CUMA – PAZAR

Cuma günü boy abdesti almak, demek sünnet grubundan uygulamaymış, hadisi varmış. Ben babamın, annemin uyması dolayısıyla uyuyormuşum. 

Cumaları, her cuma olmasa da ikisinden birinde ailenin erkekleri, çocuklar dahil cumaya giderdik, yunup paklanıp giyinerek cumaya hazırlanırdık. Cuma ve bayram günleri işler tavsayacağından, aksayacağından, canı sıkkın babamın yanına yaklaşılmaz olurdu. Her cuma olmasa da her bayram döneminde mutlaka annemle kavga koparır, burnundan soluyor olurdu. Ailesiyle bunu mutlaka paylaşırdı, kendi karnında tutamazdı. İş uğruna ölürdü denecek adamlardandır.

Demek böyle bir hadis, uygulama ve onun inancı olmasa cumayı, pazarı, bayramı yalnızca düşümüzde görecekmişiz. Babam bu kezliğine cumaya gitmemek için fazla diretirse, ben burnumdan soluyarak, edilgen şiddeti kendimde uygulayarak öcümü alırdım. Vücudumla demiş olduğum söz: “Yaptığını beğendin mi!” Söz verilen cuma askıya mı alındı? Düş kırıklığına mı uğradım? Orak biçiyorsam her yanımdan kan ter boşalacak kadar aşırı çalışırım; kendimi paralarım, nohut yoluyorsam hapaz hapaz yolarım.. O hırs ve acele içinde ürün tanelerinin saçılmasına aldırmam. Titiz ekin destelerim olurken o anlarda bütün destelerim alabruz tıraşı gibi saçılır. Ne yapayım, benim özümde de şiddet ve saldırganlık fazlaymış.

Ne yaparsa yapsın yine de babam sonunda gerekene teslim olmuş olurdu. Birinde götürmese, öbüründe burnumuzdan getirse de kendisi için cuma inanç zorunluğuydu. İşte rota o normale döndüğünde anam dahil ötekilerimiz derin nefes alır, “oldu bu sefer” gibisinden gözlerimiz parlamaya başlar. Adeta cuma bayramı karşılığında ödünler vermeye hazır hale gelirdik. Örneğin cuma sabahı kısa süre, kuşluğa kadar hep birlikte çeyrek günlük değil, çabayla yarım günlük iş çıkartırız, ekstra güç harcarız.. Uslu durma sözü. Cumaya gittiğimiz Seki’de para harcama için ısrar etmeme. Bir kısmı sözel, pazarlıksal ödünler değil, içeriden. Ama muhatap babamın algıladığını bilir şekilde. 

Tabii cuma için yıkanma faslı her zaman çok özeldi. Yıkanacak, suya’tınacak herkes anamın elinden geçerdi. Babam bile değil, özellikle babam. “Herifinin çarşı pazarda temiz, ve iyi giyimli olması kadının şerefidir,” derdi anam. Acaba yıkamaya paklamaya değin bir saplantısı mı vardı? Yaşlıların yıkanması da ondan geçerdi. Yaşlı konukları, komşu evinde yalnız yaşayan Süleyman dede gibi yaşlı akrabaları. Hem bunlar babamın akrabalarıydı, kendinin değil. İlyada’daki toplum düzeninde de konukların yıkanması o evin ve hanımın sorumluluğundaymış gibi bir Azra Erhat bilgisi anımsıyorum. Öylesine o soydan, güneydeki Troya’ymışız gibiydik. Yıkanınca saçlarımızın ışıl ışıl olması gerekiyordu. Bu erekle gerekirse tırnaklarını çapa gibi kafa derimize saplar, zımparalardı. Tenekede pıynar ağacının külü üstünde yatıştırılmış kaynar su ile yıkanınca saçlar çok güzel parıldardı. Bazen kil de ekler, saçı başı kille yıkardı. Yıkamayla ilgili terimlerinden biri ezinmekti mesela. Anlaşılır. Bir kadın tarafından yıkanmak racalarda, şeyhlerde rastlanacak lükstür. Banyodan sonra en güzel gömlekler giyinilir, kolonya sürünülür. Gerçekten hepimiz taptaze yemelik olurduk. 

