Çocukken sadece benim değil belli başlı arkadaşlarımın da bisikleti yoktu. İlk bisiklete binen Muğlalı arkadaşım Hayati öncü ruhluymuş, sonra mahalle muhtarı oldu. Ben İstanbul’a parasız yatılı deplasmana çıkınca iyice gecikti. Edinmesi değil, öğrenmesi de gecikti. Edinmek için okulu bitirip memuriyete başlamam gerekecekti. Geç kavuşulmuş bir heves olduğu için ilk bisikletime, tecavüz veya işkence eder gibi binerdim, ilk üç ay içinde zincirini kırdım. Diğer geç doyum belirtisi de asla bitmeyen heves, hiç bıkmamak.
Fakültenin birinci veya ikinci sınıf yaz tatiliydi. Sonraları bir trafik kazasında ölecek olan arkadaşım Hakan’ın Yalova’da yazlıkları vardı. Hâlâ ergen yüksek liseliler gibi son vizelerden sonra Yalova’ya uçar, orada suluk, bataklık üs bulmuş biçimde göçmen delikanlılığımızı yaşardık. Hakan’ın bisikletine hemen el attım. Bisiklet öğrenmeye ilk başta arkadaşım Mustafa yardım etmiştir. Alıştırmalara kendi başıma devam ediyorum. Kendimce akıllı bir proje yaptım: Kafam karışmasın, önce sadece dengeyi kapsam yeter diye fren öğrenmeyi devreden çıkardım. Tabii direksiyonu da boşlamışım, ilk anlarda gidon hakimiyeti olamaz.
Sürebildiğim kadar sürüyor, durmak için kendimi bisikletin yan tarafına attırıveriyordum. Sanki Japon intihar pilotu kamikaze olarak eğitiliyorum. Bir derviş yamağı kadar, bisiklet tekerinin her dönüşünü terim ve deri sıyrıklarımla ödedim. Bu kendini atmaların pek çoğu yol kenarında bekleyen böğürtlenlere doğru. Dikenlere bulanmış ama ilerleme muzafferliği içinde ötekilerin yanına katılıyordum. Ayh uyh seslerimi de duyuyorlar. Bana gülüyorlardı, olsun.
Dengeyi hafifçe çözer gibi olunca, bu sefer kendimi cadde niyetine Gölcük-Yalova karayoluna layık buldum. Bu sefer, yoldan geçen kamyonlar yaprak gibi sallar, beni tortop peşlerine takmak ister oldular. Bu ne risk ve tehlike iştahı! Daha erken yaşta öğrenmeye kalksam ne yaparmışım bilmem, o dönem en az 18-19 yaşındayım.
Evet, memur olup aldığım kendi bisikletimle hayatım 10 ay aralıksız sürdü. Sonraki uzatmaları bisikletten saymıyorum bile. Eve çıkarırdım, her zaman merdiven demirine kilitlemezdim. Tuvalete bile onunla gitmek isterdim. Asistan olduğum Bakırköy servisine onunla giderdim. Terlettiğinden, servisin hasta banyolarında duş alırdım. Birbirimizi İstanbul’un aşağı yukarı her yerine götürdük. Bir at sahibi edasıyla AKM’nin bayrak direklerine bağlardım. Nerdeyse “yemini suyunu verin lan!” diyeceğim. En sosyal, arkadaşçıl dönemimi temsil eder. Ulaşma kaygısı yok, ziyaret ettiğim kişi evde var-yok sıkıntısı yok, park derdi yok, portatif.
Eylem olsun diye nükleer gaz maskesini takmalı, onunla binmeliydim. Öteki sürücülere beni eksozla zehirliyorsunuz mesajını sürekli vermeliydim. Hazır yollarda bisikletli sayısı tek tük iken bisiklet derneğini kurmalıydım. O kadar seviyorum. İkinci el siyah Waimanly’ye -arkadaşım ona kamyon derdi- sıfır bisiklet parası saymış, peşinden bir de eliptik çark taktırmıştım ki…
Öyle gündelik 13-15 km yollardan yorulacak gibi değildim. Türkan da yol ve bisiklet arkadaşımdı. Bunları her coştuğumda bir kenara tekrar yazıyorum. Tekrarı sevene, tekrardan bıkmayana çocuk derlermiş. Psikolog Ayşegül bisikletini çaldırmasa Van’da onun bisikletini kamulaştırır mıydım, özelleştirir miydim belli olmaz. Öteki bisikletçi Barış’la uzun ve işlevsel turlara çıkarmışızdır kesin. O sıralar aklıma gelmezdi ama, huzur ve refah ortamımız varsa bisikletle Van gölü çevresi dolaşılmalıymış. Ben o zaman Broadway’imi bir şey sanıp, bu sefer de onunla sefer üstüne sefer yapıyordum. Bakırköy döneminde hastalarım bana deli dedi diye küpemi çıkarmıştım. Diğer deliliğim bisikleti şeflerin hakkımda tuttuğu dosya ve şantajlarına rağmen bırakmadım. Bisikletle yemekhaneye daldığım abartılı olmakla birlikte kısmen doğrudur. Antresine kadar bisikletle girerdim. Bakır köyünde her yere ismim benden önce giderdi, küçük çaplı namlıydım. Bunun esbabı mucibeleri bisiklet, kısa süre taktığım küpe ve uzun saçlarımdı. Bir Metallica konserinden sonra İnönü Stadı ile Bakırköy arasını rekor sürede alışım var, yinelemelere doyamam. Kıltoş fakir asistan.
