Çocukluğumda, bütün yaşıt veletlerle nöbetleşe paylaştığımız taştan kamyonumuzda fotoğraf çektirdim. Evimizin hemen üst başındaki yerli kayalardan biri. Şoför mahalli veya direksiyonun ardına oturuluyor, bacaklar iki yana ata biner gibi ayırılıyor. Kayanın sağ tarafında yolcu rolü yapanları oturtacak yatay boşluk var. Sanki kamyonu değil, tümüyle dünyayı sürüyor olurdum. Bu kaya kamyonun hemen arka tarafında, gözlerden koruyan, üç kayanın bir araya yaklaştığı ve basamaklarına alaturka tuvalet gibi oturulabilen taştan tuvaleti biz çocuklar keşfettik, sonraları ufak eklemelerle büyükler gerçekten dış tuvalet haline getirdi. Gene buraya ve eve yakın başka bir dikey çakılı kaya kompleksini un değirmeniymiş gibi kullanırdık. Yan yüzündeki bir deliğe elimizle kuru kum döküyorduk. Sanki kum saati akıntısı gibi. Sonra o kumlar, göremediğimiz bir taş-içi-kanal/güzergahtan ilerleyip, taşın daha altlara yakın bir deliğinden değirmen unu gibi aşağı akıyordu. Bunlar hep bizim için gökten indirilen birer oyuncak ve çocuk teknolojisi.
Bu, taş yüzlerinde keler kertenkele gibi gezinme oyunlarımız aslında çok tehlikeli sayılmalıydı. Düşsek de tehlike, çarpsak da tehlike. Hiçbirimizin düşüp yaralandığını anımsamıyorum, bu sadece şans. Bu oyunların hırsıyla rekabetinde birbirimizi hırpaladığımızı ise çok iyi biliyorum. Kızkardeşim, gerekirse komşunun erkek çocuğunu ısırıyor, akşama annesini anamıza şikayet ettiriyormuş. Ben aynı komşu evinin bir başka çocuğunun -Kara Mehmet- kafasını taşla yarmıştım. Halamın oğlu olan Büyük Memet’le birlikte de elma ve armutlarımız komşu çocuk talanına uğramasın diye devriye gezer, kendimizce nöbet tutardık. Şimdi bakıyorum da bu taşlar, sabit şekilli noktalar ne kadar önemli mekanlarmış. Büyükler başımıza fiilen bir iş gelmişse icabına bakarlardı, yoksa çocuk güdecek değiller ya. Bizi doğa büyütüyordu. Keçilerimizin durakladığı taşlıkları, yan duvarlarındaki kuş yuvalarını bozduğum Onbaşı Taşı’nı, köyün dağlık meralara açılan üst sınırı Samantaşı’nı, evsiz meczubumuz Havana’nın kuytularına sığınmaya çalıştığı Samantaşı alt kayalıklarını, eski para gömüleri aranmış dörtgen yapılı dört dikey taşın arasındaki açık hava hücresini, Kalkamak Taş civarındaki, büyüklerden saklıca cinsellik oyunu denemelerimizin mekanı, tabla taş altındaki minik mağarayı hemen ilk sayışta anımsayabiliyorum.
Köyün karşı yamacında bir şifreli nokta var: Atlı Taş. Köklü bir kayanın yüzeyinde, çerçeve içine alınmış biçimde atlı adam kabartması var. Eğer orası uzakça olmasa, tam bekçisi kesilirdik. Atlı adamın çevredeki bir gömüyü işaretlediğinden öteden beri şüphedeyizdir. Bir başka mekan, açık havada içki içmeyi sevenlerin ve yalnız ruhluların akşamlayıp gecelediği Ardıçlı Taş. Köyün biraz dışındadır, Eren Dağı’nın dibindedir, Beşiktaş ise antik çağ teknikleriyle oyulmuş, sade bir lahit (etyiyen) taş. Evlerin merdiven diplerine, duvarlarına yedirilmiş Likya site kalıntıları, düzgün taşlar, bizi zenginliğinin farkında olmayan kültürlüler haline getiriyor. Tabii uygar olmaya, birbirimize iyi davranmaya gereksinim duymuyoruz. Daha çok, hepimiz köycek ileri geri, ayıp meşru her şeyi mavi gök ile Tanrı ve Tanrılar altında düşünüp duran filologlarız.
Bir başka yaramazlığım, ikindi üstleri köyün alt mahallesinden bana katılan Nihat ile, Kara Hasan’ın Hüseyin’in yamaçlarında, taş oyuklarında özen ve ısrarla keler arayıp, ufak ellerimizle kuyruklarından asılıp açığa çıkarışımız, bir süre kıvranmasını izledikten sonra, hak dine yeni alanlar açan misyonerler gibi kafalarını ezişimizdi. Şimdilerde buna mazeret bulabiliyorum. Galiba o zamanlar büyüklerimiz, kertenkeleyi, “Allah yok diyor,” diye kötülüyorlardı. Biz durumdan görev saptayıp ava çıkıyorduk. Keler kısmısı başını “hayır, hayır” der gibi geri kaldırmasıyla meşhurdu. Bu keler yorumunu unutmuş olurdum da, köyde annem ilk fırsatta teolojik yorumunu anımsatıp kafamda ampulü yaktı.