Ailemde nedense sadece anne kokusunu unutmuş sayılırım. Dolambaçlı düşününce bunun ondan ayrılabilmekle ilgili bir dalavere olması mümkün. Anne ve kız kardeş kokularını ihmal etmem dışında babam, iki erkek kardeşim, dedem, kendim çok güzel kokarız. En son güzel kokanlar kervanına Özcan’ın oğlu da katıldı. Ten kokusuna güvenim en utangaç, kendine güvensiz zamanlarımda bile tutamağım olmuştur. Hepimiz giyindiğimizde -babam giyinmeyi bile bilmez, onu da baştan sona annem giydirirdi, belki iki uyanık karşısındayız- annem karşısına alıp seyreder. Çok beğendiğinden, “Çocuklarım, buduranızı (apışarası) kaşıyın, götünüzü kaşıyın, nazar olmazsınız, ceplerinize de çöreotu koyayım,” diye oramızı buramızı otlar üfürüklerdi. Sanırım bir kız üç oğlan çocuk anası oluşuyla ilgili, gözlere sokmadığı bir gurur kibir içindeydi. Çevresiyle, rakibe kadınlarla her konuda olduğu gibi buralarda da aşık atıyor, sessiz zaferler kazanmaya bakıyordu.

Cuma namazı dindar ve toplumun içinde, tanımlı olmanın çok incelikli, işleyen bir yoluydu diyebilirim. O mini cuma bayramı kendini hep tekrar üretirdi. Cemaatin içinden ruh olarak dışarı kaymaya başladığımda büyük bunalım yaşadım. Üniversite kopilliğimin başlarıydı. Artık ben sizin bildiğiniz, büyüttüğünüz çocuk değilim. İnançsız, tanrısız kalmış, tanrıyı kendimce kovmuş bulunuyorum. Böyle de saygı görmek istiyorum. Ben inandığını ve inanmadığını açıkça söyleyen, sorumluluğunu alan biriyim. Kendimden bu önemli bir beklentim.. Demek istediysem de, babama açılmaya gittiğimde sözleri itirafları içimden çıkaramadım. Otoriteyle baş edemeyen, saygı hele sevgi kaybından korkuyla soysuzlaşan sinik halimi görüp, ikiyüzlülüklerimi katmerlendirdim. Ondan sonra, onların yanındayken bir süre inanmadan gündelik yalancı otomat namazı kıldım. Aslında abdestsiz mabdestsiz camiye gittiğim oldu. Ezbere bildiğim duaları bilerek unutmaya çabaladım. Çocukluğumda öğrendiğim duaları, sureleri unutmayacağıma dair kendime söz verir, yaşıtlarımla ailelerden onay ve sevgi alma rekabetinde ön almaya çalışırken, geleceğe yönelik bahse de girerdim. Zorla da olsa unutabildim duaları. Yalnız, aile içinde değilken, dinsizleşme sayesinde eylemsiz müslüman olmayla ilgili ikiyüzlülükten büyük oranda kurtuldum. Özü sözü bir, sorumsuz borçsuz oldum. Rahatladım.. O kendini açamama, savunamama sorununu Tarsus Adana ikliminde arkadaş omzunda ağlayıp yumuşattım. Yavaş yavaş kendi olduğum kadarını kabullendim.

Şimdi bakıyorum, geçiş dönemindeki karışık kafayla bile, gözüme yakınlarla birlikte cumaya pazara gitme çok güzel geliyor. Pazar derken, bizim Seki bucağının pazarı da cumaları kurulurdu. Alışveriş için cuma en uygun gündü, bir taşla iki kuş vurulurdu. Seki pazarının artık sürekli sabit alanı var. Hala cumaları büyük pazar oluyor. Cumadan namazdan çıkıp acıktığımızda, hemen babamla bir veya birer fırın ekmeği omuzlardık. Yolsuz günümüzdeysek çılka yani kuru kuruya yer, bonkör varsıl günümüzdeysek ekmek içine helva koydurur yerdik. Yazları karpuz da alırdık. Karpuz hemen cumada yemek için değil. Annemin en favori atıştırmalığı. Anamın ve evin hediyesi olarak karpuz alır, dönüşte ikindin veya akşam karpuzu keserdik. Ekmek yanına katık olarak lokum aldığımız olurdu. Sade lokum bisküviyle (püsküüt) birlikte eve götürülecek kırıntıların başlıcası. Misafire de yarar. Lokum sonraları İstanbul’da yalnız yaşarken, ucuzunun peşine düştüğüm, evde hep bulundurduğum, arkadaş alaylarına yol açan, kuru üzümle dönüşümlü yastık altı afrodizyağımdı.

Dinden inançtan kolayca hızla kültüre, anılara dalıyorum. Her şeyi buradan yürüyerek evcil ve insancıl hissediyor, yordama çeviriyorum. Ruhum için bu geçişler eşdeğer mi, kaçak güreşme ve borç altında kalma mı bilmiyorum..

22 Kasım 2013

Mehmetİbish tarafından yayımlandı

Bu benim , içimden gelenleri, parmağımdan taşanları yazarak, gözümden dökülenleri fotoğraf olarak paylaşacağım, sevdiğim ve etkilendiğim filmleri yorumlayıp, favori kitaplarımdan küçük alıntılar yaparak edebiyatçılık, sanatseverlik havalarına gireceğim kişisel bloğum olsun.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: