi efsanesini parçalıyor. Yoluna devam edebilmek için eski putlarını kırması veya yönünü onlardan çevirmesi, hazırki esvaplarını çıkarıp soyunması gerekiyormuş. Çadır-karavana taşınması, aralıksız 3 yıl kenara çekilerek yaşaması buna hizmet ediyor, etmiş. Eski filmlerinden, büyüyüp evden ayrılan çocuklarıymış gibi gözyaşlarıyla ayrılıyor. Her başarı insanın ayağına da dolanıyormuş. Onu da bildik. Adını “Başarı baş ağrısıdır,” diye koyduk.

Burada Kim Ki-Duk’unkiyle diğer sanatçılar arasında bir durum ortaklığı var: Büyük sanatçılar, belki bazı küçükler de, yaşamın bir yerinde bir yaratma bunalımına düşüyorlar. Bu uzun olabilecek bataklık evresi sanatçının bir üretme ve yaratım otomatı olmamasını garantiye alıyor. Sorgulanmadan, riske ve acıya saplanmadan yaratma yok. Ben bir düzenbaz mıyım? Kolay formüllerle alkış ve onay mı derliyorum? Söyleyip yaptıklarımın bir değeri var mı? Dediklerimle yapıp olduklarım arasındaki mesafe-uçurum beni yutar mı? Bazı sanatçılar en başarılı anlarında varoluş uçurumundan aşağı düşebilirler. Bu onların yok olmayı hakketmişliğini değil, sanatçı bunalımının şakası olmadığını gösterir. Duygusal kalımsızlığı varsa ürün yayınlatma veya ürünü yaratıp ortaya çıkartma anları boşluğa düşmek için en uygun zamanlar. Bazen bu dönem tam da “neden ve nasıl böyleyim”i içeren bir sorgulama ürünüyle hem ifade ediliyor, hem aşılıyor.

YAY / THE BOW / HWAL

Samaria’nın Vasumitra (fahişe) kızı Hwal’da Vasudeva’nın (Kayıkçı Budha) çömezi pozisyonunda oynuyor. Gene monk/çömez, usta/çırak ikililerinden. Buradaki gerçek öksüz değil, buluntu, 10 yıldır teknede yaşatılan; ileriki kocası rolündeki ihtiyarın bütün sanatlarına az çok aşina; varı yoğu, dünyası o tekne ve ustası olan bir kızcağız. Bu teknenin arada bir gelen müşterileri var. Balık tutmanın kolay, avantajlı olduğu bir yer mi bulmuşlar? Görmediğimiz karadan bir okçu/kemaneci, minik (o da çömez) tekneyle büyük tekneye müşteriler getiriyor. Aynı yay bir bakıyorsun ok atıyor bir bakıyorsun hipnotik veya yaralayıcı müzik eyliyor. Müşteriler adamla kızın garipliğine uyumsuzluğuna vurgu yapıyor, dalga geçiyorlar. Fakat çizmeyi aşan olursa kulağının dibinde vızıldayıp yanı başına saplanan tehditkar oku buluyor.

Öz Koreli olduğu belli olan okçunun şapkası Giyom Tell çağrışımı vermiyor değil. Adamımız Ki-Duk anlam bulutlarını komple kapsıyor da olabilir, yalnızca bize öyle geliyor olabilir. Öte yandan kız akla avcı Artemis’i de getiriyor ve ileriki gerilimlerde gizil gücü, çekiciliğiyle beraber doğrulanıyor diyebiliriz. Bakire tanrıçalık dahil. Beybaba ile ile ilişkisi dalgalı sularda, sosyal göz altında ve kendisi aynı zamanda Külkedisi Cindrella.

Tekne-tapınağın bir işlevi de Feleğin Çarkına ev sahipliği etmek. Büyük teknenin kenarında salıncakta sarkaç gibi süzülen kız-çömezin karaltıladığı tekne küpeşte resmine okçu her kehanet bakısında üç ok atıyor. Oklar kızı sıyırıp tekneye saplanıyor. Sonra onları çıkartan kız-çırak ustanın kulağına bir yorum fısıldıyor. Usta da bu yorumu müşterinin kulağına.. Duygular bakımından hedefi genellikle tutturduğundan, histerik kahkahalarla veya dehşetli redlerle karşılaşıyor. Bu kulaktan kulağa oyunu, üstünde ayrıca derinleşmeyi hak ediyor, başka çağrışımı olan? Balıkçı müşteriler bir ekip olan ikili-tapınak-fahişelerimize geliyor ve felekle karşılaşıyorlar. Yalnız usta fahişe-ermiş çok asabi, çömezine de tecavüzkar; kızın on yedisini doldurup kendi aralarında gerdeğe girmelerini bekleyemiyor. Herkeslerden kıskanıyor. Bir de kaderin onları bağladığını anladığı bir genç tebelleş ve kalımsız dengelerine tuz biber oluyor. Korunmaya, tutulmaya kalkışılan kız üstünden ortamca Kız Kulesi = Kız Teknesi = Kız Tekkesi olarak değerlendirilebilir.

Olma/erme mücadelesinde Ki-Duk en çok ikili mahremiyet ve karşılaşmalara güveniyor. Bu filmde de ikililerden gayrısı, bazen bol görünen olaylar ve renklerdir. Beklenmedik mantık dışı gelişmeler mesleğin hilesi sayılmakla beraber Hızır/Hikmet avamca söylersek “du bakali n’olcek” beklentili teslimiyetiyle açıklanabilir. Usta aynı zamanda anlaşılmaz, güvenilir, sindirilmez kahindir. Burada erkek çocuğun üçüncü büyük kişilik olarak belirmesi Ki-Duk’un Batıcıl üçlemelere yakınsaması. Öykünme denebilir mi? Kızın şakağına da üç renk nokta kakmıştı. Bir ara aklımıza kızla birlikte erkek çocuğun da nöbeti devralmakta olduğu, ermeye yatkın olduğu geliyor. Samaria’daki baba gibi burada usta kendi güneşini söndürüp batırarak, feda teslimiyeti ile yolu açıyor. Tutarlılığına ve huzuruna kavuşuyor. Karadan haberler, mesajlar alıyoruz. Ama Hwal filminde Ki-Duk karaya hiç ayak basmayarak aslolan içimdir, toplumunuzu, düzeninizi başınıza çalın diye kendi ülkesinin eleştirmenlerini ve bilumum tutucu veya çılgın toplumu karşısına alıyor gibi…

Hwal duygusal özdeşimle, taraf tutarak izlendiğinde tamamen ıskalanabilir, insanı çıkmaza sokabilir bir film. O nedenden olacak, hakkında bir usta film eleştirmeniymişim gibi; ayrıca filmin bir hikayesi yokmuş da olaylar anlık kalıplar ve örneklermiş, her şey çoktan geçmiş bir şakaymış gibi mesafeli; aralık ve soğukluk takınarak yazdım. Öbür türlü filmin ve yönetmenin benimle acımasızca oynayacağını, sırtımda ve ruhumda şaytani kırbaçlar şaklayacağını zannettim ve hissettim.

KİM Kİ-DUK VE SAMARİA FEDAKAR KIZ

Kim Ki-Duk’ta ağlama sahnesi/durumu çok önemlidir. Nerdeyse korku ve dehşetin sağladığı aydınlanmaya denk bir aydınlanma sağlar. Varoluşa katılmanın altı çizili görüntüleridir. “İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış, ve İlkbahar”da insanın her büyüme evresi adeta ağlama, ağlamalı bir açmaz tarafından mühürlenmiştir. Konuşmanın, iletişimin az olduğu Kim Ki-Duk sinemasında ağlama, gözyaşı yağmur ve vaha gibidir. İletişim azlığına bakılırsa ağlama yani uyanış çoktur denebilir. Ağlama bizim, seyircinin katılımına çok şey katar, içimizi dökmeye davet eder. Kahramanı veya yönetmeni yadırgarken; beni zorluyorsun, kabul etmiyorum derken; kendimizi ağlamalar aracılığıyla onun yanında, dibinde buluveririz. Ki-Duk haksız mıyım diye sormaz, yolundan gider. Karşılaşmamızı bekler, belki tuzaklar da kurabilir. Samaria Fedakar Kız’da da hem bir duygusal tutukluk, hem bitmeyen bir heyecan ve merak, hem iç ve dış çatışmalar, hem arada teyelleyici duygu sağanakları vardır.

SAMARİA – FEDAKAR KIZ

Filmdeki araba dere içinde su birikintisinde uzun zaman kalınca anlamca tapınak düzeyine çıkar. İlkbahar Yaz Sonbahar Kış ve İlkbahar filminin moduyla Samaria’ya bakalım. Artık baba usta kız çömezdir. Tapınak-çilehane-arabada az konuşulması normalleşir, anlamına kavuşur. Hatta arabada görülen düş istiareye dönüşür. Babasının kızı boğup dere kenarında kuma gömdüğü bu düş hangisinin düşüdür? Düş aracığıyla filmin gerilimine seçenek ve ikili çözüm de bulunmuş olur. Kızın düşüyse uyanma ile doğum ve viraj alma, yaşam değiştirme başlayacaktır. Babanın düşüyse limit görülecek, şiddet uçurumundan vaz geçilecek, direksiyon kıza bırakılarak kendini feda, kızın önünden ve yolundan çekilme başlayacaktır. Baba kızına sürekli Hıristiyan öyküleriyle yaklaşır. Sanırım Kim Ki-Duk aynı zamanda Batı ve diğer dünya izleyicisine fikrini hissini onların alfabesiyle vermeye çalışıyor. Ek çaba, festival numarası. Haneke’nin Amerikalılara altyazısız seslenmek gerektiğini bilip bir kereliğine Gülünç Oyunları’nı tıpkıbasım sahnelerle tekrar çekmesi gibi usta bir iletişim denemesi.

Birinci kızın kendini hipnotize ve doymuş (korkmuş?) şekilde pencereden atıvermesi bir senaryo sarkması mı? Birinci kız adeta Budist mutluluğun, azla yetinme anlamında Budist orucun hızlandırılmış bir özeti. Canlı hayattan çok kendine göre idealizm. Ki-Duk işler aynı zamanda böyle de yürüyebilir diyerek erkek fantezisi kuruyor sayılır mı? Samaria’nın babası mevsimlerin çıraklıktan büyüyen ustası gibi sakat, çıkışsız, arızalı biridir. İlkinin arıza damgası öksüzlük, baba-ustanınki ergen kızın çaresiz dul atalığı. Belki karı yası da buna katılabilir. Ermek için sonuna kadar gitme cesareti, inandığına ve zannettiğine uyma, karanlık tarafa ve kara yola teslimiyet temaları filme dış/yabancı kültürden yaklaşmak için ilginç kapılar.

Türk izleyici, popüler tarafından bağımlılaştırılmış, çerez filmlere alıştırılmış haliyle Ki-Duk ve filmini yadırgayabilir, bu olağandır. Birey izleyicide o kusurlar yoksa, giderilmişse tipik Batı tarzı filmlerden daha kolay duygu bağı kurulacaktır. Sanki benzer duygu altyapısına Doğu/Budist aşısı yapılmış. Onlara tasavvuftan yakınız veya küçük olasılıkla Uygur damarlarımız gıdıklanmakta.

Ki-Duk’un karakterlerini sinemasal olarak bağırtmaması, anlatmıyor gibi anlatması, yolunda yürüyüp gitmesiyle bize yakın ve davetkar. İzleyiciyi ezmiyor. İddiası ve söylemi var, ondan da geri durmuyor. Çatışmacı yanımıza da hitap ediyor. Ki-Duk kendi geçmişindeki iki besin kaynağını sonuna dek kullanıyor: Doğa ve tarım eğitimi, beş yıl deniz kuvvetlerinde çavuşluk. Bunun üstünden çok sayıda insan ve kişilik tipi görmüş. Onun dışında sinemasını geleneksiz bir boş levhaya (tabula rasa) yaklaştıran, biçimsel otoriter bir sinema eğitimi almayışı, sinemasal eğitimsizliği.. Değere ve özgürlüğe dönüş(tür)müş.

Uyanık Ki-duk, Batıya ulaşmayı her zaman çok önemsemiş. Türklerin ulusal özelliği onda kişisel olarak var. Biz köprü toplumuz, Ki-duk da köprü birey-sanatçı. Köprülükte tanış malzeme kullanma gereğiyle ben onu sıfır kavramlar, hiç ezber olmayan malzeme ve kalıplar kullanmamakta mazur görüyorum. Sevmemle de merhameti abartıyor olabilirim. O kendi köprülüğünü Paris’te aylaklık eder fotoğraf çekerken iç derininden hissetti, geliştirdi ve oluşana sahip çıktı sanırım.

Kişisel dipnot: O kadar  benzerleri var ki. Çok idealize yapıt, gerçek yaşam karşılığı yok denmesin. Ve ben de o kadar Samaria’yım veya o kadar Samaria olurdum ki. Veya belki de Fedakar Kız oluyorum. Edip Cansever’in Çağrılmayan Yakup’luğuna karşılık Gecikmiş Samaria’yım.

ZİYARET DÜŞÜ

[3 Nisan 2013]

Motosikletle bir yerden Mustafa’ya bir şey götürüyorum, veya ondan bir şey alacağım. Galiba motorda arkamda bir kızı da oraya taşıdım. Mustafalara varıyorum, iki katlı bir dairede oturuyorlarmış. Vardığımda vakit biraz geç olmuş. Evde yatma toparlanmaları var. Konukseverler, ama alışkın olduğum şekilde gösteremiyorlar. Ben utanmayla karışık özenle içeri girip üst kata çıkıyor, alacağım veya bırakacağım şey neyse onu hallediyorum. Evde bir sürü kişi varmış. Adeta yataklar, divanlar dolmuş. Ayrıca birkaç kişiye yere döşekler serilmiş, oraya kıvrılıyorlar, aralarından geçip dışarı çıkmak üzere aşağı kata iniyorum.

Aşağı kat şaşırtıcı şekilde daha boş, sanki sadece Mustafa’ya ayrılmış. Eşyası da az, adeta yok. Mustafa koca salon gibi yekpare katta belki bir yer şiltesi üzerinde. Sandalye var, yastığı arkasına alıp uzandığı yerden gazete okuyormuş. Artık o da kendinden geçmek üzere. Sessizce ‘Mustafa!’ diye seslenmeye çalışıyorum, o zamancık uyumuş. Gazete yana sıyrılmış. Dikkatimi çekiyor. Mustafa’nın yüzü yaz bekarı veya haham gibi koyu, uzun, kıvırcık sakalla kaplı. Yüzü orijinal yuvarlaklığında değil, çene köşesi belirginleşmiş, daha kemikli ve zayıf bir suratı olmuş. Konuşamadan ev dışına çıkıyorum.

Dışarıda biri esmer/kumral, biri sarışınca iki kız motora hazırlanmama eşlik ediyorlar. Biri oraya getirdiğim kız, biri de Mustafalarda kalan bir konuk olabilir. Montumu giyiyorum, çizmemi, diğer motor hazırlıklarını tamamlamaya çalışıyorum. Kızlar çok ilgili. Sarışın olanın hevesli olduğunu fark edip, ‘istersen seni bir tur gezdirebilirim,’ diye daha da iştahlandırıyorum. Galiba onlar orada kalıyor, yola tek başıma dönüyorum.

Dönüşte kahve gibi bir yere dalıyorum, konaklama gibi. İçeride yoğun bir kalabalık var. Gene gece. Bir platform üstünde yığılmış grup, bir de daha zeminde sandalye ve masalarda insanlar. Ben zemine ekleniyorum. İçeride bozguncu veya psikopat bir grup var, ortam gerilimli. Her an kavga başlatacak gibiler. Platform üstündekilerden biri, belediye başkanı gibi, sorumlu, ortam sahibi gibi biri kalkıp geliyor. Bozguncu grubun karşısına dikiliyor. Biraz bekledikten sonra ‘Ne yapalım, sizinle, içinizden biriyle dans edebilirim,’ diyor. Beter bir rezaleti önlemek için söylüyor bunu. Aşağılanmayı göze alıp sindirdiği anlaşılıyor. Kara grup yatışıp dağılıyor. Adam yorgun şekilde kalakalıyor. Adama, sanki bana hizmet etmiş gibi minnet duyuyorum. Ona teşekkür etme veya diğerleri adına özür dileme ihtiyacı ile bir şeyler söylüyorum. O sırada gözlerim yaşarıyor.

Çingeneler ve GATLİF – Yalçın Savuran

[Yalçın Savuran seminerinden serbest notlardır.]

İsfahanlı Hamza ve Firdevsi’de geçen bir çingene kökeni meseli varmış: Behram Gur’un yasası: “Yarı gün çalış yarı gün ye iç eğlen.” İran’a çalgıcı lazım oluyor. Hint kralına on iki bin çalgıcı göndermesi için mektup yazıyor.. Jadlardan Cengariler gönderiliyor. Bunlar yerleşmiyorlar. Ekme biçme yok. Çünkü onlara hayvan verilse kesip yiyorlar, tohumluk verilse ekmeden pişirip yiyorlar. Hindistan göçleri. Atila orduları. Istvan Szabo filmlerinde de var. Talan yoksulluk kıtlık oluyor. Hazar Denizi’ne hareketlenme oluyor. 9-12. yy.da ikinci dalga. Pen lehçesi. Romlar Anadolu’dan geçerek gidenler.. Üç büyük Çingene oymağı Rom, Lom, Dom. (Veya zaman içinde aynı sözcüğün değişimleri : DOM, sonra LOM, sonra ROM)

Çingene bayrağında Mavi-Yeşil-Tekerlek var: “Üstte gök, altta yer, biz özgür” gibi.

Mora yarımadası çingene sözcüğü etimolojisinde bir yere sahip, orada bir mekanın adı.

Avrupa’da yedi yıllık yerleşme/dolaşım beratı istiyorlar; karşılık ödeyeceklermiş. Başlarına bir kont atayan Sigismund. Çingeneler beratın damgasının taklidini yapıyorlar, böylece süreyi sınırsızca uzatıyorlar. At yetiştiriyorlar. Osmanlı sınırlarında normal tebaalar. Orduda 66 bin çingene varmış. Silah yapımı, deri, lağım, at yetiştirme. Kırkkilise (Kırklareli) çingene sancağıymış.

IV. Murat çingeneler at binmesin, gezmesin (yerleşsinler) diyor. Başlarına sorumlu olarak Çeribaşı atanması bu dönemden. Çeribaşı elli aileden sorumlu. Zengin olacak. Çingene vergisinin toplanmasından sorumlu. Tophane’de yakın zamanda da çeribaşı varmış. Türkiye çingene temsilcisi bir gadjo. Çingene değil ama çingenelere çok meraklı. Kendileri de ‘O bilir,’ diyorlar. Dünyada Roman deniyor. Soylulaştırma eylemleri. Terimler de öyle. Çingeneyi aşağılamadan dersen eski adı da tamamdır.

Fransa’da nerede görülürse görülsün çingene sınırdışı yasası varmış. 500 yıl sonra bile, Sarkozy’nin çingene yasa tasarısı aynı ruh ve biçimde. Katliamsız görece barışlı yaşadıkları yer Eflak Boğdan. Prenslikler bunlar. Manastırlara grup olarak bağışlanıyor. Manastır sınırları içinde yaşayarak korunuyorlar. Alınıp satılma olayları. Çingeneler çocuk kaçırır derler. Tersine devşirme toplamaları sırasında Hıristiyan aileler çingene çocuğu çalıp yeniçeriye kendi çocuğuymuş gibi veriyormuş.

Döngüsel geziyorlar. Rotaları var. Balat’a Fatih Sultan Mehmet yerleştirmiş. Ayı yetiştirenler, atçılar, oyuncular. Lonca mahallesinden çıkartılacaklar. Tarihten koparılacak. Lonca mahallesinin en eski sakinleri.

Yeryüzüne yakın olmak isterler. Öte yandan grupta, kalabalıkta her çingene reisi üstte oturmak ister. Kast sisteminden. O bakımdan apartman yaşamına uygun değiller. Temizlikleri farklı. Gadjo dilo onlara göre kirli. Onlarda bedenin üstü ile altı ayrı ayrı temizlenecek. Adet, lohusa döneminde kadın hiç bir eşyaya dokunmuyor. Kocayınca kadın ihtiyar heyeti veya kriz masası toplantısına katılabilir oluyor. Ölünce çingenenin eşyası kullanılmaz imha edilir. Eşya onun kendi ruhunu taşıyor. Ruh öteye gitmeli. İngiltere’de gacoya (yabancı erkek) ölen çingenenin karavanı satılabiliyor. Coğrafyaya göre eklenen adetler var. Osmanlı dönemin devşirmelerinde, çocuk alınınca kapıya çarpı işareti konuyormuş. Horoz kesme ve kanını kapıya çarpı çekmeyi aklına getiren Basil diye biri çıkıyor. Aziz Basil günü onun anısına horoz kesiliyor. 

Dr. Ritter Nazi Almanyası’nda ırk geliştirme ile uğraşıyor. Melezleri belirliyorlar. Ari olmayanlar toptan ilkeller. Toplama kampları. Sırbistan tam itaatle ülkeyi temizleyip sıfır çingene bırakıyor. Temizleniyor. Yaralı ölü asker karşılığı çingene kıyımı. 50 – 100: Her yaralanan Alman askerine karşılık 50 çingene öldürülüyor, her ölen Alman askerine karşılık 100. Para Yahudi’de var. Nazi vs Yahudi filmi ondan ötürü daha çok veya sık yapılıyor. 

Gatlif’in babası Cezayirli, anası çingene. Samiriye. Çocuk ve gençliğinde ufak suçlar işliyor. Islahevinde kalıyor. O zamanlar en iyi sinema salonlarında ısınıyor. Oyuncu kursuna gidiyor. Latcho drom: Güzel yolculuk. Saat anlamsız. Yarı belgesel onun filmleri. Kamerayı görünmez şekilde saklamıyor. Oyuncu kameraya bile baksa olur, tamam. Ölümde gözlere konan gümüş/demir para. Sandalcı öbür dünyaya taşısın götürsün diye. Hades yolculuğu için, ölenin ruhu iletilsin. Kaza, geri dönme (örneğin hortlama) olmasın diye.

YURT YEMEKLERİ

Hey günler.

1980’lerin sonları. Edirnekapı Öğrenci yurdunda eğleşiyoruz. Odamda benden başka bir amatör tiyatrocu basın yayıncı, bir amatör filozof hukukçu, bir komünist hukukçu (aynı zamanda part-time öğretmen), bir pazarlamacı imami, bir top tepikçi mimar (kendini büyük sorunlardan soyutlamış). Yan koğuşta ise memleket havalarını koklatan, yöre ağzını kaybetmemiş, başka türlü konuşamayan Burdurlu veteriner İboDaban.

Birimizin erkek kardeşi geldi, yurtta kaçak kalıyor. Olsa olsa abisiyle koyun koyuna. Çocuk istediği kadar okuyamamış. İş bulursa buluyor, çoğu zaman iş arıyor. Hatta o sıralar bazı geceler, gecenin on biri gibi yurtta bir duyurudur, hazırlanmadır gidiyor.. Öğrenciler ameleye giden kadınlar gibi toplaşıp, bir araca doluşup sabaha yakın kaç saatliğine konfeksiyona geçici işlere gidiyor. Bu kardeşimiz de fırsat kolluyor, zaman dolduruyor, barınabildiği kadar barınacak, iş bulursa o da doluşacak.

Akşamları Edirnekapı öğrenci yemekhanesinde az denebilir ücretle yemek verilirdi. Yemek bedava değildi. Mercimek yerine nohut yahut erimekten uçmaya yüz tutmuş ıspanak seçme şansın vardı. Kesemize göre sıraya girip yemek alırdık. Sıraya girmek askeri toplum, baskı altında yaşamak demektir. Kimlik kontrolü sıklığı da askerlik, on iki eylül sonrası göstergedir. İyi, o baskılar altındayken yasadışı ufak bir iş çevirebilmişiz, Metin’in kardeşi sürekli konuğumuz var. O da sıraya girer de, yemek ne kadar, ne ısmarlardı aklımda kalmamış. Ben ekmeğini anımsıyorum. Her akşam bir bütün ekmek alır, onu yemeğin yanında her seferinde bitirirdi. Yemek doymasının ana unsuru değil, paravanıydı. Ekmeği ıslatıp yutmayı kolaylaştıran su benzeri bir şey. Ne yapsın? Umarım çektiği zorluklar gönlünü karartmamış da açmıştır.

Yeme konusunda benim ünüm ise o dörtgen kahvaltılık reçel ve yağ kutucuklarını maksimum verimle kullanmaktı. Ne kadar ekmek yiyeceksem, ekmeğin ve kahvaltının sonuna kadar hiçbir kutucuğum ne erken biterdi, ne geç. Hepsi aynı anda senfoni gibi sonlanırdı. Bunu dikkatlere sunansa Ömer ve Metin’e konuk-akraba gelen üçüncü bir Ankara yurttaşı Nazif. Tutumlulukta çağ atlamışım, Nazif kendi yoksulluklarını bir tür bolluk görmeye başlamış. (25 eylül 2013)

SARTRE – VARLIK VE HİÇLİK

[Alıntı yazısı derlemek keyfe kalmış bir şeydir. Yalnız konu Sartre’ın Varlık ve Hiçlik’i olunca hem bütünüyle kitaba, hem seçkilerine çok büyük önem atfediyorum.]

Varolanı açığa çıkaran görünmeler ne içerinindir ne dışarının, hepsi de eşdeğerdir, hepsi de başka görünmelere gönderir ve hiçbiri ayrıcalıklı değildir.

Aynı anda saklıgücün [puissance] ve edimin ikiliği de ortadan kalkacaktır. Her şey edim halindedir.

Ama,kesin olarak diyebiliriz ki, dizinin nedeni olarak öz, görünmelerin arasındaki bağlantıdan başka bir şey değildir, yani kendisi de bir görünmedir.

Böylece bilginin varlığı, bilgi tarafından ölçülemez, ‘percipi’ tarafından kapsanmaz.

Şu halde bir felsefenin birinci adımı, şeyleri bilinçten def etmek ve onunla dünya arasındaki gerçek ilişkiyi yeniden kurmak, yani, bilincin, dünyayı konumlandıran bilinç olduğunu göstermektir.

Kendinin bilinci çift değildir. Eğer sonsuz gerileyişten sakınmak istiyorsak, kendinin bilincinin, kendinden kendine doğru dolaysız ve bilişsel olmayan [non-cognitif] bir münasebet olması gerekir.

Şu tabakanın içinde duran sigaraları saysam, o sigara grubunun nesnel bir özelliğinin açığa çıktığı izlenimini edinirim: sigaralar on iki tanedir.

Yine de bir döngü yoktur burada, ya da denebilir ki, “döngüsel halde” varolmak bilincin doğasıdır. Bu da şu terimlerle ifade dilebilir: her bilinçli varoluş, varolmak bilinci olarak varolur. Bilincin ilk bilincinin neden konumsal [positionnelle] olmadığını şimdi anlıyoruz: bilincin bilinci, bilinci olduğu bilinçle bir ve aynıdır. Kendini bir çırpıda algı bilinci ve algı olarak belirler.

Haz [plaisire]-mantıksal açıdan bile- haz bilincinden ayrılamaz. (…) Haz, haz bilincinden “önce” varolamaz -gücüllük [virtulalite] yada saklıgüç [puissance] formu altında bile. Saklıgüç halindeki bir haz, saklıgüç halinde olma(nın) bilinc(i) dışında varolmayacaktır, bilinç gücüllükleri [virtualite] yalnızca gücüllüklerin [virtulalite] bilinci olarak vardır.

Nasıl ki önce bir bilinç, sonra da, bu bilincin, renklendirilen bir su gibi “haz almayı” kabul etmesi yoksa, önce (bilinçsiz yada psikolojik) bir haz sonra bu hazzın bilinçli olma niteliğini bir ışık demeti gibi kabul etmesi de yoktur.

Bilinçten önce olduğu düşünülebilecek tek şey bir varlık doluluğudur ve bu varlık doluluğunun hiçbir öğesi, varolmayan bir bilince göndermede bulunamaz.

Bilinç hiçlikten öncedir ve “kendini” varlıktan “devşirir”. {Bu hiçbir şekilde, bilincin kendi varlığının temeli olduğu anlamına gelmez. Tam tersine, daha ileride göreceğimiz gibi, bilincin varlığının eksiksiz bir olumsallığı vardır. Yalnızca göstermek istiyoruz ki, 1) hiçbirşey bilincin nedeni değildir; 2) bilinç kendi varlık/olmak tarzının nedenidir.}

Gerçekten de, eğer bir şeyden “gelmesi” mümkün olsaydı, bilinç nereden “gelirdi”? Bilinçaltının ya da fizyolojik olanın belirsizliklerinden.

Ve mutlak, hiçbir şekilde bu deneyime görece değildir, çünkü kendisi bu deneyimdir. Bu yüzden tözsel olmayan bir mutlaktır.

Bilincin hiçbir tözsel yanı yoktur, o salt bir “görünüş”tür; şu anlamda ki, ancak kendine göründüğü ölçüde varolur.

Şu halde bilinen, bilginin içinde kaybolup gidemediği ölçüde, ona bir varlık payı bırakmak gerekir.

Dolayısıyla şu seçenekler belirmektedir: ya kendi varlığım içinde edilgin değilim, o zaman ilk başta kaynağı olmamış bile olsam etkilenişlerimin [affections] temeli haline gelirim -ya da varoluşuma varıncaya kadar edilginlikle malülümdür, varlığım dışarıdan edinilmiş bir varlıktır ve o zaman da her şey hiçliğin içine yuvarlanır.

Algıda, bilgi de baştan sona etkinliktir, kendiliğindenliktir[spontaneite]. Tam da salt kendiliğindenlik olduğu için, hiçbirşey onu alt edemeyeceği için, bilinç hiçbir şeye etkiyemez.

Nitekim, nesnenin varlığı salt bir varlık-olmayandır. Nesne bir eksiklik [manque] olarak tanımlanır. Nesne kendini saklayandır, ilke olarak hiçbir zaman verilmeyecek olandır, birbirini izleyen elden kaçan profiller halinde kendini sunandır.

Bilinç,kendi varlığı içinde varlığı kendisi için soru olan ve de bu varlık kendinden başka bir varlığı kapsadığı ölçüde soru olan bir varlıktır.

Tanrı’nın vermiş olduğu varsayıldığından, varlık hep belli bir edilginlikle lekelenmiş gibi görünüyordu.

Kısacası, kendinde-varlık, yaratılmış bile olsaydı, yaratma aracılığıyla açıklanamazdı, çünkü kendinde-varlık varlığını yaratılışın ötesinde sahiplenmektedir. Bu “varlık yaratılmamıştır” demekle aynı şeydir. Ama buradan varlığın kendi kendisini yarattığı sonucu da çıkarılmamalıdır, çünkü o zaman da onun kendinden önce olduğunu varsaymak gerekir. Varlık, bilincin olduğu tarzda kendi kendinin nedeni olamaz. Varlık kendi’dir. Bunun anlamı onun ne etkinlik ne de edilginlik olduğudur.

Varlık yoğun olumluluktur [plein positivite]. Dolayısıyla başkalık nedir bilmez: kendini, bir başka varlıktan başka olarak asla ortaya koymaz; başkası ile hiçbir bağ taşıyamaz. Varlık, sınırlandırılmamış bir biçimde kendisidir ve kendisi olmakla kendini tüketir.

Ya da en azından şu denebilir: varlığın artık varolmayan olarak bilincine ancak bilinç varabilir, çünkü bilinç tam da zamansaldır. Ama kendisi daha önce olduğu yerde bir eksiklik olarak varolmamaktadır, varlığın yoğun olumluluğu kendi yıkıntısı üzerinde yeniden biçimlenmiştir. Varlık vardı, şimdi ise başka varlıklar var: hepsi bu.

Mümkün olma, kendi-içine ait bir yapıdır, yani varlığın öteki bölgesine aittir. Kendinde-varlık, asla mümkün de, imkansız da değildir, o vardır.

Yaratılmamış, varlık nedeni bulunmayan, bir başka varlıkla hiçbir bağı bulunmayan kendinde-varlık, ebediyyen fazladandır.

Varlık bölgelerinin ilişkisi ilksel bir fışkırmadır ve bu da varlıkların bizatihi yapısının parçasıdır.

Her soruda, sorguladığımız bir varlık karşısında bulunuruz. Dolayısıyla her soru, sorgulayan bir varlık ile sorgulanan bir varlığı varsayar.

Böylelikle, olumsuzlama yargılayıcı edimin “ucunda” olacak, ama buna karşılık varlığın “içinde” olmayacaktır. Olumsuzlama, iki yoğun gerçeklik arasında sıkışmış bir gerçekdışı gibidir ve bu iki gerçeklik de onu talep etmez: olumsuzlama konusunda sorgulanan kendinde-varlık bizi yargıya gönderir, çünkü o, olduğundan başka değildir -ve baştan sona psişik olumluluk olan yargı da varlığa gönderir, çünkü varlığı ilgilendiren ve dolayısıyla aşkın olan bir olumsuzlamayı formülleştirir.

Dolayısıyla olumsuzlamanın bir insan-dünya münasebetinin ilksel fonu üzerinde belirdiğini yadsımak beyhude olur; dünya kendi varlık-olmayanlarını, onları daha önceden birtakım imkanlar halinde ortaya koymamış olana göstermez.

Eğer karbüratörü sorguluyorsam, bu, karbüratörde “hiçbir şey olmamasını” da mümkün gördüğüm içindir.

Nitekim, varlığın karşısındaki insan davranışları ile insanın Hiçlik karşısındaki davranışları arasında, gerçekten de belli bir paralellik saptadık; ve hemen ardından, varlık ile varlık-olmayan, ışık ile gölgenin oldukları tarzda, gerçeğin iki tamamlayıcı bileşeni gibi düşünmenin çekimine kapıldık.

Öz, Varlığa kıyasla her ne kadar dolaylanmış görünse de, öz yine de asıl kökendir. Varlık kendi temeline döner; Varlık Özde kendi kendisinin ötesine geçer.

Gerçekten de, hiçlik kendi kendisiyle yalın özdeşlik, eksiksiz boşluk, belirlenimsizlik ve içeriksizlik değil midir? Şu halde salt varlık ve salt hiçlik aynı şeydir. (…) Bu da, somut olarak, “gökyüzünde ve yeryüzünde, varlık ve hiçliği kendinde içermeyen hiçbir şey yoktur.” anlamına gelir.

Ne var ki, varlık-olmayan varlığın karşıtı [contraire] değil, çelişiğidir [contradictoire]. Bu da, hiçliğin mantıksal olarak varlıktan sonra gelmesini gerektirir, çünkü hiçlik önce ortaya konmuş, sonra yadsınmış olan varlıktır.

“Hiçbirşey bilmiyorum”; ve bu “hiçbir şey”, onun sorgulandığı olguların bütününü içerir. Sokrates bile, ünlü “Hiçbir şey bilmediğimi biliyorum” tümcesindeki o hiçbir şey ile, kesin bir şekilde Hakikat olarak düşünülen varlığın tümüne işaret etmektedir.

İşte böylece hiçlik, varlığı dört bir yandan kuşatırken, aynı anda da varlıktan kovulmuş olur; işte böylece hiçlik, dünyanın konturlarını oluşturan olarak kendisini sunar. Bu çözüm, bizi tatmin edebilir mi?

Hiçlik, eğer varlık olarak taşınmıyorsa hiçlik olarak dağılıp gider, ve yeniden varlıkla karşı karşıya kalırız. Hiçlik, kendini ancak varlık fonu üzerinde hiçleyebilir: eğer hiçlik verilebiliyorsa, bu, varlıktan ne önce ne sonradır, ne de hiçlik genel bir tarzda varlığın dışında verilir, varlığın bizatihi bağrında, yüreğinde, bir kurtçuk gibi ortaya çıkar.

Hiçliğin dünyaya gelmesine aracılık eden varlık, öyle bir varlıktır ki, varlığı içinde kendi varlığının hiçliği soru konusu olur: Hiçliğin dünyaya gelmesine aracılık eden varlık kendi öz hiçliği olmak zorundadır.

Şu halde her türlü psişik hiçleme süreci, hemen önceki psişik geçmiş ile şimdiki zaman arasında bir kopuş gerektirir. Bu kopuş da hiçliktir işte.

Özgürlük, kendi hiçliğini ifraz ederek kendi geçmişini oyundışı bırakan insan varlığıdır.

Bu soruya hemen bir yanıt getirebiliriz: insan, özgürlüğünün bilincine içdaralması içinde varır; ya da başka bir deyişle, içdaralması, varlık bilinci olarak özgürlüğün varlık kipidir, içdaralması içindedir ki özgürlük kendi varlığında kendisi için sorundur.

Baş dönmesi uçuruma düşmekten değil de kendimi oraya fırlatmaktan korktuğum ölçüde içdaralmasıdır.

Bu bağlamda korku ve içdaralması birbirlerini dışlarlar, çünkü korkmak, aşkın olanın üzerine düşünülmeden kavranması, içdaralması ise kendinin düşünümsel kavranışıdır; biri ötekinin yok olmasından doğar ve biraz önce değinmiş olduğum durumdaki olağan süreç, birinden ötekine sürekli bir geçiştir.

Ama bu münasebetin bağrına hiçlik sızmıştır: ben olacağım kişi değilim. Öncelikle, zaman beni ondan ayırdığı için değilim. Sonra, şimdi olduğum şey, olacağım şeyin temeli olmadığı için değilim. Nihayet, hiçbir güncel varolan benim olacağım şeyi kesin bir şekilde belirleyemeyeceği için değilim. Yine de, daha şimdiden olacağım şey olmamdan ötürü (aksi takdirde şu ya da bu olmak beni ilgilendirmeyecektir), ben, olacağım kişi olmamak kipinde olan kişiyim.

Uçuruma yaklaşıyorum ve bakışlarımın onun dibinde aradığı benim. O andan itibaren kendi imkanlarımla oynarım.

(…)düşmekten duyduğum dehşet nasıl ki düşmekten sakınmak üzere beni belirleyemiyorsa, bu saiklerin intihar üretmesi de mümkün değildir. Genelde içdaralmasını kararsızlığa dönüştürerek ona son veren şey, işte bu karşıt-içdaralmasıdır.

Nitekim içdaralması bir mümkün olanın benim tarafımdan mümkün olarak kabul edilmesidir; yani bilincin kendi özünden hiçlik aracılığıyla kopmuş olduğunu ya da gelecekten bizatihi kendi özgürlüğüyle ayrılmış olduğunu fark ettiği anda içdaralması oluşur.

Eylem halindeki insanın bilinci, üzerine düşünülmemiş bir bilinçtir. Eylem halindeki insanın bilinci, bir şeyin bilincidir ve bilince kendini keşfettiren aşkından da özel bir doğaya sahiptir: bu dünyanın bir gereklilik yapısıdır [structure d’exigence] ve dünya da bu yapıda karşılıklı olarak bileşik araçlarla kurulan münasebetleri keşfeder.

Bundan çıkan sonuç da şudur: özgürlüğüm değerlerin biricik temelidir ve hiçbir şey, kesinlikle hiçbir şey şu ya da bu değeri, şu ya da bu değerler dizgesini benimsememi doğrulamaz. Değerlerin varolmalarına aracılık eden varlık olduğum sürece ben doğrulanamaz olanım. Ve özgürlüğüm, değerlerin temelsiz temeli olmaktan ötürü içdaralması içindedir.

Bundan anlaşılması gereken şey şudur: kaçmak istediğim şeyi zorunlu olarak, durmadan beraberimde taşımam gerekir, ama aynı zamanda da kendisinden kaçabilmek için kaçışımın nesnesini hedef almam gerekir; yani içdaralmasına ilişkin yönelimsel bir hedefleme ve içdaralmasından güvence verici söylencelere doğru kaçış aynı bilincin birliği içinde verilmiş olmalıdır. (…) Kısacası bilmezden gelmek için kaçarım ama kaçtığımı bilmezden gelemem ve içdaralmasından kaçmak içdaralmasının bilincine varmanın bir kipinden başka bir şey değildir.

Bu hiçleme gücü içdaralmasını içdaralmasından kaçtığım ölçüde hiçler ve içdaralmasından kaçmak üzere içdaralması olan varlık kendi kendini de hiçleştirir. İşte bu, kendini aldatma [mauvaise foi] adı verilen şeydir.

“Bilinç, varlığı içinde varlığının hiçliğinin bilinci olan bir varlıktır.”

Şu halde bir yalancının ideali, hakikati kendinde olumlarken, onu kullandığı sözlerde olumsuzlayan ve bu olumsuzlamayı da kendisi için olumsuzlayan kinik bir bilinç olacaktır.

İlkesel bir opaklık kendi niyetlerini başkasından gizlesin, başkası da yalanı hakikat saysın yeter. Yalan aracılığıyla, bilinç, yapısı gereği başkalarından gizlenmiş olarak varolduğunu olumlar, benin ve başkasının beninin ontolojik ikiliğini kendi çıkarına kullanır.

İçgüdü, kendi için varolmadığından ötürü, ne doğru, ne de yanlıştır. Sadece vardır, tıpkı kendinde doğru ya da yanlış olmayan ama yalnızca gerçek olan şu masa gibi.

Aynı biçimde sembolik edimlerde de bir doğruluk vardır: psikanalist o edimleri hastanın tarihsel konumlanışına, ifade ettikleri bilinçaltı komplekslerine, sansürün koyduğu baraja bağladığında keşfettiği, işte bu doğruluktur.

Kendini aldatma, bir tür çelişik kavramlar oluşturma sanatıdır, yani bir fikir ile bu fikrin olumsuzlanmasını birleştiren kavramlar oluşturma sanatıdır.

Kaldı ki hüznün kendisi de bir davranış değil midir, fazlasıyla acil bir konumlanışa karşı sihirli bir çare olarak kendini hüzünle duygulandıran bilincin kendisi değil midir?

Kendimi o [hüzün] olma yönünde duygulandırma ehliyetim yoktur.

Eğer kendimi hüzünlü kılıyorsam, bunun nedeni, hüzünlü olmamamdır; hüznün varlığı, kendimi hüzünle duygulandırma edimim aracılığıyla ve o edimin içinde elimden avucumdan kaçar. Hüznün kendinde-varlığı hüzünlü olma(nın) bilinc(i)ne sürekli bir biçimde musallattır, ama bu, benim gerçekleştiremediğim bir değer gibidir, hüznümün düzenleyici anlamı gibidir, yoksa onun kipliği gibi değil.

Hatta, bir içtenlik çabası özü itibariyle sonuçsuz kalmaya mahkum olduğuna ve daha onu duyurduğumuz anda beyhudeliğini yargı-öncesi [prejudicative] bir tarzda anladığımıza göre, söylemde, itirafta, vicdan muhasebesinde bile bir içtenlik çabasına nasıl girişebiliriz? (…) Ancak bu, kendimi bir şey gibi oluşturmak değil de nedir?

Şu halde, içtenlik şampiyonu olan kişi, aslında eşcinselden, ne ise o olamaması için ne ise o olmasını talep etmektedir. “İtiraf edilen günah yarı yarıya bağışlanmıştır” tümcesinin derin anlamı budur. Suçluya bir şey muamelesi yapmamak için, ondan kendini bir şey gibi oluşturmasını ister. Ve bu çelişki, içtenlik gerekliliğinin kurucu öğesidir.

İnsanın ne olduğunun sürekli dökümünü yapması, hiç durmadan kendini yadsımaktır, artık hiçbir şey olmadığı, saf ve özgür bir bakıştan başkaca bir şey olmadığı bir alana sığınmaktır.

Çünkü, gerçekten de, içtenlik niyetinin olabilmesi için, kökende, olduğum şeyi hem olmam hem olmamam gerekmektedir. İçtenlik bana bir varlık tarzı ya da özel bir nitelik kazandırmaz, ama o nitelik bağlamında, beni bir varlık kipinden bir başka varlık kipine geçirmeyi hedefler.

Doğrusunu söylemek gerekirse, kendimi ikna etmedim de: zaten ne kadar ikna olmuşsam, hep o kadar ikna oldum. Ve daha kendimi aldatmaya hazırlandığım anda bile, bu hazırlıklara karşı kendimi aldatma hali içindeyim.

Ama bilincin doğası öyledir ki dolaylı ile dolaysız onda tek ve aynı varlıktır. İnanmak inandığını bilmektir ve inandığını bilmek de artık inanmamaktır.

Olumsuzlama bizi özgürlüğe, özgürlük kendini aldatmaya ve kendini aldatma da imkanın koşulu olarak bilincin varlığına gönderdi.

Varlık kendine mevcutsa, bunun nedeni varlığın tümüyle kendi olmamasıdır. Mevcut olmak, örtüşmede dolaysız bir yozlaşmadır, çünkü ayrılığı varsayar. Ama şimdi de kendimize “özneyi kendisinden ayıran nedir?” diye sorarsak, bunun hiç olduğunu itiraf etmek zorunda kalırız.

Bilinç olmak bakımından bilincin varlığı, kendi kendine mevcut olarak kendine mesafeli varolmaktır, ve varlığın, kendi varlığı içinde taşıdığı bu sıfır mesafe de Hiçliktir.

Hiçlik, bir varlığı bulmanın, ortaya çıkarmanın mümkün olduğu gibi bulunmaz, açılıp ortaya çıkarılmaz. Hiçlik her zaman için bir ötedir.

Dolayısıyla hiçlik bu varlık boşluğudur, kendi-içini oluşturmak üzere kendindenin kendiye doğru bir düşüşüdür.

Hiçlik, varlığın varlık tarafından soru konusu yapılmasıdır, yani tastamam bilinçtir ya da kendi-içindir.

Hiçlik, varlığa özgü bir imkandır ve onun tek imkanıdır.

Böylece bilinç, hiçbir durumda kendini olmaktan alıkoyamaz ama yine de kendi varlığından tümüyle sorumludur.

İnsan-gerçekliği önce varolup daha sonra şundan ya da bundan eksik kalan bir şey değildir: öncelikle eksiklik olarak ve onda eksik olanla dolaysız sentetik bağlantı içinde varolur.

Ve Tanrı, baştan sona olumluluk ve dünyanın temeli olarak hem ne ise o olan bir varlık, hem de kendinin bilinci ve kendinin zorunlu temeli olarak ne ise o olmayan ve ne değilse o olan bir varlık değil midir?

Şu halde insan-gerçekliği, doğası gereği mutsuz bilinçtir ve bu mutsuzluk halinin ötesine geçmesi imkansızdır.

Aynı zamanda hem ızdırabım olmak hem de ona maruz kalmak isterim, ama benim dışıma taşmasını istediğim bu devasa ve donuk ızdırap beni durmadan sıyırıp geçer ve ben onu kavrayamam; benden, kendime acıyan, sızlanan, kendisi olduğum bu ızdırabı gerçekleştirmek için ara vermeden ızdırap çekme oyununu oynamak zorunda olan benden başkasını bulamam.

Izdırabım ne değilse o olmaktan, ne ise o olmamaktan ötürü ızdırap çeker; kendine kavuşmak üzereyken hiç aracılığıyla, bizatihi temeli olduğu o hiçlik aracılığıyla kendinden ayrılıp kaçar.

Izdırabım, ancak o yoğun ve namevcut ızdırap karşısında yeterince ızdırap olmama(nın) bilinc(i) olarak ızdırap olabilir.

Değer, bütün öteye geçişlerin ötesine geçerek onları kuran ötedir, ama ben asla kendimin ötesine geçip ona yönelemem, çünkü tam da kendi öteye geçişlerim onu varsayar.

Bulut “saklıgüç halindeki yağmur” değildir, kendindeliği içinde, belli bir ısı ve belli basınç durumunda tam da neyse o olan belli bir miktardaki su buharıdır. Kendinde-varlık bir edimdir.

Ne isem düpedüz o olmak yerine, ne isem o olma Hakkı olarak olduğum zaman imkan vardır.

Mümkün olan, kendindenin hiçleşip kendi-için haline gelmesinin yeni bir veçhesidir.

Gerçekten de, bir susuzluğun susuzluk olarak kendi yokoluşuna yöneldiği doğru değildir; hiçbir bilinç, olduğu haliyle ortadan kalkışını hedeflemez.

Arzunun olmak istediği şey, doldurulmuş bir boşluktur, ama kendi doymuşluğunu, tıpkı bir kalıbın içine dökülen bronzu kabın biçimlendirmesi gibi biçimlendiren bir boşluktur.

Doymuşluğa eşlik eden değişmez düşkırıklığı, o pek bilinen “Hepsi bu muymuş?” duygusu da buradan gelir; doyumun verdiği somut zevki değil, kendi ile örtüşmenin silikliğini hedef alır.

Zaman fenomenini bütünlüğü içinde irdelemiş olsalardı görürlerdi ki “benim” geçmişim öncelikle benimkidir, yani benim olduğum belli bir varlığa göre varolur. Geçmiş hiç değildir, şimdiki zaman da değildir, ama belli bir şimdiki zamana ve belli bir gelecek zamana bağlı olarak bizatihi kendi kaynağına aittir.

Hayatta kalan birinin somut geçmişinin teknesine alınarak kurtarılamamış olan ölülere gelince, onlar geçmiş değildirler, kendileri de geçmişleri de yok olup gitmiştir.

Yani geçmiş, örneğin, benim kendi dolmakalemimin dışında kaldığım gibi, kendisinin kesinlikle dışında kalan şimdiki bir varlık tarafından edinilemez.

Geçmiş, şimdiki zamana gerçekten de musallat olabilir, ama şimdiki zaman olamaz; kendi kendinin geçmişi olan şimdiki zamandır.

Şu halde “idi” terimi şimdiki zamanın geçmişin içine doğru yaptığı ontolojik sıçramayı belirtir ve bu iki zamansallık kipinin kökensel bir sentezini temsil eder.

Ölüm anında varız, yani başkalarının yargıları karşısında savunmasızız; ne olduğumuz hakkında gerçekten karar verilebilir, her şeyi bilen bir zekanın yapabileceği muhasebeden kurtulma şansımız kalmamıştır.

Ölümle birlikte kendi-için de, artık bütünüyle geçmişe kaydığı ölçüde, bir daha değişmemecesine kendindeye dönüşür. Dolayısıyla geçmiş, olduğumuz kendindenin hep büyüyen toplamıdır. Bununla birlikte, ölmediğimiz sürece özdeşlik kipinde bu kendinde değiliz. Kendindeyi daha olacak olanız.

Ben kendi geçmişimim ve ben geçmişim olmasaydım, geçmişim benim için kimse için de artık varolmazdı. Geçmişimin şimdiki zamanla hiçbir ilişkisi kalmazdı.

Olmaya muktedir olduğum hiçbir şeye bağlı olmayan, olabileceği her şeyi kendinde olmuş olan şeyi daha olacağım.

Eğer geçmişe dönemiyorsam, bu onu erimdışı bırakan birtakım sihirli güçler yüzünden değil, sadece onun kendinde olması ve benim ise kendim-için olmam yüzündendir; geçmiş, onu yaşayabilmeksizin olduğum şeydir. Geçmiş, tözdür.

Kendi-için kaçış formunda varlığa mevcuttur; şimdiki zaman, varlık karşısında sürekli bir kaçıştır. Böylece şimdiki zamanın ilk anlamını belirlemiş olduk: şimdiki zaman var değildir; mevcut an, kendi-içini gerçekleştirmeye ve şeyleştirmeye yönelik bir kavrayıştan yayılır; kendi-içini ne ise o olan aracılığıyla ve kendi-içinin mevcut olduğu şey aracılığıyla, örneğin saat kadranının üzerindeki şu ibre aracılığıyla göstermeye iten de bu kavrayıştır.

Hatalı bir biçimde şimdiki zaman diye adlandırılan şey, şimdiki zamanın kendisine mevcut olduğu varlıktır. Şimdiki zamanı an formunda kavramak mümkün değildir; çünkü o takdirde an, şimdinin olduğu an olurdu. Oysa şimdiki zaman yoktur, kendini kaçma formu altında şimdileştirir.

Ama, ben, gelecekteki vuruşun “açık tasavvuruna”, ya da onu yerine getirmenin “sıkı istencine” boyun eğmem. Tasavvur edişler ve istemler psikologlar tarafından icat edilmiş olan idollerdir.

Bilincimin tek bir anı bile yoktur ki bir gelecekle bir içsel münasebet aracığıyla aynı şekilde tanımlanmış olmasın, ister yazı yazıyor, ister sigara içiyor, ister içkimi yudumluyor, ister dinleniyor olayım, bilinçlerimin anlamı her an bir mesafededir, oradadır, dışarıdadır.

Gelecek, olmayabileceğim ölçüde daha olacak olduğum şeydir.

Ve bu kaçış çift yönlüdür, çünkü mevcudiyet, olmadığı varlıktan kaçarken olmuş olduğu varlıktan kaçar.

Gelecek, olgusallığın (Geçmiş), kendi-içinin (Şimdiki zaman) ve kendi-için için mümkün olanın (Gelecek) aniden ve sonsuza dek sıkıştırılmasının kendi-içinin kendinde varoluşu olarak en sonunda Kendini açığa çıkaracağı ideal noktadır.

Zamansallık çoğu zaman tanımlanamaz gibi düşünülür. Oysa ki onun her şeyden önce ardışıklık olduğunu herkes kabul eder. Ve ardışıklık da, düzenleyici ilkesi önce ve sonra ilişkisi olan bir düzen olarak tanımlanabilir.

“Önce-sonra” düzeni her şeyden önce geri döndürülmezlikle tanımlanır.

“Sonra”ların ardışıklığı olmasaydı, olmak istediğim şeyi hemen bu anda olurdum, ben ve ben arasında hiçbir mesafe kalmaz, eylem ile düş arasında ayrılık olmazdı.

Zaman beni kendi kendimden, geçmişte olduğum şeyden, olmak istediğim şeyden, yapmak istediğim şeyden, şeylerden ve başkalarından ayırır.

Nitekim zaman gerçekse, Tanrı’nın bile “şekerin erimesini beklemesi” gerekir, anlar arasındaki bağlantıyı gerçekleştirmek için orada, geleceğin içinde ve dün geçmişin içinde olması gerekir, çünkü onları oldukları yerden gidip alması zorunludur.

Böylece, zamansallık hem ayrılık formu hem de sentez formu olarak zamana bağlı olmayandan türemeye de, zamansal olmayanlara dışarıdan dayatılmaya da izin vermez.

Zamanın devamlılığını olumladığımızda, zamanı anlardan oluşmuş gibi kavramayı da kendimize yasaklarız ve eğer anlar artık yoksa, bu anlar arasında önce-sonra münasebeti de yoktur.

Bergson anı ortadan kaldırırken Descartes karşısında haklıdır, ama Kant da verili sentez olmadığını olumlarken Bergson karşısında haklıdır.

Eğer süre varlıksa, o takdirde sürenin ontolojik yapısının ne olduğu bize söylenmelidir, ve tersine, eğer varlık sürüyorsa, varlığın içinde sürmesine imkan veren şeyin ne olduğu bize gösterilmelidir.

Şu halde birliğin çokluk üzerinde çokluğun da birlik üzerinde herhangi bir önceliği yoksa, zamansallığı kendini çoğaltan bir birlik olarak düşünmek gerekir, yani zamansallık aynı varlığın bağrındaki varlık münasebetinden başka bir şey olamaz.

Yalnızca belli bir varlık yapısına sahip bir varlık kendi varlığının birliği içinde zamansal olabilir. (…) Yani zamansallık ancak kendisi de kendinin dışında olan bir varlığın varlık kipini gösterebilir.

Ama zamansallık kendi-içinin varlığıdır, kendi-için bu varlığı ekstatik olarak daha olacak olduğu ölçüde onun varlığıdır. Zamansallık yoktur ama kendi-için, varolarak zamansallaşır.

Çokluk,insan-gerçekliği aracılığıyla dünyaya gelir, sayının dünya üzerinde açığa çıkmasını sağlayan şey de kendi-için-varlığın bağrındaki hemen-hemen-çokluktur.

Kendi-için, bizi ilk ekstazlara -hem hiçleyişin kökensel anlamını belirtenlerle, hem de en küçük hiçleyişi temsil edenlerle- sınırlamak için şunları yapabilir ve yapmak zorundadır: 1) ne ise o olmamak; 2) ne değilse o olmak; 3) sürekli bir gerigöndermenin birliği içinde, ne değilse o olmak ve ne ise o olmamak.

Böyle bir embriyondan benim nasıl doğabildiğimi bilmenin yarattığı kaygı ölçüsünde, doğuma ilişkin bir metafizik sorun vardır, ve bu sorun belki de çözümsüzdür.
Kendi-için olmak, doğmuş olmaktır.

Kendi-için, ikinci hiçleme boyutunda kendini belli bir eksiklik olarak kavrar. Kendi-için bu eksikliktir ve aynı zamanda da eksiği-olandır, ne ise o olacak olandır.

Kendinin önünde ya da arkasındadır; asla kendi değildir.

Varlığın Mevcudiyeti, kendi-içinin bağrındaki bu kaçma kovalamadır, karşılıklı ve eşzamanlı yer değiştirmedir.

Hem şimdiki zaman, hem geçmiş hem de gelecek olarak varlığını üç boyutta dağıtan kendi-için, yalnızca kendini hiçlediğinden ötürü zamansaldır.

Şimdiki zaman ontolojik olarak geçmiş ve gelecekten “daha önce” değildir, geçmişi ve geleceği koşullandırdığı ölçüde onlar tarafından koşullandırılır, şimdiki zaman zamansallığın tastamam sentetik formu için vazgeçilmez olan varlık-olmayan oyuğudur.

Değişim olmaksızın zamansallık da yoktur, çünkü zamanın sürekli ve özdeş olan üzerinde herhangi bir etkisi olamayacaktır.

Geçmiş, geriye doğru giden bir yazgıdır: Kendi-için kendini istediği şey kılabilir; ama yeni bir kendi-içinin olmak istediğini kaçınılmaz bir biçiminde olmanın zorunluluğundan kurtulamaz. 

Varlık içinde temellenmek isteyen varlığın kendisi de kendi hiçliğinin temelinden başka bir şey değildir.

Kendi üzerine bu dönüş, kendine dönmek için kendinden kopmadır. Düşünümsel hiçliği ortaya çıkaran da bu dönüştür.

Düşünülmüşün düşünüm için tastamam nesne değil de hemen-hemen-nesne olması bunu açıkça gösterir.

Düşünüm bir bilgidir, buna şüphe yoktur, konumsal bir vasıfla donatılmıştır; düşünüm, üzerine düşünülmüş bilinci olumsuzlar. Ama her olumlama, biraz sonra göstereceğimiz gibi, bir olumsuzlama tarafından koşullandırılır: bu nesneyi olumlamak, eşzamanlı olarak benim o nesne olduğumu olumsuzlamaktır. Bilmek, kendini başkası yapmaktır. Şimdi, düşünümsel tam da ancak üzerine düşünülmüş olarak kendini tümüyle başkası yapar, çünkü üzerine düşünülmüş olmak-içindir.

Oysa, eğer doğru görmüşsek, düşünüm sürekli tamamlanmamışlık halindeki bütünlük olarak kendini toparlamaya çalışan kendi-içindir.

Gelecek esasen vardır: aksi takdirde aşkım nasıl aşk olurdu? Ne var ki henüz verilmiş değildir: henüz açığa çıkmamış olan bir “şimdi”dir. Dolayısıyla, daha-olacak-olduğum-imkan vasfını kaybeder: aşkım, sevincim, kendi geleceklerini daha olacak değildirler, eklenmişliğin dingin farksızlığı içinde o gelecektirler.

Görüye ulaşıldığında, ona ulaşmak için kullanılan araçlar da görü karşısında silinirler; görüye ulaşılamayan durumlarda, akıl yürütme ve söylem erimdışı kalan bir görüyü gösteren işaret levhaları olarak kalmaya devam ederler; nihayet, eğer görüye ulaşılır da bu görü bilincimin mevcut bir kipi olmazsa, yararlandığım maksimler daha önceden gerçekleştirilen işlemlerin sonuçları olarak, Descartes’ın “fikir anıları” diye adlandırdığı şey olarak kalırlar.

Nitekim bilinç, bilinci olduğu şey aracılığıyla kendi gözünde farklılaşır ve kendi(nin) bilinci olabilir; bir şeyin bilinci olmayan bir bilinç hiçbir şeyin bilin(ci) olamaz.

Böylece, bir-birliği-oluşturan-ikiliğin tasarlanmış iki teriminin her biri ötekini işaret eder ve her birinin kendi varlığı ötekinin varlığına angajedir.

Mevcudiyet, kendisi olunmayan şeye mevcudiyet olarak, radikal bir olumsuzlamayı kapsar. Ben olmayan şey bana mevcut olan şeydir.

Ben henüz gelecekteki olumsuzlamalarım olmadığım ve artık geçmişteki olumsuzlamalarım da olmadığım için bir buradaki vardır.

Bütünlüğün derlem, devamlı olmayan, kesiklinin de devamlılık halindeki bu sürekli silikleşmesi, tam da mekan [espace] adı verilen şeydir. Gerçekten de mekan bir varlık olamaz.

Mekan fon da, form da değildir, her zaman formlar halinde dağılabilen fonun idealliğidir, ne devamsız olan ne de devamlı olandır, devamlının sürekli olarak devamsıza geçişidir. Mekanın varlığı, kendi-içinin varlığının olmasını sağlarken varlığa hiçbir şey kaymayışının kanıtıdır, mekan sentezin idealliğidir.  Bu bağlamda, hem kökenini dünyadan devşiren bütünlüktür, hem de buradakilerin kaynaşmasına götüren hiçtir.

Her namevcudiyet varlık-ötesindeki-varlık olduğundan, yani kendinde namevcut olduğundan, her buradaki kendi varlığının bir başka haline, ya da başka varlıklara doğru yönelir.

Bir işçi tulumu elbette işçi içindir. Ama işçinin çatıyı kirlenmeden onarabilmesi içindir. Peki niçin üstünü kirletmemek zorundadır? Ücretinin en büyük kısmını giysi satın almaya harcamamak için. Nitekim bu ücret ona, hayatını idame ettirmesine imkan verecek asgari para niceliği olarak verilir; ve işçi tam da işgücünü çatıları onarmakta kullanabilmek için “hayatını idame ettirir”.

Daha olacak olduğum salt hiçlikten başka bir şey değilsem, bu olumsuzlama benim imgem olan bir görevler çokluğunu nasıl açığa çıkarabilir?

Realizmin, natüralizmin ve materyalizmin anlamı geçmiştedir: bu üç felsefe de, sanki şimdiki zamandaymışçasına geçmişin betimlemeleridir.

Kendi kendimize doğru koşarız ve biz bu olgudan ötürü kendi kendisiyle buluşamayan varlığız.

Başkasının varoluşu sorununun kökeninde temel bir önvarsayım yatar: başkası, gerçekten de başkasıdır, yani ben olmayan bendir: dolayısıyla burada bir olumsuzlamayı başkası -varlığın kurucu yapısı olarak kavrıyoruz.

O halde nedir başkası?

Her şeyden önce, dikkatimi yöneltmediğim varlıktır. Bana bakan ve benim henüz bakmadığım kişidir, beni açınlanmamış olarak, kendi-kendisini açınlamaksızın benim-kendime teslim eden kişidir, hedef alındığı ölçüde değil de beni hedef aldığı ölçüde kendisine mevcut olduğum kişidir; kaçışımın, benim için mümkün olanların yabancılaşmasının ve dünyanın bir başka dünyaya, aynı olan ama yine de bu dünyayla iletişimi olmayan bir başka dünyaya doğru akışının erimdışı ve somut kutbudur.

Bir başkası tarafından buyurulduğu zaman bizi irkiltecek olan şeyi, sık sık, çok doğallıkla ve rahatsız olmadan yapıyorsak, bu kapris değildir.

İnsan-gerçekliğimiz, hiç şüphe yok ki, eşzamanlı olarak kendi-için ve başkası-için olmayı gerektirir.

Böylece varlığını reddetmek için kabul ettiğim başkası, her şeyden önce benim-kendiiçinimin onun için varolduğu kişidir.

Böylece başkası kökensel olarak Ben-olmayan-nesne-olmayandır.

Yabancılaşan Benimi başkasının elleri arasında bırakarak başkasından kurtulurum. Ama kendimi başkasından koparılma olarak seçtiğim içindir ki, bu yabancılaşan Beni kendiminki olarak üstlenir ve kabul ederim.

Başkasını, ancak özneliğime bir sınır getirmeyi kabul edersem beli bir mesafede tutabilirim. Ama bu sınır ne benden gelebilir, ne de onu düşünebilirim, çünkü kendimi sınırlandıramam, aksi takdirde sonlu bir bütünlük olurum.

Çünkü aslında başkasının varoluşunun ortak sorumluluğunu başkasıyla birlikte taşırız, ama bu, iki olumsuzlama aracılığıyla ve o şekilde gerçekleşir ki olumsuzlamalardan birini duyumsadığımanda bu olumsuzlama ötekini gizler.

Dünya içinde tehlikede olan, kendisi olduğum nesnedir ve bu nesne, bu haliyle, daha olacak olduğum yani daha olmam gereken varlıkla arasındaki ayrışmaz varlık birliği yüzünden, bu varlığınkiyle birlikte daha olacak olduğum kendi-içinin çöküşüne yol açabilir.

O zaman başkası kendimi olmamak olarak oluşturduğum şey haline gelir ve onun imkanları, benim reddettiğim, sadece temaşa edebildiğim, dolayısıyla ölü-imkanlardır.

Salt utanç, kınanabilen şu ya da bu nesne olma duygusu değildir; ama genel olarak bir nesne olma duygusudur, yani kendimi, başkası için olduğum o aşağılanmış, bağımlı ve donmuş varlıkta tanımamdır.

Giyinmek, nesneliğini gizlemektir, görülmüş olmaksızın görmek, yani salt özne olmak hakkını talep etmektir.

Dolayısıyla övünç, belli bir anlamda, önce sineye çekmedir: şu olmaktan övünç duymak için ilk önce şundan ibaret olmaya razı olmam gerekir.

Bu, davranışçılara hak vermek gerektiğini mi söylemek oluyor? Elbette ki hayır: çünkü davranışçılar, insanı durumundan hareketle yorumlasalar da, onun aşılmış-aşkınlık olan temel özelliğini gözden kaçırmışlardır. Gerçekten de başkası, kendi kendisiyle sınırlandırılamayan nesnedir, kendini ancak amacından hareketle anlayan nesnedir. -buna ister Fransız ve İngiliz psikologlar gibi imlem diyelim, ister Heidegger gibi aşkınlık ya da Geştaltçılar gibi form diyelim- öncelikle dünyanın bütüncül bir biçimde düzenlenmesi olmadan başkasının tanımlanamamasıdır ve onun bu düzenlemenin anahtarı olmasıdır.

Böylece nesne-başkası çekinerek yokladığım patlayıcı bir araçtır, çünkü onun çevresindeyken patlatılmasının devamlı imkanını hisseder ve bu patlamayla birlikte dünyanın aniden benim dışıma kaçışını ve varlığımın yoksunlaşmasını duyumsarım. Şu halde benim değişmez kaygım başkasını nesneliği içinde tutmaktır ve nesne-başkasıyla olan münasebetlerim de esas itibariyle onu nesne olarak tutmaya yönelik hilelerden oluşur.

(…), çünkü ölmek dünyanın ortasındaki nesneliğini asla yitirmemektir -bütün ölüler oradadır, çevremizde, dünyanın içindedir- ama bu, özne olarak kendini bir başkasına açık etmenin her türlü imkanını yitirmektir.

Düpedüz, nesnenin bende açığa çıkan bir niteliği söz konusudur: ılık su, ısınmış olan elimi içine daldırdığım zaman soğuktur.

Böylece duyu, benim-için-olan olarak bir yakalanamazdır: duyu, duyumların sonsuz derlemi değildir, çünkü ben asla dünyanın nesnelerinden başkasıyla karşılaşmam; öte yandan bilincimdeki düşünümsel bir görmeyi ele aldığımda, görme ya da dokunma duyumla değil şu ya da bu dünya-içindeki-şeye ilişkin bilincimle karşılaşırım; nihayet eğer duyu organlarımı görebilsem ya da onlara dokunabilsem, açığa çıkartıcı ya da kurucu bir faaliyetin değil, dünya içindeki salt nesnelerin ortaya çıkışıyla karşılaşırım. Ve yine de duyu oradadır: görme, dokunma, işitme vardır.

Bir bedene sahip olmak, kendi hiçliğinin temeli olmak ve varlığının temeli olmamaktır: olmam ölçüsünde ben kendi bedenimim, ne isem o olmamam ölçüsünde de bedenim değilim; hiçlenişim aracılığıyladır ki ondan kurtulurum.

Izdırabını çektiğim bir sakatlığı bile, yaşamakta olmamdan ötürü üstlenirim, kendi projelerime doğru onun ötesine geçerim, bu sakatlığı varlığım için zorunlu engel yaparım ve kendimi sakat olarak seçmeksizin, yani sakatlığımı oluşturduğum tarzı (“hoşgörülemez”, “aşağılayıcı”, “gizlenmesi gereken”, “herkese gösterilmesi gereken”, “gurur nesnesi”, “başarısızlıklarımın doğrulanması”, vb olarak) seçmeksizin sakat olamam. Ama bu kavranamaz beden, tam da bir seçimin (var) olmasının, yani aynı zamanda her şey olamamamın zorunluluğudur.

Beden, başka bir alet yardımıyla kullanamayacağım alettir, üzerinde bir bakış açısı edinemeyeceğim bakış açısıdır.

Böylece bakış-açısı-bedenin şeylerle ilişkisi nesnel bir ilişki, bilincin bedenle ilişkisi de varoluşsal bir ilişkidir.

Kısacası beden(in) bilinci yanal ve geçmişe yöneliktir; beden ihmal edilendir, “sesszice geçiştirilen“dir, bununla birlikte bilincin olduğu şeydir; hatta bilinç bedenden başka bir şey değildir, bütün geriye kalan hiçlik ve sessizliktir.

Rahatsızlığın bir animizmi vardır; kendine özgü formu, süresi, alışkanlıkları olan, yaşayan bir varlık gibi sunar kendini.

İnsan önce ondan nefret etmek, sonra sabırla sineye çekmek, hoşgörülemez olarak yakalamak, kimi zaman da onu sevmek, ondan hoşnut olmak (eğer kurtuluşu, sağalmayı haber veriyorsa), ona şu ya da bu biçimde değer biçmek için acısının üzerine eğilir. Ve elbette değer biçilen şey, daha doğrusu değer biçmenin zorunlu bağlılaşığı olarak beliren şey rahatsızlıktır.

Hareket eden şey, hareketsiz kol olamaz, hareket varlığın bir hastalığıdır. Şu da bir gerçektir ki, psişik hareket iki terime gönderme yapar: gelecekteki sonlanışına ve geçmişine(yani başkalaştırdığı hareketsiz ve ötesine gelişmiş uzva).

Canlının cesetlerden hareketle sentetik yönden yeniden oluşturulması, fizyolojidir. Fizyoloji, daha en baştan kendini yaşama ilişkin hiçbir şeyi anlamamaya mahkum etmiştir, çünkü yaşamı sadece ölümün özel bir kipliği gibi görür, çünkü birincil olanın cesedin sonsuzcasına bölünebilirliği olduğunu düşünür ve sonsuzcasına bölünebilirliğin düpedüz geçmişi olduğu “bir şeye doğru öteye geçme”nin sentetik birliğini bilmez.

Bu kovalayan kaçış, kendi-içinin varlığına ayrıca eklenen bir veri değildir, kendi-için bizatihi bu kaçıştır; bu kaçış, kökensel hiçleyişten ayrılmaz, kendi-içinin kovalanan-kovalayan olduğunu, ya da daha olacak olmak kipinde, daha olması gereken olmak kipindeki olduğunu, ya da yine ne ise o olmadığını ve ne değilse o olduğunu söylemek, bir ve aynı şeydir.

Kendi-için, kendinde değildir ve olamaz; ama kendindeyle ilişkidir; hatta kendindeyle mümkün olan yegane ilişkidir, kendinde tarafından dört bir yönden kuşatılmış olarak ondan ancak hiçbir şey olmadığı için kurtulur ve ondan hiç aracığıyla ayrılır. Kendi-için her türlü olumsuzluğun ve her türlü ilişkinin temelidir, o ilişkidir.

Benim için geçerli olan başkası için de geçerlidir. Ben kendimi başkasının etkisinden kurtarmaya çalışırken, başkası da benim etkimden kurtulmaya çalışır; ben başkasını köleleştirmeye uğraşırken, başkası da beni köleleştirmeye uğraşır.

Başkası bir gizin sahibidir; başkası benim ne olduğumun gizine sahiptir. Beni oldurur ve bizatihi bu yoldan beni sahiplenir; bu sahiplenme de bana sahip olmanın bilincinden başka bir şey değildir.

Bilinç olma vasfıyla başkası benim için hem varlığımı benden çalandır, hem de benim varlığım olan bir varlığı “var”kılandır. Nitekim bu ontolojik yapıyı anlayabiliyorum: başkası-için-varlığımdan sorumluyum, ama bu varlığın temeli değilim; dolayısıyla bu varlık bana yine de sorumlu olduğum olumsal bir veri formunda görünür ve başkası da benim varlığımı “var” formu altında olan olarak temellendirir; ne var ki bu varlığı olanca özgürlüğüyle, özgür aşkınlığıyla ve bu aşkınlık içinde temellendirmekle birlikte ondan sorumlu değildir.

Böylece kendimi varlığımdan sorumlu olarak keşfeden ben, olduğum bu varlığa dair hak talebinde bulunurum; yani onu yeniden edinmek isterim, ya da daha doğru terimlerle söylersek, ben varlığımı yeniden edinme projesiyim.

Böylece kendimi yeniden edinme projem, temelde başkasını emme projesidir. Bununla birlikte bu proje başkasının yapısını el değmeden bırakmak zorundadır.

Bu olumsallık, başkalarıyla ilişkilerimin sonucudur, tıpkı bedenimin de dünya-içindeki-varlığımın sonucu olması gibi. Şu halde başkasıyla birlik fiilen gerçekleştirilemezdir.

Bu projeler beni başkasının özgürlüğüyle doğrudan bağlantıya sokar. Sevgi işte bu bağlamda çatışmadır. Nitekim başkasının özgürlüğünün benim varlığımın temeli olduğuna işaret etmiştik. Ama tam da başkasının özgürlüğü aracılığıyla varolduğum içindir ki hiçbir biçimde güvende değilim, ben bu özgürlüğün içinde tehlikedeyim; bu özgürlük varlığımı yoğurur ve beni oldurur, bana değerler atfeder ve onları benden alır, varlığıma getirdiği şey edilginlik içinde durmaksızın kendiden kaçıştır.

Eğer aşk gerçekten de salt fiziksel sahiplenme arzusu olsaydı, pek çok durumda kolayca tatmin edilebilirdi. (…) Albertine, Marcel’in yanındayken bile bilinci aracılığıyla ondan kurtulur ve bu yüzden Marcel kızı ancak uyurken seyrettiğinde huzura kavuşur. Şu halde aşkın “bilinc”i tutsaklaştırmak istediği açıktır.

Tristan ve İseult bir aşk iksiriyle deliye dönmüş olsalar daha az ilgi çekerler; ve sevilen varlığın tam anlamıyla köleleşmesinin aşığın aşkını öldürdüğü de olur. Çünkü amacın ötesine geçişmiştir: sevilen kişi otomata dönüşürse aşık kendini yapayalnız bulur.

“Kimbilir ben onun için neyim! Kimbilir beni nasıl düşünüyor.” Bu şu anlama gelir: “Kimbilir beni nasıl olduruyor?”

Ve başkası için fiilen ne ifade ettiğimi bilmememden ötürü, dilimi kendi dışıma doğru tamamlanmamış bir kaçış fenomeni gibi oluştururum.

Bizatihi ifade olgusu bile bir düşünce hırsızlığıdır, çünkü düşünce kendini nesne olarak oluşturmak için yabancılaştırıcı bir özgürlüğün katkısını gereksinir.

Aşkın üç yönlü tahrip imkanını tanımlamış oluyoruz: en başta, özü gereği bir aldatmaca ve bir sonsuza göndermedir, çünkü sevmek, beni sevmelerini istemek, dolayısıyla da başkasının kendisini sevmemi istemesini istemektir.

Başkasının ne olduğundan -çok kısa ve dehşet verici hidayet anları dışında-kuşkulanmaksızın yaşayıp ölen insanlar vardır.

Sadizm arzunun yenilgisi, arzu da sadizmin yenilgisidir.

Aslında kendini bedbahtlık kılan özgürlüğün kendisidir ve bunun sonucunda özgürlüğü bedbahtlıktan kurtarmak için eylemek, özgürlüğe karşı eylemektir.

Çocuğu ikna yöntemiyle ve yumuşaklıkla eğitmek yine de onu zorlamak demektir. Böylece başkasının özgürlüğüne saygı, boş bir laftır: bu özgürlüğe saygı göstermeye doğru atılımda bulunabilseydik bile, başkası karşısında alacağımız her tavır saygı gösterdiğimizi iddia ettiğimiz bu özgürlüğün ihlali olacaktı.

Suçluluk ve günah nosyonu kaynağını bu özel durumdan devşirir gibidir. Ben başkasının karşısında olduğum içindir ki suçluyum.

Böylece ilk günah, başkasının olduğu bir dünyadaki belirişimdir ve başkasıyla daha sonraki ilişkilerim ne olursa olsun, bu ilişkiler benim suçluluğumun kökensel izleği üzerindeki değişimlerden ibaret olacaktır.

Zaten minnettarlığın nefrete onca yakın olması da bu yüzdendir: bir iyilik dolayısıyla minnettar olmak, başkasının bu iyiliği yaparken bütünüyle özgür olduğunu kabul etmektir.

Ama nefret de bir yenilgidir. Başlangıçtaki projesi, gerçekten de öteki bilinçleri yok etmektir. Ama bunu başarsaydı bile, yani başkasını şimdiki anın içinde ortadan kaldırabilseydi bile, başkasını olmamış kılması mümkün olmazdı.

Medusa söylencesinin derin anlamı da kendindenin başkasının aracılığıyla böylece taşlaşmasıdır.

İşlerin daha başka türlü de olabileceğini düşündüğümüz andan itibarendir ki acı ve ızdıraplarımızın üzerine yeni bir ışık düşer ve biz bunların dayanılmaz olduklarına karar veririz.

Hiçbir fiili hal, hangisi olursa olsun (toplumun siyasi, iktisadi yapısı, psikolojik “hal”, vb.), herhangi bir edimi kendiliğinden motive etmeye elverişli değildir. Çünkü bir edim, kendi-içinin olmayana doğru atılımda bulunmasıdır ve olan, olmayanı asla kendiliğinden belirleyemez.

Gerçekten de ben özgürlüğümü edimleri aracılığıyla öğrenen bir varolanım; ama ben aynı zamanda da bireysel ve biricik varoluşu özgürlük olarak zamansallaşan bir varolanım.

İnsan-gerçekliği yeterince olmadığı için özgürdür, durmadan kendi kendisinden koparıldığı ve olmuş olduğu şey olduğu ve olacağı şeyden bir hiçlikle ayrıldığı için özgürdür.

Ne ise o olan varlık özgür olamaz. Özgürlük, tam da insanın yüreğinde oldurulan ve insan-gerçekliğini olmak yerine kendini yapmaya zorlayan hiçliktir.

Böylece özgürlük bir varlık değildir: insanın varlığıdır, yani insanın varlık hiçliğidir.

Hatta “ben çirkinim”, “ben aptalım” vb türü tespitler bile, doğası gereği öncelemelerdir [anticipations]. Burada söz konusu olan çirkinliğimin salt tespiti değil, girişimlerim karşısında kadınların ya da toplumun temsil ettikleri terslik katsayısının kavranmasıdır.

Kendimizi seçmek, kerndimizi hiçleştirmektir, yani bir geleceğin ortaya çıkıp, geçmişimize bir anlam kazandırarak ne olduğumuzu bize bildirmesini sağlamaktır.

Böylece, özgürlük, seçim, hiçleme, zamansallık bir ve aynı şeydir.

Bununla birlikte anın kendisi de bir hiçliktir, çünkü bakışımızı nereye çevirirsek çevirelim kavrayacağımız tek şey sürekli bir zamansallaşmadır, (…)

Büyük olmak isteyen ve aşağı sıralarda yer almayı seçen sanatçı bu sapmayı yönelimsel olarak sürdürür ve tıpkı Penelope gibi gündüz yaptığını gece yok eder.

Kendimizi ancak yapılmakta olan seçim olarak kavrarız. Ama özgürlük basitçe bu seçimin hep belirlenmemiş olması durumudur.

Bu seçim, gerekçesiz olduğu için değil, seçmeme imkanı bulunmadığı için saçmadır.

Özgürlük böylece dolu bir varlığın belirişi değil, varili bir varlık karşısındaki varlık eksikliğidir.

Böylece özgürlük, varlıktan kurtulmak için varlığı varsayan daha düşük bir varlıktır. Özgürlük ne varolmamakta özgürdür, nede özgür olmamakta.

Çünkü gerçekten de özgür olmamakta özgür olmamak, özgürlüğün olgusallığıdır ve varolmamakta özgür olmamak da onun olumsallığıdır.

Ne var ki özgürlük tam da kısıtlı olabilir, çünkü özgürlük seçimdir.

Dünya üzerinde, şaşırtan bir şey, beklenmedik bir şey asla olmaz, meğer ki biz kendimiz şaşırmaya karar vermeyelim.

Gerçekten de, özel bir ölümü beklemek mümkündür, ama ölümü beklemek mümkün değildir.

Ölmüş yaşam, ölmüş olmakla değişmekten geri durmaz, ama yine de tamamlanmıştır. Bu demektir ki, onun için bahisler kapanmıştır ve bundan böyle, değişimlerinden hiçbir biçimde sorumlu olmayacak ama onlara maruz kalacaktır.

Başka türlü söylersek, insan-gerçekliği ölümsüz olsa bile sonlu kalır, çünkü kendini insan olarak seçerken sonlu kılar.

Bu bakış açısından, ölümsüz de tıpkı ölümlü gibi çok sayıda doğar ve kendini tek yapar.

Doğmuş olmamız saçmadır, ölecek olmamız saçmadır; öte yandan, bu saçmalık varlığımın devamlı yabancılaşması olarak ortaya çıkar -artık benim imkanım değil de başkasınınki olan imkan.

Ben “ölmek için özgür” değilim, özgür bir ölümlüyüm.

Savaşın yol açtığı en korkunç durumlar, en beter işkenceler, gayri-insani şeyler değildir: gayri-insani durum yoktur; ben yalnızca korkuyla, kaçışla ve gizemli davranışlara başvurmak suretiyle gayri-insani olana karar veririm; ama bu karar insanidir ve onun tüm sorumluluğunu taşırım.

Dolayısıyla her şey sanki sorumlu olmak zorundaymışım gibi cereyan eder.

Tanrı diye adlandırabileceğimiz tek şey de bu idealdir. Nitekim şunu söylemek mümkündür: insan-gerçekliğinin temel projesini en iyi biçimde kavranabilir kılan şey, insanın Tanrı olmaya doğru atılımda bulunan varlık olmasıdır.

Bilgi aynı zamanda hem içine girme, hem de yüzeyden okşamadır, biçimi bozulmayan bir nesnenin hazmedilmesi ve uzaktan temaşasıdır.

Çocukların yaptıkları kardan adamların, kartoplarının anlamı da esasen budur: hedef “bu karla bir şeyler yapmak”, yani ona bir form dayatmaktır ve bu form maddeye öylesine derinden katılır ki, madde formun görüntüsünde varolur gibi görünür.

Böylece ontolojinin bize öğrettiği şudur: arzu, kökensel olarak varlık arzusudur, olmak arzusudur ve belirgin özelliği de varlık eksikliği karşısındaki özgürlüğüdür.

Para özneden nesneye giden teknik bağlantıyı ortadan kaldırır ve efsanedeki temenniler gibi, arzuyu dolayımsızcasına etkili kılar.

Böylece cömertlik, her şeyden önce tahrip işlevidir. Bazı insanları bazı anlar sarıveren verme hırsı, her şeyden önce yok etme hırsıdır, böylesi bir hırsa kapılan kişi açısından verme hırsı, nesnelerin kırılıp dökülmesine eşlik eden bir “sevgiyle” eşdeğerdir. Ama cömertliğin temelindeki bu yok etme hırsı, sahiplenme hırsından başka şey değildir.

Tütün “kendine mal edilen” varlığın sembolüdür, çünkü tütün bir tür “sürdürülen tahribat” aracılığıyla, nefesimin tartımı boyunca yok edilir, bana geçer ve bende uğradığı değişiklik, sembolik olarak, duman halinde tükenen katının dönüşümünde tezahür eder. (…) İçtiğim tütünle birlikte yanan, duman olarak içe çekilen, bana dahil olmak için duman halinde emilip dağılan şey dünyaydı.

Cıvık, suyun can çekişmesidir; cıvık kendi kendisini oluşan bir fenomen gibi verir; suyun değişiklik içindeki devamlılığına sahip değildir, tersine, bir durum değişikliği içinde gerçekleşen kesinti gibi bir şeyi gösterir. Cıvığın bu donmuş devingenliği, sahiplenmeyi bezdirir. Su daha kaçıcıdır, ama kaçıcı olarak kaçışı içinde onu sahiplenmek mümkündür. Cıvık, kalın bir kaçışla kaçar ve suyun kaçışıyla benzerliği, tavuğun ağır ve yere sürtünürcesine uçuşunun atmacanın uçuşuyla benzerliği gibidir. Ve bu kaçış bile sahiplenilemez, çünkü kaçış olarak kendini inkar eder. Esasen neredeyse katı bir devamlılıktır. (…), cıvık olanı pürelerle karıştırmamak gerekir; pürede akışkanlık ani kırılmalara, ani duraklamalara maruz kalır ve pürede madde bir akış başlangıcı ardından bir anda tepeteklak yuvarlanıverir.

Suyun ele gelmezliğinde bile acımasız bir katılık vardır ve ona gizli bir maden anlamı kazandırır: sonuç olarak su da çelik gibi sıkıştırılabilmezdir. Cıvık sıkıştırılabilir. Dolayısıyla öncelikle sahiplenilmesi mümkün olan bir varlık izlenimi verir.

Burada gerçekten de bir tahrip-yaratım imgesi vardır. Cıvık, yumuşakbaşlıdır. Ne var ki daha onu sahiplendiğimi sandığım anda, tuhaf bir tersyüz oluşla, o bana sahip olur. Asıl özelliği de burada ortaya çıkar: gevşekliği vantuz işlevi görür.

Tatlı cıvık, cıvığın idealidir; Kendi-içinin tatlı ölümünü sembolize eder (reçele gömülen ve orada boğulan eşek arısı). Ama aynı zamanda, cıvık maddenin kendine mal edilişini yalnızca başlatmamdan ötürü cıvık olan benim.

Bu açıdan bakıldığında, yapışkan [pateux] da cıvıkla aynı veçheyi taşısa gerektir, ama büyülemez, lekelemez, çünkü atıldır. Yapışan, lekeleyen ve dengesiz madde olarak cıvığın kavranmasında bile bir metamorfozun istilası gibi bir şey vardır. Cıvığa dokunmak, cıvıklık halinde erime tehlikesiyle karşılaşmaktır.

Şu halde cıvık hale gelecek bir bilinç, fikirlerinin kalınlaşmasıyla dönüşecektir.

Şu halde çocuğun cıvık konusunda edinebileceği ilk deneyim, onu psikolojik yönden de ahlaki yönden de zenginleştirir: mecazi olarak “cıvık” diye adlandırılan yapışkan bayağılık türünü keşfetmek için ergin yaşa gelmeyi beklemesine gerek yoktur: bu bayağılık oracıkta, yanı başında, bizatihi balın ya da zamkın cıvıklığı içindedir.

Parmağını emdiğinde, bu aslında o parmağı eritmek, onu ağzının deliğini kapatmak üzere yapışkan bir hamura dönüştürmek içindir.

Ancak buradan kalkarak cinselliğe geçebiliriz: kadın cinsel organının müstehcenliği, her türlü ayrık şeyin müstehcenliğidir ve zaten bütün delikler gibi bir varlık çağrısıdır; kendi olarak kadın, içine girerek orada ve eriyerek kendisini varlık tamlığına dönüştürmek zorunda olan yabancı bir eti çağırır. Ve bunun tersine kadın, özellikle de “delinmiş” olduğu için, kendi yazgısını bir çağrı olarak hisseder.

Hiç şüphesiz cinsel organ ağızdır ve penisi yutan açgözlü ağızdır –bu da pekala iğdiş etme düşüncesini buyur edebilir: cinsel edim erkeğin iğdiş edilmesidir- ama cinsel organ her şeyden önce deliktir.

Pembe bir pasta yersem, tadı pembedir; hafif tatlı kokusu ve pasta kremasının kayganlığı pembedir.

Nitekim insanın çilesi İsa’nınkinin tersidir, çünkü insan, Tanrı’nın doğması için, insan olarak kendini yitirir. Ama Tanrı fikri çelişkilidir ve kendi kendimizi beyhude yere yitiririz; insan hiçbir şeye yaramayan bir çiledir.

Metafiziğin ontolojide bulabileceği öteki gösterge şudur: kendi-için gerçekten de projesinin varlığı ve devamlı başarısızlığı olarak kendi kendisini temellendirmenin devamlı projesidir.

Gerçektende, ne ise o olan bir varlık ile ne değilse o olan ve ne ise o olmayan varlık arasında ne gibi bir ortak yan vardır?

Nitekim ciddiyet ruhu açısından, örneğin ekmek arzulanabilirdir, çünkü yaşamak gerekir (anlaşılır alemde kayıtlı değer) ve çünkü ekmek besleyicidir.

Kendi kendisine karşı mesafeli durmak isteyen, belli uzaklıkta kalmak isteyen bu varlıktan ne anlamak gerekir? Burada kendini aldatma mı, yoksa başka bir temel tavır mı söz konusudur?

YUSUF’UN KOKUSU

Yakup peygamber Yusuf’u kuyuya atıldıktan sonrası bir yana, doğmadan önce bile yıllarca bekledi ve özledi.

“Ben, yani Yusuf, Yusuf mu dedim? Hayır, Yakup
Bazen karıştırıyorum.” Edip Cansever

“Yakup diğerlerinden yersiz ama haklı bir kuşku duyuyordu. Onun kuşkusuna göre, Yusuf’u parçalayan erkek domuz on kafalı bir hayvandır; Bünyamin’in ‘evde’ kalmış olması bu hayvanın onbir kafalı olmadığının bir işaretiydi.” Thomas Mann – Yusuf ve Kardeşleri

Thomas Mann’ın Yusuf ve Kardeşleri romanında sabırla bir olguyu aradım. Aradığım, benim çocukluğumdaki anlatı anımsamalarına dayanıyordu. Aynı öykünün bizdeki, doğudaki anlatılış tarzı diyecek olursam yüksekten atmış olurum. Temsil etme gücünde değilse de kültür kodu, doğuya aidiyet, doğunun bir türevi olduğu su götürmez.

Benim anımsadığıma göre Yusuf’un babası Yakup, Yusuf’un ölüm haberi getirildiği, kanlı gömleği gösterildiği halde onu unutamıyor, özlemekten vazgeçemiyordu. Hem geçip gitmişti, hem geri gelmeliydi, gidemezdi. Bu haliyle Yakup’un diğer insanlara benzer bir bitmeyen yas yani patolojik yas olarak kodlanması gerekir. Özlemesi öyle bir hal alıyor ki, günün birinde Yakup Yusuf’unun kokusunu aldığını söyler, çöl rüzgarı oğlunun kokusunu burnuna getiriyordur. Diğer oğullarına inanmazlığı yeni bir şekil alır.

Bunu kendi aralarında konuşan, anlatışan yaşlıların yorumlarını anımsıyorum. Bu öykünün günün birinde kokunun, ses ve görüntü gibi nakledilir hale geleceğini haber verdiğini söylerlerdi. Bir yandan abdest alıyor olsun, bir yandan teknik direktörcesine bilgiç sakin sakin üfürürlerdi. Onlardan bilgiyi devraldığımı düşünür, bunun yanı sıra karşılaştırma ve demlenme için kenara not ederdim. Uzun vadeli not ettiğim çok iddia, tavır, üslup ve söz olmuştur.

Bir ucu daha var. Halkımız için batı hem aşk hem nefret nesnesi ya. Batı/lı aynı zamanda uşak/işçi gibi de algılanıyor. Yaşlı teknik direktörlerimiz ilkeyi koydu: Artık ter dökmek, halka gerekli koku transferini hizmet haline getirme batının işi olsun. Gerçi hayal ve ilke üretmek az şey değil. Onu bile ucundan, keyif ehliyetiyle, iş edinmeden yapma bir doğu büyüsü. Aynısı hem tevekkül, hem tembellik, hem kavuşma kolaylığı uçları ve anlamlarıyla geçerli. 

Şimdi internet ve teknoloji ile (oranlı şiddetiyle birlikte) dokunma duyusu duygusu nakledilmek üzere olduğuna göre koku nakli sırada olsa gerektir. Peşinden rüya çalma ve aktarma geliyor. Ben de yaşlandım tabii, yön göstereceğim, talep edeceğim.

Thomas Mann bu kokusunu duyma meselini romanına almış mı? Hayır, almamış. Onun okuduğu, duyduğu türevlerde bu incelik yokmuş galiba. Öte yandan aynı Yusuf mitolojisinin İslam kaynaklarındaki işlenişini romanında sayfalarca tartışmış, kendi duruşunu netleştirmiş. Bence iyi, yüzleşmesi iyi. Zıt veya seçenek yorumları görmezden gelip “Dediğim bildiğim olabilecekler bundan ibarettir,” dememiş. Ben de koku konusunu öyle veya böyle içerilmiş bulsam ne yapardım? Mann’a daha erirdim her halde.

KOKULAR VE SOĞUK SÜT

Anama analık yapan babaannesi, anam evlenince kurak yayla köyümüzde -ve şiddeti bol sert ailemizde- bir türlü huzur bulamayıp, sürekli hasret çekiyor görünce, demiş ki: “Allah sana bir altın top versin bolları (buraları) unut, bizi unut.” Bu yeni gelin önceleri Kalkamak taşta oturur, seyil yüzlerine bakar bakar ağlarmış, anacığım.

Büyük ninemin kastettiği altın top ben olmuşum, anamı oyalamışım. Çölmüş, soğuk yaylaymış aldırmaz olmuş. Eh ben tadını, verilen değeri gramına kadar zevkle içiyorum, yalnız burada kritik olan yaşamın yanında durmak, yaşam için yaşamdan gelen bir şeyi altın top olarak selamlamak. Olan çocuğu olumlu duyguyla beklemek tamam, varlığını kutsamak daha değerli. Anam daha en minnaklığımdan itibaren koynuna alıp, pıssık pıssık bir sesle uyumamı çok sever, uyurken koklamaya doymazmış. Ya ben? Biraz ellenip ayaklanınca, onun koynunda durmaz, ya da uzun durmaz olmuşum. İstediklerini biraz veriyorsam biraz saklıyor, geri çekip nimetleştiriyorum. “Aldin mi onu” anlamında “aldinmunu?” deyişim en önemli hediyem ve cezam. İster diyorum, ister birden demeyi kesiyorum.

Ana koynunda durmamalar şu hali almış, ben sonralarını net anımsıyorum. Uyuyup uyanıyorum, baktım ki anam sarmalamış, zort zort derhal yanından kalkıyorum, zort zort odadan çıkıp nine dede odasına yürüyorum. En ufak halimle bile sert basarmışım tahtaya. Dedem geldiğimi duyuyor, beni çok seviyor. “Goca’rı, oğlan geldi, kalk kapıyı aç.” Kapıyı açacak boyum ve gücüm yok, üç bilemedin dört yaşındayım. Ninem geliyor, kapıyı açıyor, beni içeri alıyor. Ben tin tin tin doğru direk ninemle dedemin arasına kuyulanıyorum. Dedemin kokusunu çok seviyorum. Ailenin tüm erkekleri benzer ve harika kokuyor. Kısa listesi; dedem, babam, ben, iki erkek kardeşim, tek oğlan torun olarak ufağımızın oğlu. Annem de beni koklamalara doyamadığından, “ne güzel kokuyorum” özgüveni her türlü beceri ve yeteneğin üzerinde mevcut, sevgi onayı üstünden içime yerleşiyor.

Nasıl soğuk süt sevgimi yıllar sonra “anamın geceleri hepimize yatakta uykuda şekerli soğuk süt içirişinden” anlamlandırdıysam, şimdiki keşfim de, sigara içmediğim halde niye sigara kokusunu seviyorum, neden rahatsız olmuyorum? Çünkü dedem ve ninem sigara içerlerdi, ben onların yanında yatağında sigaraya alışmıştım. Şans eseri sigara bağımlılığına bağışık olmasam fosur fosur sigara keşi olmam işten bile değildi.

***

Şimdi zamansal olarak daha eski keşfime gideyim.

Şimdi anladım! (Aslında tam olarak 8 eylül 2017’de.)

Benim soğuk süt sevmem -ben soğuk süt sevmem demiyorum, çocukken anamın bize kaynana ve kaynatasından yani ninem ve dedemden saklıca uykumuzun arasında soğuk süt içirişindenmiş! O zamanlar uzatılan sütü uyanmadan bile içebiliyorduk. İçine biraz toz şeker atıyordu. Biz içerken sütün üstüne kaymağı, süt zarı toplanmış oluyordu. Meğer alışmışız, alışmışım.

Bu gece mesaileri, hayvancı ve keçi sürülü bir aile olduğumuz halde, aile reisi dedemin günlük süt rekoltesinin azalmasını sert şekilde önleyerek, sütü hiç kişisel gereksinimlere kullandırmayışındandı. Anam çocuklarına kendi hayvanlarının ürününü gizliden, hırsız gibi içiriyordu. Bizi bir türlü gönlüne göre besleyemediğini sanırdı. Ona göre biz tüm diğer aile çocuklarından daha bakımsız, daha zayıftık. Sonraları beni depresyonda gördüğünde o tarafını da döküldü: “Tırlak karıdan parlak çocuk mu doğar..”

Ayrıca ben güncel yaşamımda o soğuk sütü sevmediğimi sanıyordum. Ne büyük yanılma.. Yanılıp kendimi yadırgayışım soğuk süt sevilmez, sevilirse sıcak süt sevilir, sıcak süt sevmek gerekir zannetmemdenmiş. Meğer olana razı gelmiş ve şekerli soğuk süte alışmışım, arkasını bekliyormuşum. Standardım olmuş. Yaşantı bana ilk olarak artı veya eksi duygusal elektrik yüklü gelmemiş. Verili biçimde gelmiş ve beklentilerimi ona göre formatlamışım. Sonraları sıcak sütü zaman zaman içip, ne nefret edip ne sevdiğimden, sıcak sütü norm kabul eden zihnim kendi mantık yolunda açmazlarla yürümüş. Bedenim alttan alta alıştığını isteyip almayı zihnime karşın sürdürmüş.

Yalnız, uzmanlar ilk altı ay yalnızca baba sütü tavsiye ediyormuş.

DÜŞ VE GERÇEK

DEPREM GERÇEĞİ

  • Ya Van’a ya Van buraya! Ta Van’a, ta Van buraya!

Zamanında Şırnak ilim, Uludere yöremdi. Şimdi Van ilimiz, Erciş gölümüz, bataklığımız oldi. Kıyamet eşiği gibi bir zamanda, Aralık 2011’de deprem zamanı Van’a geldim. Kişisel güdüleyicilerimin bir kısmını biliyordum. Van’da 12-13 yıl önce askerlikte geçirilmiş zaman, kurulmuş bireysel bağlantılar, muayenehaneden para kazanma deneyimi. Ayrıca 17 ağustos 1999 Gölcük depreminde Van’daki askerliğin son haftasında olma nedeniyle karışık duygu halleri… İstanbul’umdaki depremden Van’a kaçmış saklanmışım havası. Sanki orada bir suç işlemişim gibi olay mahallini yeniden görme, ziyaret, karşılaştırma yapma isteğim var.

Kişisel çıkarla, bencillikle de ilgili; bu sefer deprem ve sıkıntının merkezinde bulunmak, aynı filmin yeni versiyonunu çekmek istiyorum. Asıl Van’ı istiyordum, psikiyatrist Ayşegül’le Van’da karlı çölde çiçekler olarak çalışırız umuyordum. Ayrılmamız gerekti, kısmetime Erciş düştü; kağıtlar yeniden karıldı. Erciş bir an önce normalleşebilir miyim kaygısında. İşsizlik, ayıpların acısı, üstesinden gelme çabası. Vızır vızır işleyen ama bağlantılanmakta, eşgüdümde zorlanan yerel kurumlar, çadırkentler, köyler, sahra hastanesi, APHB Afet Psikiyatrisi Hizmet Birimi sistemi. Ne yaptıklarını anlamadığımız, bazılarının casusladıklarından emin olduğu Sınır Tanımayan Doktorlar gibi kökü dışarda gruplar.

Daha Van’a yeni inmişiz, az sonra dağıtım bizi Erciş’e gönderecek. Kapıda beliren ufacık ama gözleri çakmak bir çocuk. Yönetim binasına kendi makamı gibi girip çıkıyor. Eline parmaklarına göre bir hayli iri, kallavi bir telsizi tutuyor. Sadece tutmuyor; sevk ve idare ediyor. Polis veya tim şefiymiş gibi. Ben bir anda ona saygı minnet karışımı oluyorum. Karizma böyle bir şey. Varsa, var. Öteki biri psikoloğa “E hadi, gelmiyor musunuz armutları toplamaya?” diye tatlıca çıkışıyor. Psikolog hem evetliyor, hem anons yaptır diyor. Biraz sonra çocuk yeniden İçeren’in (konteynır) kapısını aralıyor. Ardında da güvenlik.. “Bu güvenlik abi bana güvenmiyor, anonsu yapmadı.” İçeren, cümle içinde kullanılmış hali. Bir de semt halini söyleyeyim: “Containerville” (İçeren köy)

Gönüllü örgütlenme ve sivil yapılanma olarak mensubu olduğum APHB sistemiyle gurur duydum. Erciş örneğinde gönlümü kazandılar. [Şimdi düşünüyorum da Afad ve Kızılay’ın kucağındaki gürbüz çocuklar sayılırsak daha iyi oturuyor.] Örneğin ağırlıklı yarı gönüllü düzenle işleyen sahra hastanesinde hava ve etkinlik daha düşük düzeyli. Öbür ekipte yüzler daha az aydınlık, sıkıntı ve işlevsizlik dışarı yansıyor. Sahra Hastanesi’nde “hükmen gönüllü” doktorlar ve yardımcı sağlık elemanı var. Burnundan soluyorlar. Havaları son derece farklı. Kendiliğinden sapık olmak gerekli demek. Onlardaki isteksizlik travmatize olmayı azaltıyor veya artırıyor olabilir mi? İnsanın bilimsel varsayımları peş peşe yumurtlayası sınayası geliyor. Bu deprem gönüllülüğü Kızılay’a kan vermek gibi. Bir sapık alışkanlık, başlayan vaz geçemiyor. Gönüllü olan, gönüllü ölür. Gelir gelmez Kızılay’ın deneyimi ile ruh sağlıkçılarının karınca ordusu gibi alana yayılışları çok davetkardı vallahi.

Erciş’te Petrol Ofisi’nin yanında. Yurtkur’un binasıymış. Resmi yer yani. Açıkça deprem enkazı görüntüsü almamaya çalışıyorum. İş nerdeyse görmezden gelmeye gidecek, bir şeyler çekeyim dedim. Bu binanın enkazından sadece 1 veya 2 ölü çıktığını duymak beni çok şaşırttı ve sevindirdi. Öte yandan depremin simgelerinden Sevgi apartmanının enkazını gördüm, dümdüz edilmişti. Erciş’te Van’a göre daha organize olan şeylerden biri kanımca, enkazların adlandırılması ve numaralanması. Van’da deprem simgesi enkaz-Bayram Oteli’nin enkazını Best Van Tur kapmış, anımsatıcı hiçbir şey yok.

Atandığı halde barınacak yer gösterilmeyen 3500 öğretmen Van’da eylem yapmış. Çevik Kuvvet bunları dövmüş. Sonrasında çevik komiser diyor ki, “Tamam, dövdük. Ama bizim de yatacak yerimiz yok..”

Erciş Yenişehir mevlanakentte bulunuyoruz. Çocuklar çocuklara sokuluyor, görevli ve gönüllüler işlerine, kadınlar komşularına, erkekler suskunluk ve düş kırıklıklarına sokuluyorlar.

Yılbaşı ora-yörede Hıristiyan zındıklığı gibi algılandığından okul yöneticileri dahil herkeste yalnızlık ve muhtaçlık duygusu tavana vurmuş durumda. Yılbaşı günü öğleye doğru, az daha oyuncak dağıtım skandalı oluyordu. Şöyle bir mevlanakent gezisi attık, insanları barakalarında gördük. Öğleye örgütlenecek şenliğe çağırdık. Yeni tuvaletler için ve bulaşık yıkama yeri için inşaatı beğendik filan. Tuvaletler berbat, hijyenik değil diye raporlar yazıyoruz. Ben aslını görmemişim, ama belli, dediğimiz doğrudur, söylenenler de doğrudur..

Orada kenarda diki dikine oturtulmuş mobese ufağı prizmalar gördüm. Tuvalet midir, banyo mudur? Göresim, hakim olasım geldi. Birkaç tanesinin kapısını zorladım, kilitli gibi direniyorlar. Sonra birden bir tanesinin kapısı aralandı. İçerideki ürün, bir oyuk içinde değildi, düz bir kapağın üzerinde. Minik bir kedi yavrusu gibiydi -tekir değil sarman. Görüntüyle birlikte anında koku yayıldı. Yanımdaki Selahattin, topuklamış, hızla uzaklaşıyordu.

Yaklaşan yılbaşı ile birden çalışma alanı seyreldi, gidenlerin yerini gelenlerin karşılaması yetersizleşti. İlk günler gidenler buruk gidiyorlardı. Kalanların pastasından enerji merkezi olmasından yoksun kalıyor gibilerdi. Şimdi gidenler gene buruk gidiyor. Bu sefer terk ediyor da yalnız bırakıyor gibiler. Biz kalanlar hüznü, azalmışlığı daha hisseder olduk. Ben de giderken sistemi kime devredeceğim? Yaptıklarımla, yapılacakların dökümünü kimle paylaşacağım? Birine el vermek istiyorum.

Bu afet alanında hizmet içi eğitim değil, hizmet içi hizmet gerekiyor. Özellikle erken dönemin gönüllüleri, eşgüdümcüler, halkla her gün muhatap olan Kızılaycılar eninde sonunda göçükleşiyor, teknik adı travmatize oluyor. Yardım istemek akla gelmiyor. Biz de her gün selamlaştıklarımıza hakim olamıyoruz, hizmet içi hizmette usta değiliz. Yardımlaşmanın öncelikle standart formatı var, ilk o standart kapılıyor, öğreniliyor. Hani “Düşene bir tekme de sen at”tan başlayan bir öğreti dizisi bu.. Olumlu öneri üretecek olursam, 10 gün gönüllü çalışma süresi alan ruh sağlığında yetersiz. Bu on günün yedi günü uyumla geçiyor, daha yeni öğrenilen yerden rotasyon bitimiyle ayrılıyoruz. Bir aydan uzun çalışmak istisnalar hariç olasılıkla göçertici olur. Esnek biçimde, süreler 2-4 hafta biçiminde ayarlanmalı gibi gözüküyor. Her ekip toplu gelip toplu ayrılmamalı, birbiriyle örtüşme ve uyuşum sağlayacak şekilde komşu disiplinlerin başlama bitiş zamanları farklı kılınmalı. Yörenin sağlam kalmış unsurlarıyla organik bağ kuracak bir düzen. Ziyaret, örneğin düğüne nişana katılım, savaş konseri gibi müzikal kültürel etkinlikler. Yörede nasıl sahra hastanesi kuruluyorsa, sahra kafesi ciddiyetinde buluşma, dinlenme ve sosyalleşme odağı plan içinde olmalı, rastlantısal değil. Biz Erciş’te en büyük onarıcı sosyalleşmeyi ünlü çorbacı veya lokantalara gece, gece yarısı seferleriyle sağlıyorduk.

Ne farklı yolculuklar yapıyoruz.. Aynı anda gibi, aynı yerde gibi.

2012 yılbaşı sabahı mahmurluğu erkenden hareket ile atılır. Özenle, hırs ve sevgiyle gezilir, çevreye bakınılır. İşgem’in asker nöbetçisiyle fotoğraf karesi kavgası verilir. Güvensizliğe karşı alttan alınmaz, askerciğe posta konur. An’ın ve yerin uğramışı değil sahibi gibi ciddiyet gerekir ve hakkı ödenmelidir. Erek Dağı her gün farklı renk giyinir ya, Van Kalesi de her gün farklı manzara sunar. Denenir, o da onaylanır..

Kızılaycı Serkan’ın arabasının otomatik kapısının boğazlanan tavuk gibi dıyıklaması. Sırası gelince onu bile özleyeceğiz.

Düşünmek yararsız da ondan mı mırıldanır, mızıldanır, sızlanır dururuz?

***

ERCİŞ DÜŞÜ

Çadırkent, mevlanakent, konteynırkentler arasında, içinde. Parlak ama soğuk Van Erciş havası altında. Deprem ve afet gönüllüğünde deneyimler insana öğretiyor. O bakımdan uzmanlar kadar deneyimlilerden bu tip çalışmalar nasıl yapılmalı, nasıl örgütlenmeli temalı veri ve fikir toplanmalı. Hizmetler, iletişim iyileştirilmeli. Benim sonraki 13 mayıs 2014 Soma kömür ocakları patlaması ve faciasından anladığım, Türkiye’de etkin ve eylemsel sivil oluşum neredeyse yok. Aslında bir devlet dairesi sayılmak gereken Kızılay’a, ondan daha görünür resmi kurum olan AFAD’a güvendik güvendik. Güvenmediysek nefes alacak yerimiz, bir vahamız bile yok. Varsa yoksa örgütlülük, örgütlünün ölüsü örgütsüzün ejderhasından daha canlı ve güçlü. Soma’da kısmen kenar kenar var olan komünist psikologlar etkindiler, gönlüme su serptiler. Geçici kriz müdahelesi yerine toplumla organik bağ kurmak için ev kiralamış, halk özellikle kadınlar ve çocuklarla evi ortaklaşa yürütüyorlardı.

Neyse gelelim düşüme..

Bu gönüllü deprem işleri sırasında bir gün Van’dan Erciş’e dönerken eski bir düşümü anımsadım. Bir bir buçuk yıl veya daha eski. Düşümde Van’a gidiyorum, bir özlem düşü olmalı. Erzurum’dan, Ağrı üstünden, kuzeyden. Düşümde Iğdır gibi biraz doğrultunun solunda bir yere sapıyorum. Veya Van girişinin hemen öncesindeki ovalar, tarlalar söz konusu olan. Oralar beni oyalıyor. Anımsadığım, çamurlu ıslak tarlalarda pancar gibi bir şeylerle uğraşıyorlar. Tam hasat gibi, herkes arı kovanı gibi çalışıyor ve her yer yemyeşil. Düşün bir arzu doyurumu düşü olduğu belli de, şimdi anımsayınca, yeni bir yorumu daha mümkün oldu. Bu oyalanma, Van’a ulaşamama acaba Erciş’e konuşlanmam mı? Pancar tarlası gerek depremzedeler, gerek gönüllülerin koşuşturması mı? Üstelik düşte değil gerçek ekipte bir de Iğdır kökenli psikiyatrist Selo var.

Annem diyor ki rüyası görülmeden hiçbir iş olmaz. Gerçekleşmez anlamında. Bir de şu söylenebilir. Hayalini kurduğun veya düşündüğün hiçbir şey gerçekleşmeden duramaz. Hayal direk bir izindir, oldurucu yaratıcı izin. Gerçekleşme için bir gecikme payı vermek gerekli olabilir, onun dışında iyi ve kötü tüm hayaller gerçekleşme eğilimindedir. İnsan kendi düşüncesinden korkmakta haklıdır. Kötü eylemin sorumluluğuna yalnızca kötüyü o an taşıyan değil, iyi ve normal bireyler dahil herkes ortaktır.

Bu düşten yeniden gerçekleştirme, gerçeklik ilkesine dönüş yapalım. Arzu ile ihtiyaç (gereksinim) bağlantılı ama farklıdır. Veya farklı olarak ayırılmalılar. gereksinim öncelikli, arzu üstündür. Gereği gereksinimi gerçek/lik ilkesi karşılar. Arzuyu ise hayal ilkesi, belki karanlık dahil tüm evren karşılar. Gerçek arzuyu karşılayamaz, arzuya yetemez, doyuramaz. Gene de hem arzu hem korku er geç gerçekleşme eğilimindedir. Gerçeğin telafi, yerine geçme, geciktirme, azıyla yetindirme payıyla birlikte.

Şunların hepsi taş, arzu, erkek bir -sayıyla 1’dir. Pencere, gerçek, kadın sıfır -rakamla 0- sayılmalı, sıfıra benzetilmelidir. Bu bir üretici sıfır, kaotik sıfırdır. Bir, kaosun içindeki ışık, yıldırım ve oktur. Toprak küçük rahim, hava büyük rahim, sıfır en büyük rahimdir. Yani böyle benzetilebilir, böyle algılanabilir.

KEDİLER EFE İLE ÇAKIL

Kendini insan hatta prens sanan bir kediyle bir süredir ev paylaşıyoruz. Efe efendi bu. O ev sahiplerinin arasında, biz ana baba çocuk konuk göçerleriz. Gece diş fırçalamaya lavaboya gideceğim- Musluğun altına geçmiş, lafını anlatamadığına kahrederek damlayanlardan sulanmaya çalışıyor. Bu sırada hiç sevmediği şekilde başı ıslanmış. Bunlar onun için neredeyse göz yaşı sayılır. Ben başını ıslak elle okşamaya kalksam, derhal uzak mesafe alan Efe bu.

Adam -hırt veya- koltuğa çıkıyor. Orada olduğunda annesi, rahatsız olmasın diye yemek masasının kenarına ilişiyor. Bazen onun kenarından geziniyor, görünce kendisi yer verir belki. Annesinin eline bir haftalıkken gelmiş. Yatıyor, uyuyor.. Bazen tek gözünü açıp çevreyi kolaçan ediyor. Hiç atik değil, ama şeyleri sürekli göz altında tutuyor. O sakin, Çakıl denen bıyıklı karı ise sert, erkek fatma. Efe kılı, burnundan kıl aldırmıyor; Çakıl iletişim gönüllüsü, sürtünüyor, sürtünüşüyse kafa atar gibi. Çakıl aynı zamanda daha telaşeli. Balkona çıkacağında da, balkondan içeri girmek istediğinde de ön ayaklarını cama öyle bir sürtüyor, öyle kazarmış gibi çalışıyor ki, görüp de tepki vermemek için kulağı kısmak yetmez, gözü de kör etmek gerekir.

Bir akşam baktım, Efe yan yatmış, uzanmış, ön ve arkada eller ayaklar birbirine dolanık. Pike, başını ve arka ayaklarını açık bırakacak kadar üstüne örtülmüş. Annesinin yaptığından emin olmasam örtünmüş diyeceğim. Bir başka gün de kuyruğunu iki arka ayağının arasından uzatacak şekilde sırt üstü yatmış. Ön ayak veya ön eller yanlara serpilmiş. Arkalar ise gene bir garip; erkek sereserpeliği. Buralar benim, bende neler var; bakın, irfan alın gibi. Resmen uyurken özgüven, veya uykuda gösteriş.

Çakıl kedi tüyüne allerjisi olan, pek kedi sevmeyi bilmeyen İnci’ye bir yandan ev sahipliği yaparken, tartımlı bir sevgi eğitimi veriyor. Önce ufak ufak kafa atmalarla sürtünüyor, bazen mesafe koyuyor. Birden pat diye kucağına çıkıyor. İnci yanlış sever, sert yaparsa o gözü ve ön ayaklarıyla haddini bildiriyor. Daha olmadı fırlayıp kucaktan kaçıyor. Az sonra tekrar, “Beni seviyor musun? İstiyor musun?” bakışlarıyla endam ediyor. Tekrar kucak.. İnci ne bilsin, onun mırıldanmasını hayvan hastalandı, bir garip oldu cehaletiyle yorumluyor. Ona bunun mutluluk sesleri olduğunu, hatta Fethiyecede kedinin “gurrun çekmesi” dendiğini anlatıyorum.

Bu Çakıl annesinden çok İnci’ye benziyor, onları tanıştırmak gerekiyor. İkisi de zor, ikisi de sert, ikisi de bağlı ve iletişimsel. Gözleri iri olduğundan yani göz bölü baş oranı büyük olduğundan evrensel olarak çocuk/bebek hissettiriyor. Ve özellikle pedofil eğilimliler için çok çekici oluyor. Öyle bir hal aldı ki, İnci sevmezlense bile aldırmıyor. Yani yalancı sevgisizliğe kanmaz oldu. Her istediğinde kucak, bacak, diz ne bulursa üstüne çıkıp tüneyecek.

Tekrar Efe’ye dönelim; boynunda emilebilir deri kıvrımı, gıdısı olan bir adam bulsun, özellikle babasını. Bir insana alıştıysa bir süre sonra onu orasından emmeye başlıyor. Doyup çekilip, tekrar ağzının suyu akıp yanaşıyor. Anısını saklıyor, veya anısından kurtulamıyor. Bazı erkek çocukları gibi. Çok kafa karıştırıcı hayvan. O avcı mı bu ana/baba kuzusu? Bu ana kuzusu mu avını acımadan boğazından tutacak olan? Nasıl şaşırıyorum.

YAĞMUR TEHLİKEDE DÜŞÜ

Düşümde İmdat’ın evine konukluğa gitmişiz. İmdat bizim yer evinin perdecisidir. Akşamlama fena geçmemişken, İmdat eve geç geliyor ve yüzü çok gergin, her an kavga çıkaracak gibi olduğundan, evden ve misafirlikten apar topar ayrılıyoruz. O aile huzurlu değil. 

Yağmur hızlı yürüyüp ileri gitmişken, benim de gerimden ona doğru kuduz gibi bir köpek geliyor. Kıza saldırırsa korumak için elime kıymıklı bir tahta parçası alıyorum. Hatta durum hızla gelişmese veya hızlanmadan önce tahtayı yere vurarak kışkırtmak ve korkutmak istiyorum köpeği. Elimde silah oluşuyla onu niyetinden caydırabilirim, ayrıca da haşlayabilirim sanıyorum. Hışım gibi geçiyor, beni takmıyor bile.

Direk kızıma saldırıyor. Boğazına veya yüzü gözüne. Kıymıklı tahtam kar etmiyor. Kızın ümüğü, yüzü mahvolacak. Güzelliği, belki canı söz konusu. Köpekle çocuğu tahta vurarak ayırmaya çalışıyorum, tınmıyor. Dişini geçirmiş. Çaresizlik içinde parmaklarımla ağzını aralamaya çalışıyorum. Gene yok.

Sonra parmaklarımı çengel gibi, azgın köpeğin gözlerine daldırıyorum. Canı acırsa belki bırakır. Deldim neredeyse, göz çukurunu karıştırıyorum; gözlerini salkım gibi söküp çıkaracağım. Umudum geçti. Salmazsa kör edeceğim çocuk-köpeği. Boşuna olacak diye mi ne.. Bırakıyorum. Köpek, salmadıysa bile kızımın yüzünü boğazını gevşetti mi? Anlayamadan uyanmışım.

Dehşet, üzüntü, beceriksizlik, talihsizlik içindeydim. Uyanır uyanmaz da ikilemdeyim. Bu bir önsezi mi, kızım gerçekten tehdit altında mı? Ona bir şey olursa? Ve bunun sadece bir rüya, belki başka bir şeyin rüyası olma olasılığı ve rahatlaması. Yağmur’la güzel güzel maya tuttu, birlikte okuma yazma öğrenmeye çalışıyoruz. Paylaşıyoruz. Kaybedebilecek bir şeyim daha, özel bir varlığım ve doyumum var. (Kasım-Aralık 2011)

FASSBİNDER SİNEMASI – Yalçın SAVURAN ve Neşet KUTLUĞ

Filmden bir parça: Lili Marleen. Uzun bir sekans boyunca. Nazi propagandası var mı? Karşısında mıydı yoksa?

Serseri. [Tam resmini bulduk diyorlar.] Mahler – Sekizinci dinleyecektiniz. Fassbinder’in kendini bulduğu eser. Beethoven – Dokuzuncu, Lizst ile birlikte koro için bestelenmiş dört eserden biri. Muhteşem. 1000 kişilik performans. İki çıkış noktalı. Ortaçağ şiiri. Çoğu senfoniden farklı olarak iki bölümlü. İkinci bölüm Faust. Mephisto – Faust ikilemi. Fassbinder de olasılıkla bunda kendi ikilemlerini buluyor.

(31 mayıs 1945 – 10 haziran 1982)

Rainer Werner Fassbinder (RWF) 31 Mayıs 1945 doğumlu. Bavyera. 37 yaşında, 10 Haziran 1982 Bavyera, ölümü. İlk film 1966’da. 52 film, 2 belgesel, 9 kısa film, 15 kadar tiyatro oyunu. 47 film senaryosu. Oyunculuğu da var. 3 filminde kamerayı kullanmış. 17 filminde kendi adıyla olmadan montaj (kurgu?). 14 filminin yapımcısı. 20 filminde komple (yönetme, senaryo, vs ). Author/auteur yönetmen. Çevresindeki oyuncular da auteur. Kamerası da öyle. Hepsi uzun soluklu yanında. Kadın oyuncusu 23 filminde oynamış Hanna Schygulla. Müzikçisi Peer Raben. İki kameraman, ağırlıklı çalıştığı. Ekipli adam. Birlikte antitiyatro grubu kurmuslar. Ekip o, baştan beri sürdürüyorlar.

Evreleri, dönemleri var. İlk filmleri sabit kameralı. Acemilik var başta. Ara dönemde acemiliğini kırıyor. 78’den sonrakiler ışıkla, renkle, diliyle büsbütün sinema. Üç evre demeli. Zorlu yolculuk. Tüm sanatını 15 yıla sığdırmak aşırı performans gerektiriyor. Aşırı dozla da yaşamını noktalıyor. Uyarıcılar kullanmış. Duruş gibi, performans etkileyici olarak alıyor. İkilem. Her dakikasında var. İçinde çoklu sistem. Fassbinder mi, Walsch mi, Franz Biberkopf mu, hepsi oymuş. Berlin Alexander Meydanı romanını okumuş; kendine getireni olarak anıyor. Dizisini yapmış, 14 bölümlük yapıt. Alman toplumu onu anlayıp olumlamış değil, sonradan keşif. Değerliymiş, o da ilk olarak ülke dışında keşfedilenlerden. Parçaları Alman TV’de sansürlenmiş. [Yıllar sonra TRT de verdiğinde bol bol makaslamış belki de makaslama rekoru kırmıştı, hem şaşırma, hem TRT’ye alay konusu olmuştu. -Mİ] ABD’de olumlu tepkiler alınca Almanlar dönüyor ona. Kısa süre sonra ölüyor zaten..

İlk dönemde de, bütününde de tipler, karakterler Küçük Adam. Küçük adamın sorunları. Kendi benini ortaya çıkaran veya çıkarmak üzere. Kadın, erkek, hem kadın hem erkek, aldatılabilir, hoşgörü yanları olan küçük adam. (Sınırlı) dünyasından çıkamıyor. Nihilist tavır da var. Şansı da yok, sınıf kafasını eziyor, kabuğuna gönderiyor. Kabuğa çekilme Fassbinder’de ölüm. Çare değil, olması gereken ve özgürlük.

BAP (Berlin Alexander Platz) senaryosunu çalışırken “4 gün çalış – bir gün uyu” yapmış.Her gün uyursa harcanacak ısınma vakti artar. “Ben de inanamıyordum,” diyor. Belli zamanda sürede bitirmesi gerekiyormuş. Çare o. 3000 sayfa senaryo çıkacak, 154 günde çekilecek. Son bölüm 2 saat, diğer 13 bölüm birer saat. Çoğu sahne tek kerede çekilmiş. Uzun plan sekansları. 5 – 10 dakika diyalog performanslı. Şaşırtıcı, hayranlık uyandırıcı.

Alman toplumu kendine nasıl bakıyor? İtalyan Yeni Gerçekçiliği (İYG) nasıl? Almanya’da öncesinde Fritz Lang dönemi var. Sinemacılar ortadan kayboluyor veya kaçıyorlar. 1945’e kadar sadece propaganda filmleri. İlginç, 1945 sonrası ABD sinema işgali [askeri işgali izleyen kültür işgali. Japonya’da da görüldü, hem uzun sürdü]. 1962’de 38-45 doğumlu yönetmenler isyanda. Yeni Alman Sineması bildirileri; “Eski sinema öldü, yenisine inanıyoruz.” diye.

Yeni Alman Sineması son derece minimalist. Hem karşı olduklarından, hem parasız olduklarından. Kamera taş gibi, oynamıyor, eski. Karşısına adam koyup çekiyorlar..

Fassbinder’in dönemdaşları: Wim Wenders. O da önemli. Werner Herzog. Volker Schlöndorff. RWF. Teknikleri zanaatkarlık temelli. Birbirine yardım ediyorlar. Kooperatif filmler. Çağdaş Almanya’nın 1960-65 dönemi gerçekliğinden endişe duyanlar bunlar. Manifestoları: “Yenisine inanıyoruz.”

İYG ile karşılaştırınca topluma dönüp bakmalı. Toplum farkı var. Gizlenmeye çalışıyor Alman toplumu. Almanya’yı ayağa kaldıran ABD yardımı olması mı? Istvan Szabo’nun “Taraf Olmak” filmi: ABD subayı var, kültürü zayıf, ama Hollywood filmlerinin yayılması işgal sayılır. Kültür işgali denebilir. Roma-Germen İmparatorluğu çekirdeğinden geliyor Alman toplumu ve temel tepkileri.

Fassbinder de kendi toplumuna karşı. Goethe de; “Nasıl bir toplum bu?” diyordu. O toplum çok farklı zıtlıkları yaratıyor. Michael Haneke – Beyaz Band Birinci Dünya Savaşı köklerini anlatıyor. Öncesindeki değişkenleri. Örnektir.

Hegel: Ailede, toplumda ve devlette ahlak. Hegel “Devlette memurlar tanrısal tözle bütünleşik olmalı,” diyor. Bu, bir Hitler yaratabilir. Öbür yanından da Marx çıkar. Prusya döneminden gelme etkileşimler. Hıristiyan demokratların göçmenlere baskısı bu temele dayanıyor. Alman toplumu kendini açığa çıkarmaktan hoşlanmıyor. Gizlenme refleksinden başlarda Nazi karşıtı sinema yapan yönetmen yok kadar azdı. İtalya’da var oysa, faşizm karşıtı sanat.

Bizde Anavatan. Almanya’da Babavatan. Kültür farkını gösteriyor. İngiltere’de de toprak/ülke Anavatandır.

“Herkes kin duyuyor!

Umrumda değilmiş gibi yapıyorum hep. Beni öldürüyor.

Aptal domuzlar! Bakmayın bize öyle!

Kocam benim. Kocam benim. (Ali’ye)

Kimsenin bizi tanımadığı, bakmayacağı bir yere gidelim.”

Çekememek. İletişim topluluğu varsayar. Kelime karşıya benim anladığım şekilde intikal ediyor mu? Kuyruğunu kovalayan kedi. Kafamdaki karşılık, sizde de aynı varsayıyorum. Aktardım sayıyorum. Duyduğun söz de sana göre söylenmiş sayıyorsundur. Çapraz karşılık yakınsa iletişim, yoksa ikili monolog olur, gene de iletiştik sayılır, sanılır. 

  • Bilişsel dil, duygusal dil, işlevsel dil.

Tarım toplumu duygusal dilden iletişim kurar. Batı toplumu, bilişsel ve işlevsel dili kullanır. Göçmen sorununda, duygusal dil işlemediğinden, arayüz kurulamadığından kopuntu oluyor. İşlevsiz kalan iletişim belki Batı’nın yeğlediği de bir şey. Nermin Abadan Unat – Bitmeyen Göç: “Asıl neden Almanca bilmemeleri, farklı yetişmeleri, çalışma koşullarını bilmeyişleri. İşçiler radyoaktif maddeyle çalıştıklarını da bilmiyorlardı.”

İlk göçenler dile ihtiyaç duymamış, hemen dönecekler varsayımı. İkinci kuşak gettolaştığı için sorun var. Dördüncü kuşak, geldiğimiz günler: “Ulusötesi Ulus” Almanlar kabul etmese de. Faslının filmdeki asıl adı Ali değil, uzun bir ad. “Benim adım Ali ,”diye sonradan kabul ediyor. “Hepimiz Ali değil miyiz?”

“Mide ülseri. Stresten. Yabancıda çok olur; iyileşecek. Göçmen işçi kaderi.”

Almanya’nın istihdam sorunu. İkili anlaşmalarla işçi alıyor. Türkiye’yle anlaşması meslek edindirmek üzerineydi, döneceklerdi. Onların dönmeleri Türkiye’nin de işine gelmiyor. Bura istihdamı üzerine hesaplarda DPT belgesi: “İşgücü fazlasının ihracı. Niteliği yüksek işgücünü kaptırmayalım.” İnsan oldukları unutuluyor. İhracat, mal gibi. Para getirecek. Kalifiyeler gitmesin.

Tarım işgücü çözülüp kente kayıyor, kentte iş yok, işsizlik. Avrupa’da ülkelerin hepsinde işgücü eksiği, gereksinimi. Göçlerin dinamiği. İş için, hayatta kalmak için ekonomik göç. Günümüzde daha artacaktır.

Zenofobi (xenophobia) olarak bakıyor Fassbinder. Almanya çalıştırıyor ve dışlıyor. Katzelmacher. “Fare gibi üreyen insanlar” Katzelmacher adlı filmi var. Gettolaşmak ortaya çıkıyor. Yabancıyı kök kültürü içine gerileterek sıkıştırıyorlar. Vatandaşlık istenmiyor. Çifte vatandaşlık istenmiyor. Getto o topluma yabancılaşmak demek. 90’larda aileler iki sokaktan ilerisini bilmiyordu. Ev, bakkal, fırın. Suç da var ama doğal bir şey. Alman tarafında da bir sorun. İnsan olduklarının farkına geç varıldı. Ne yapıcaz?

Filmde Ali ile karısının Fas’a gidişleri var. Birlikte seyahat. Belli aralık gözükmediklerinde, dönüşleri sınıf atlamalarına neden oluyor. Özgürleşmiş çift [Belki dışarıya tatile gitmenin ek puanları vardır]. Yine de bakarken, Almanların bakış açısı yarar/lanma. Faydalanma. Alışveriş yapacak, mallarını taşıyabilir. Faydalı olduğu sürece, Ali kabul edilebilir.

Birileri parayı harcadıkça sistem var kalir. Kapitalist mantık.

Bir filmindeki Satıcı da intihar ediyor. Aile baskısı. Seyyardan bir üst noktaya geçince, yerine monte ettiği kişiyi takip ediyor. Dürüst adam, yapacak şey yok, o da içip intihar ediyor.. Hiç bir iş yapmamak da sona götürüyor.

“Maria Braun’un Evliliği”nde 1945, 3. Reich’ın yıkılışı ile evlilik kurmaya çalışan insanlar. Beethoven – Dokuzuncu, Üçüncü Bölüm. Sirenler. O dönemin kaosu.

Fotoğraf kolajları. Bizim Ali. Merdivenli üçlü. En altta ayrışmaları. [Fotoğraf gösterisi üzerinden yürüyen bir konferans bu.]

Duyguyu vermek icin parçalı yerleştirme. Marketteki adamın bakışı? Bulunmaması gereken yaratık Ali diye. Özgürlüğün Zorbalık Hakkı (Fox Friends) filmi. Kendisi küçük adamı oynamakta o filmde. Sürekli loto oynayan Fox küçük kumarla büyük bir para kazanıyor. Onunla ne yapacağını bilmiyor. Sınıf atlatma telkini yapan kişilerle kıyafetini değiştiriyor, sonra aldatılıp kullanılıyor. Geri eski hayatına dönmek zorunda kalıyor. Franz Biberkopf da benzer yaşayan adam. Aldatırken bile aldanan bir adam.

Fassbinder’in küçük adamları duygusal dil kullanan insanlar. F. Biberkopf da iletişim kuramıyor. Duygusal dil kullanmaları aynı çizgide değillerse yetmez. Dört Mevsim İçin Satıcı (Dört Mevsim Satıcısı, Handler der Vier Jahreszeiten), satıcılı film.

Fassbinder’i cinsel kimlik üzerinden okumak yanlış olur, yetersiz olur. Filmlerinde kimlik değişse de filminin okunması değişmez. Fark ettirmez. Öyle de okumaya kalkılabilir, çevirsek de olur, Almodovar’dan farkı o; Almodovar’ın film anlamı cinsel kimlikle sıkı sıkıya bağlantılıdır, çevirmeye direnir. Petra von Kant da Fassbinder’dir, Martha, Emmi veya Biberkopf da.

İbrahim Demirel’in 1970–80’lere yayılan, Almanya’daki göçmen Türkler kareleri. Almanya’da Türk işçiler. Bayrak, Atatürk, Cami. Çoğu görüntü Anadolu gibi. Duş tertibatları, politik imgeler. Politik göçler (politik sığınmacılık) da olmakta o sıra.

Fassbinder geniş mekan kullanmaz. Sıkışmışlık, çerçevelenmişlik var. Ruhsal durum yansıtıcı, kendini anlatan hikayeler. Ali’de ferah mekan var, onun ruhu farklı. Aradan, bir şeylerin içinden görüyoruz. Kadraj anlayışı var. Filmden, filmin iç mantığından da geliyor, kendini sergilemekten de. Auteur’lerin tek hikayeleri vardır; kendileridir, onu anlatırlar. Binbir çeşitte ve surette anlatırlar.

Franz Biberkopf. Kendini onunla özdeşleştiriyor. Fassbinder gerçek hayatta da onunla yaşıyor. Kopamıyor. Kalp krizi geçirip ölen karakter. Ki ölüyü soyuyorlar. Kendi ölümünü öngördüğü sahne bu. Filminin sermayedarı ölüsünden, yüzünden mask alıyor, maskıyla para kazanmak için. Kendi sonuyla paralellik.

“Veda Vakti” filminde kendi oynuyor gene, FRANZ ismini filmlerinde çok kullanır. O filmde annesi onun mezarı başında ona dua ediyor. Neşet’in dediği gibi. Yaşamında “Çok az zamanımız kaldı,” durumuyla yaşamış. Çalışma temposu mu onu bitirdi? Az zamanı kaldığı için mi çok çalıştı? Öyle çalıştığı için 44 film yönetmiş.

“Maria Braun’un Evliliği” Koca yok. Cepheye gitti. Cepheden dönüş, istasyon sahnesi. Kocasının resmini gösterip dolaşıyor. Birçok kadın öyle dolaşmakta, sormakta. O toplumun üzerindeki travması. “Kayıp ve/veya Ölü” ilanıyla. Varveyayok. Hemvarhemyok. Hayatın içinde sürekli engeller var. Şehri bile perdeyle, parmaklıkla görüyorsun. Orada Amerikalı. Zenci. İkincisi de zenci. Yakın plan ve Maria Braun’la ilişkiye giren zenci. Kapıya gelmiş kendinden ümit kesilen koca. Ona bir tokat atmış, yere yıkmış. Amerikan dönemi. Jenerik sahnesi, Fassbinder’in doğum yılı. İlk on yılı 1945 -55 arası. Almanya yıkılmış, yeniden yapılıyor.

Yakın flu, uzak haç sembolleri.

BAP: İki melek kahramanın yanında yürüyor. Her şeyin aydınlığa kavuşacağı an yaklaşır.. Pişkin suçlu. Kendi kendine bırakılsa ne olurdu? Sıradan biri. Böbürleniyor. Hapı yutmuş. “Mieze burada mı? Hayatı, ölümü ciddiye alma! Niye yatak yarasını bekleyeyim? Neden yerde kalamıyorsun? Sıradanmış gibi görünebilir. Anlamsız. Yetişkin olmayı farkında olmadan becerememiş. Bu kurtarma zahmeti neden öyleyse? Aslında kimse güçlü değildir. Bir bakmışsın o seviyeye (yer düzeyine) gelmişsin. Tüm kötülük ve cehaletten geçerek..

14. bölümün girişi. Bu bölüm romanda yok. F. Biberkopf’un hayali üzerine Fassbinder’in kurduğu hayal. Kendiyle hesaplaşma. Kişileriyle. Reinhold’u var. O da bir Biberkopf. Çelişkilerin hepsini barındırıyoruz. Sürükleyen bu. Yaşamakla ölümün çelişkisini çözmeye çalışan. Tavır koyarak değil olduğu gibi görerek.. [Burada M.İ. Jung konusunda bilgi vermeye çıkar sahneye: “İlk aklıma gelen, içimizdeki arketipler, gölge, çocuk, bilge gibi enerji kompleksleri. Fassbinder hepsini çok canlı yaşamış, alter egoyu, alter kişilikleri ona yapışıp kalmış. Normalde yapısı, sergiledikleri onu borderline, narsistik, bazı bazı paranoid olarak etiketlememize sebep olur. Bir yerde çelişkisini serbest bırakmış. Yaratıcılıkla çelişkisini hem sergilemiş, hem aşmış. Ölüme doğru gidişi özgürleş(tir)me olabilir mi? Ölüme soğuk da bakabilir, ölümü seviyor, ilgileniyor da olabilir. Ölümü içine atmasıyla da ilintili olabilir. Onu tanımadan, daha fazla şey bilmeden farkı bilemiyorum. Ölüm nasıl olursa olsun, kendi başına özgürleştirici bir tema. Yek başına ve ilk kez yapıyor değil, bir kültür-düşün zincirinin son halkası olarak da bu noktadadır. Nietzsche, Kleist, Hölderlin, Zweig ile aynı zincire mensup olarak yapabilir. Bunlardan Nietzsche ve Hölderlin gerçekten ölüme gitmemiş, ölüm eşdeğeri deliliğe girmiştir. Fassbinder öncülleriyle hesaplaşabilir, veya onların sesi olabilir ya da ikisi aynı anda olabilir. Çağdaşlarıyla olduğu gibi.”]

Yer: Aksanat, Beyoğlu – Tarih: 15 Kasım 2011 (Notlar: Mehmet İbiş)

PANİK ÜZERİNE EDEBİ-DİNAMİK-BİLİŞSEL

Panik atağı için kısa, özlü bir Türkçe terim: Koşkoş! Hasta keşfi. Bir başka panik hastasının panik atak benzetmesi: Volkanik Atak.

Ürkü, topluluğu veya bireyi saran korku olarak doğru izlek. Atak ise o denli değil. Saran, yayılan, etkisi ve baskısı altına alan. Gerilime ve gerilim filmine uygun. İçimde panik terimine karşı mesafeliyim. Sakin ve derinden korku olabilir ve daha iyi olurmuş gibi geliyor. Tüyleri diken diken olmak ürküye ait gibi. Ürkünç, ürkmek bu yönde yol gösteriyor. Paniksiz ya da sadece içsel panikle ürkü yaşanabilir. Nasıl olduysa ürkü sadece çağdaş Türkçecilerin ve kırsal halkın gündeminde kalmış, kitlelerin ilgisini çekmemiş. Eski Yunanmışız gibi bize Panik çok yakın gelmiş, benim benimsemeyişim önemsiz..

Panik kendini dinlemeyle ilintiliymiş. Kendini dinleme ise kendini bilmeme ve kendine güvenmeme ile. Yoksa özgüvenin sonsuz olması beklenmez. Zannımca yapısı panikli bir sevdiğim bilmeden doğum anını anımsıyordu. Onun doğumunda vakum kullanılmış ve bir iki kez kopuntu olmuş. Ani seslerden olağandışı ölçüde ürküyordu. Yorumum, o vakum sesine ve benzerlerine tepki vermeyi hala sürdürüyor.

Boğaz Köprüsü’nün halatı kopar mı diye sormak gibi. Hasarsız ve sağlam raporuna rağmen depremde kendi binası da hasar görür, yıkılır mı şüphesiyle içeride nah oturmak gibi. “Yıldırım düşse sen tutar mısın baba?” diye soran küçük reklam çocuğu gibi. İpin ucu derken, ip/halat boştayken bela demektir: Korkanın sorusu ip ise, ucu bağlı olmalı, bir şeye/yere ilgilenmelidir. Açıkta kalırsa ipin ucunu birisi kapıverir. Kapılmadı diyelim, belirsiz uç, yanıtlanmamış soru büyük yük. Açıkta kalan soru hem genel huzursuzluk yayar, hem beklenmedik, istenmedik şekilde yanıtlanabilir. Kötü olasılık yanıtlarından kaçınma soru sahibini kurtarmış olmaz.

O postacıyı kasapla karıştırıyor. Sanki mektup teslim edilir edilmez adresinde boğazlanacak.

Kalabalığa gelemiyor: Araf, mahşer çağrışımı. Ölüme de uzanabilir ucu, Yunan Agorası’na da. Yani seks günahları ve ilintili korkulara da. Uygunsuz yerde görülme, basılma, performans ayrıştırılmalı. En azından mahşer kalabalığı = kalabalık mahşeri denklemine oturuyor olabilir. Öldük de hesaba mı çekileceğiz? Yoksa bu kalabalık savaş filleri gibi beni ezip çiğneyip geçecek mi?

Bir yandan, durduğu yerde duramayış, panik olmayan pek çok insanla ortak noktası. Bir korku var, onu kendi söylemiyor, korku görünüyor. Hazır bir şeye öfkelenmişken (yani korkmuyorken) başına iş alır, elinden kaza çıkar diye de kendini tutuyor. Sonunu ucunu görememe, bazı acı istenmedik sonuçları göze alamama da bir korku. Veya hatta kavgaya karıştı diye sokaktan/camiden dönüşte annesi kulağını çekebilir?

Yetişirkenki “ayıp”ın ucu cıs’a, oradan güvensiz korkuya uzanmış. Panik hastalığı, hızlı yayılan bir dedikodu gibi. Bir ucu toplumsal. Kendini tabansız bulan da tepki veren çocuğunu desteklese iyi sonuç alacak. Zor olabilir, yavaş olabilir. Başka şey kar etmiyorsa, içindeki çocuğu yeniden büyütme, eğitme, şekillendirmeye iğneyle-kuyu-kazmalara girişmesi zorunlu.

Karşısındakileri kıramayışları için, “Kıramadığım insan da ben insan değil miyim?” sorulacak. Bazısına ceza kesmeye, zor görev vermeye korkmasın. Kendi cezalarını ödemeler onu öldürmeyecek, diriltecek, cesaret yolu açılacak. Sosyal üstüne gitme görevi.

Kaçaklar da sonuçta herkes kadar cesaretlidir. Kaçma, yakalanma riskini alma, er geç ödevleriyle baş başa kalma.. Bazı kalıplar aileden ve kendi çocukluğundan, çocuksuluğundan gelmeymiş. Sırf siren veya polis düdüğünü duydu diye suçsuz yere polisten kaçan biri gibi. Tavşan Yürekli Rişar durumu.

Köşeye doğru düzgün sıkışsa da, kaplanlaşan kedi olsa..

Terleme bile kriz dürtücü onda. Ter varsa, çarpıntı varsa, vardır illa bir şey. Düşmanı davetiyeyle çağırmak gibi. Öte yandan basitçe konuşma bile gerek paniği, gerek iç düzenini düzeltiyormuş. Dikkat çelme, yanıltma olarak konuşma? Her türlü iri ufak düşmana her türlü iri ufak destekçiyi çağırma. Geniş cepheci, hepimiz kardeş olalımcı, kopamayan ayrılamayan olarak panikli.

Terapist de acaba boş boş ve gıcık gıcık konuşmayı kesse mi? Çok ileri gitmiyor mu? Kusturmaz mı böyle? Bir sayrının özgün katkısı hastalığını “mangal kömürü külü” olarak betimleyişi. Bakarsın bom boz, soğuk duruyor. Bir üflersin yangın gibi alev alıyor. Fazla korkuşu ve erkenden kurtuldum hayalciliği. Bir öteki de içindeki kıllı canavar içbenden kaçıyor. Hatırlı tanıdık olarak terapistini haklı ve talepkar King Kong’u yatıştırmaya çağırıyor. Hastanın kaçamakları rüşvetle iş görmeye benziyor. İlaçlar da düzelip gelişmeye değil, borcu borçla kapamaya harcanabilir. Atak anında karakolda dayakla itiraf saati. Peşindeki belirsiz sakinlemede mahkemede yalan söyleme hali. İçerisinden kaçış yok, illa düzel de düzel, güçlen de güçlen diyen bir bünye var. Her şeyle korkutacak, zira beyin-bilinç kardeş yaşamı taşıma, kendine hizmet, gönlünü hoşlama görevlerini ölme eşeğim ölmelere kurban etti, güvenilirliğini yitirdi. Artık direngezi-beden satılmış beyin yönetimine güvenmiyor, sahibin kendine yaklaşması gerek. Beden anlayacağı dilden tehditler savurmaya başlamış bir kere. Akıllı ol, aklını alırım diyor.

SU ADA

Açık Deniz Aşırı

(Kapalı)
(Yalnız)
(Loşlukça uzanıyor)
(Yolda bir insan yok)
(…deniz kapkaranlık…)

– Adaakıllı –

Canım uykunun hızlısı
Koltuk uykusu,
Kısa battaniyem – göğsümde kitap

..Karacakara – orta Gök ada – alacakıranlık..

Yumurta piramidi dağılıp
j – l – k – b
Rüyalar adalara düşlere eklenir

DEVEDİKENİ

Deve dikeni, öfkeli oturan şehir

Küs değil, yarılış; yedi yıl meydanda

Kabul itilsem bilelim.

Şiddet desen şiddet boşanırsın

Yatma ayrı, kapı kilitler -yüzsüz değil, gel gelene yatmazım

Rezil olmak en şey, saymadım

Saldır, var kullan, köşe ben bağır.

-En hası savunma.

Şiddetsem, güçlü sen -avucumu yalamışım,

Kına açıkla ayrıl dava mı, onaylat

Karanlıktan yiteyim, Demokles cezamız.

Kırmızı çizgi kararış, atama ucuz pahalı sorgusu.

Hizmet ben kör, karı karar ayar

Kerhen taşınmaktan bıktım, zor kırım bozuşmalar

Yap, söz tavır sorumu, çekişme yetkisizliğin..

***

[Tıpkısının değişiği Öfkeli Oturan Şiir]

MEKTUP VE KASIMPAŞA DÜŞÜ

PLATONİK MEKTUP

H, şu anda sana karşı durumum ne lüks! Bunu hak etmiyorum. Artık hareket etmeli ve bu lüksü yitirmeliyim.

Senden uzak durdukça aramızdaki şeyi hem soğuk hem temiz tutmuş oluyorum. Böyle mi oluyor? Bunu ben mi yapıyorum? Yaklaşık öyle. Uzaktan ben sevgi duyunca olasılıkla bunu farkediyorsun. Belki sen de bir şeyler duyuyorsun. Ama sen de hareket ile davranmıyorsun, eylemsizsin. Sende kendimi görüyorum. Sana yaklaşır, sana açılırsam kötülüğümü göreceksin. O zaman da reddedeceksin, belli. Uzağında durduğumda avantajlı oluyorum. Kaybı göze almam gerek; belki de seni kaybetmeliyim.

Yakınındayken içim yumuşuyor, ama tek yönüm bu değil. Başkalarına da istek duyuyorum. Zaten ilk tanıştığımız zamanlardan beri sana bunu savunmaya filan da çalıştım. Yalnız, savunduğum sadece yapımdı, gösterdiğim sadece bir kavramdı. Kendi bütünüm açısından gizlenmeyi, açığa çıkmamayı, açık düşmemeyi, açık konuşmamayı, sözel olmayan mesajları yeğledim. İçimi yumuşattığın, içimi doldurduğun da gerçek. Bunu bilmeye hakkın varmış gibi geliyor; nasıl her şeyi bildikten sonra reddetmeye hakkın varsa.

Ben reddedilmekten hep çok korktum. En sevdiğim kişiler hep beni reddedecekmiş gibi geldi. O yüzden gitgide ikiyüzlü oldum sanırım. Geri çevrilmemek için çoğu ilişkimi, belki hepsini kendim başlatmadım. Adeta kadıncasına bekleyen, baştan çıkaran-çıkarmaya çalışan, sonuçta bekleyen oldum. Beklediğimde açık olmayı, bildiğim yönlerimi göstermeyi, durumun lehime olduğunu anlamamdan sonrasına bıraktım. Gene ikiyüzlülükten, önceki kadınlarıma haksızlık ettim. Gizliden, kaçarlarsa kovalayan, kovalanınca kaçan oldum galiba. Belki sen de istemeyince kovalama, ardından sürüklenme isteği duyacağım.

Aşkta hayran olmayı seviyorum. Hayran olmadığımı pek de sevemiyormuşum gibi gelir. Seni düşününce epey farklı bir hayranlık yaşıyorum. Bunca zamandır bendeki değerin hiç azalmadı. Yalnız bu uzağından bakma nedeniyle mi oldu?

Aslında seninle kendimi yan yana hayal edemiyorum uzağındayken. Sadece yanındayken çok farklı oluyorum. Uzaktayken olanaksız geliyor. Daha önce hiç kendi evinde yaşayan sevgilim olmamıştı. Senin, bildiğim kadarıyla önceden hiçbir ilişkinin olmaması beni korkutuyor. “Yalnızlığa şimdiye dek boşu boşuna mı katlandı? Yakıcı, karşılanması olanaksız istekleri vardır mutlaka. Hatta kendi bunu bildiğinden gönlünün çektiklerini uzak durarak ateşinden korumuştur,” diye düşünüyorum. “Şimdiye dek tek yaşadı, ama belki de içinde ERİME isteği vardır, sınırları kaldırma isteği vardır.” Direttiğinin dışında hiçbir şeye katlanamazmışsın, o yüzden oruçtaymışsın gibime geliyor. Bütün bunların hepsi ürkeklikten, güvensizlikten gelebilir mi? Binde bir olasılık, daha da az.

Senin hakkında taşacağım zamanı beklediğimi fark ediyorum. Bir tür kendi kendini doldurma süreci. Aklıma sen geliyorsun, düşünüyor, hayalime uydurmaya çalışıyordum ama net hiçbir şey yapmıyordum. Hayal içimde büyüyecekse daha büyüsün, kendini bana kanıtlasın diye. Hayalin gelip geçici bir şey değilmiş. Şimdi kendini bana yazdırmasından anlıyorum bunu. Bundan adım kadar eminim. Beni çaresizlikle doldurmayan şeyleri kağıtla paylaşmıyorum.

Bunları, bilesin, sana mektup gibi yazıyorum, ama kendi içime bakarak. Çoğu durumumda olduğu gibi bunda da ikili bir şey yaşıyorum. Hani sorsalar “Kararsızlık-ikirciklilik benim kişiliğimdir,” diyeceğim. Yazdıklarımı senin okuma olasılığın, belki böyle bir plan, bu da hoş bir duygu. Biraz ince, biraz ezici, burkucu.

Sevgilim demek isterdim sana -hiç de dememek. Konulan her adın, yapılan her tanımlamanın bozucu bir yanı var. Ama bozulacaksa ne yapabilirim? Bu halimle hoş olsam hiçbir şey yapar mıyım, hiçbir şey yazar mıyım?

Sen güzel bir duygusun, ama belki yakıcı bir gerçek olacaksın. Senin benzer duyguları başkalarına yaşatmış olma olasılığın da biraz yakıcı. Seni en çok V’den kıskandım. Kıskançlıkta hak olmaz, böyle bir kıskançlığı açıklamaya hakkım var mı bilmiyorum. Kıskanma da neyi gösteriyor?

Bunlar sana kendimi yok ettirmekse -ya da tersi seni bana, yani amaç buysa ne olacak? Sevilmeye, olduğu gibi kabul edilmeye katlanamıyor da reddedilmeye (istenmemeye) mi çalışıyorum? Bu belli mi? Yazılarım sana ulaşsa ne olacak? Hatta sadece yazmış olmamdan sonra ne olacak? Yani neyi değiştirmekteyim şimdi? (17 Nisan 1995, Pazar 15:30)

KASIMPAŞA DÜŞÜ

Kasımpaşa’daki evimizdeyiz. Ev dayalı döşeli. Serhat olasılıkla N ile, ben Ç ileyiz. Kuzeydeki oda gene benim, ama sonra anlaşılıyor ki güneydeki oda kapalı/kilitli. Belki dışarıdan gelerek iki çift odalarımıza kapanıyoruz. Biz Ç ile hemen sevişmeye başlıyoruz. Sevişmenin sonlarında onu yataktan zemine sürüklüyorum. Aslında yatağı çok da anımsamıyorum. Gürül gürül boşalıyorum, neredeyse içine boşaldığım halde belim dışına sırtına kadar taşıyor. Hemen telaşlanır gibi, sırtından boynuna akmasın diye elimle belimi geri sıvazlayarak temizliyorum. Sonra bu bolluğu Ç’ye gösteriyorum. Burası iyi ama belimden dolayı bir kirlilik, suçluluk da duymaktayım. İkimiz de belin duvar kenarına kadar sıçradığını fark ediyoruz. Bu görünen dağılan belden güçlükle hoşnutmuşum gibi yapıyorum ama hoşuma gitmiyor. Zaten sevişirken konuşmadık ve belki zamanından önce gelmişim.

Ç’yi odada, zeminde bırakıp dışarı çıkıyorum. Serhatların bazı eşyaları salonda, Serhat’ın odası kapalı, herhalde içinde depo malları var. Evi devralanların malları diye aklımdan geçiriyorum. Kapalılık beni çok da şaşırtmıyor. Duş almam gerektiğini düşünüyorum. Duşa girecekken Ç’nin kardeşi M’nin dipten, merdivenlerden yavaş yavaş yukarı geldiğini duyuyorum. Sakin geliyor, ve gelişini beklemediğim halde şaşırmıyorum. Hemen duş için odaya giriyorum. Bu odanın Serhatların konakladığı oda olduğunu anlıyorum. Sanki duş almak için onların eşyalarını biraz kenara toplamam yeterli. Galiba odada Serhat yok, sadece N var ve N bana ne yapacağımı gösteriyor. Duş alıp almadığımı bilmiyorum. Bu oda Kasımpaşa’daki evimizin deposuna denk geliyor, onun yerleşiminde. Düşte gerçekten bir oda büyüklüğünde. Aslında duşun hemen yandaki ufak bölmede olduğunu odaya girince anlıyorum. O oda da duş almaya uygunmuş. Yanlış odaya gelmek sorun olmuyor.

M’nin eve geldiğini biliyorum, ama onunla karşılaşmadan evden dışarı yalnız çıkıyorum. Yüzünü görmediğim halde M’nin üzgün, üzgüne yakın olduğundan eminim. Ayrıca Ç’nin yanına gelmesi iyi diye düşünüyorum, benim yokluğumda onunla ilgilenir.

Dışarı sanki bir şey için, bir şeyler almaya çıktım, ama ne olduğu, ne yaptığım belli değil. Galiba bazı dükkanları dolaştım ve ekmek aradım. Dönüşte sanki devreye babamlar giriyor. Ya onlarla eve döneceğim, ya da onlarla beraber minibüsle bir yere gideceğiz. Sanki şehir içi bir dereciğin üstündeki köprüden geçiyoruz. Evden fazlaca uzaklaşmışım diye düşünüyorum.

Sonunda eve değil minibüse geliyoruz, yüzünü gördüğümü anımsamasam da babamla olduğumu biliyorum. Elimde ekmek olabilir. Minibüsümüz bej bir Peugeot galiba. Evle ilgili bir şey anımsıyorum. Ne olacak bu ekmek, yemek işi diye düşünür veya konuşurken ben “Evde nasıl olsa yaptığım yemek var, her şey hazır ve yolunda,” diye içimden geçiriyorum. Düşümdeki bu yemek dün gündüz yaptığım patates yemeği. Hazırda o yemeğin olması beni çok rahatlatıyor, sanki bir şeyden kurtarıyor.

Minibüsümüzün yanına geldiğimde, yola çıkmadan önce bir onarıldığını, içinde bir usta veya çırağın bulunduğunu görüyoruz. Ben çırağa bir şeyler hatırlatmak zorundayım: İki tarafın tekerlerini mi, koltuklarını mı, galiba teker dişlilerini ayırmasını isteyeceğim. Bağırdımsa da ona sesimi duyuramıyorum. Duyurmak için minibüsün içine çırağın yanına kadar gidiyorum.. Tam derdimi söyleyecekken “işini bitirdiğini” söylüyor. Yanına geldiğimde zeminin kapağını kapattı. “Teker dişlileri ayrılacaktı.” diyorum, karşı çıkmıyor. “Sonra yaparız, önemli değil,” gibilerden mimikler yapıyor. Sonunda ertelenebileceğine ben de kendi içimde ikna oluyorum.

Şöyle bir minibüsün içine göz gezdiriyorum, herkes içinde galiba. Babam, annem, galiba kız kardeşim, emin değilim ama belki Serhat. Sağda ön oturaklardan birinde Ç ve M. Sakinler, birbiriyle söyleşiyorlar, belki biraz üzgünler. Yolculuğa hazırlar. İçimde bir huzursuzluk var. Bu huzursuzluk bekleyebilir ve ben onu bekleteceğim. Ç ile M’nin hallerinde bir suçlayıcılık yok, ben suçluluk duygusundan tam uzaklaşamıyorum. (07 Eylül 1997)