Bir gün Özgür’le iki bisiklet Kazasker-Anadolu Kavağı seferimizi eda ettik, tam büyük tur olsun diye Ömerli yönünü tutturduyduk ki, yolda tekerim patladı. Patlayış o patlayış. Bisiklet kaç ay Özgür’ün dağ evinde paslandı. Sonra eve getirip bir tamir, montaj. Azıcık daha biniş. Evdaşım Serhat onu yıkayıp, temizleyip, yağlayıp parlatmasa belki çalmayacaktı kimse. Çalınmaya değmeyecekti kamyonum. Ondan sonra edinip bindiğim kalınca tekerli bisiklet bana uzak uzak durdu. Ona veya başkasına son keçimizin Pamuk’un çanını takmayı yediremedim. Sonra çanımı kızımın devralmasını umarak kaynanam devraldı. Eski karıma bisikletçiden güzel bir bisiklet toplatmıştık. Ben cennetle değil soluk türevleriyle muhatap olacağım. At gibi bir yeni bisiklet beni sırtından atacak diye bisiklete girişemedim. Belki motor hayatım bitince tekrar şansım olabilir. Durdukça bisiklete yaklaştığımı değil uzağa savrulduğumu hissediyorum. Elli yaşlarında dizim kıkırdak kaybıyla alarm vermeye başladı.
Başa dönüyorum, 92 – 93’lerdeyiz. Türkan bisiklet üzerinde uçarken bile laf-taciz yediğinden bone ile saçlarını toplardı. Bedeni anlaşılmıyor, dikkat çekmez biçimde giyiniyor. Yine kurtuluş yok. Sultanahmet’e bisikletle birlikte gitmiştik, yayıncı arkadaşlarıyla tanıştırmıştı. Bisiklet için trafik kuralları az biraz farklı. Girilmez yol yok. Bisiklet giremez levhaları ise özel çağrı.
İstanbul’da Halkalı’ya gittim bisikletle, Anadolukavağı yaptım, Kocampaşa’dan Pendik’e bisikletle arkadaş buluşmasına gittim, haziran geldi diye çamurluğunu çıkarmıştım, yağmur yağdı, bütün montum baştan kıça çamur oldu; montun çamuru yıkamalarla çıkmadı, dericide boyatmak zorunda kaldım. O dönemden hayıflandığım, Boğaz’ın Avrupa yakasından gezmemek, Sarıyer-Kilyos yapmamak.
Diğer bir sıkı bisikletçi ekip Müge ve Erkan idiler. Müge için “yüzünden sevim akıyor,” denmiştir. Bunlar maratoncu bisikletçiler. Onların yaptığı bisikletle tukardan aşağı Ege.. Çanakkale’den aşağıya Ege turu motorsikletle bile çok güzeldir. Bisikletle daha iyi ciğer ister. Ben öyle sportmen değilim. Hayatıma monte olursa olur bir şey, spor olarak yapamam. Motor da öyle oldu. Gündelik ulaşım aracı olarak görüyorum, bisiklet de ulaşım aracımdı. Bir de spor sağlığa zararlı.
Bisiklete vefa borcumu sonraları ilk karım üstünden ödedim. 30 yaşına gelmiş kadına al takke ver külah büyük heves ve sabırla bisiklet üstünde durup ilerleme desteği verebildim. Kendim de geç başlamıştım. Kemik kırma tehlikesine bir şey diyemem, ama ileru yaşta öğrenilmez sanmayın. Bisiklet en yakın akrabası motorsiklete denge nosyonuyla yardım ediyor. Çok benzerlikleri var ama bisikletin birkaç rakipsizlik artısı; asla park sorunu olmaması, her mevsim ve her hava koşulunda sürülebilmesi -sel hariç. Daha çevreci ve yakıt sorunsuz olması. İçedönüklük de bisiklette baskın, motorda da var sayılır. Aslında bisiklet kazasında düşmek az buz risk değildir. Cadde üstlerindeki mazgal ızgaraları da çok tehlikelidir, hem kaydırır hem çukur etkisiyle düşürür.
1 tam yıl yıl bisiklet sürmenin bacak güzelliği ve gücünü 10 yıldan fazla taşıdım ve kullandım.
Bakırköy’de sokak köşesinde bisikletimin arka tekerinin üzerinden geçip onu tel tava haline getiren minibüsçü, beni ağlattığı kadar, sevdik ölümüne de hazırladıydı. Bisikletim benim malım değil, benden alınacak, her anını çalarak yaşamam gereken bir hediyeydi. Nasıl ki binmediğim motor senin değildir… Her binilmeyen motrun, bisikletin bir binicisi çıkacaktır, doğa boşluk kabul etmez, yerim doldurulur, anladım. Bisiklet en vefalı bir sevgili olabilir, hep seni beni bekleyebilir. Paslanma ve işlemez hale gelme pahasına. Alçakgönüllüdür, binene binme demez. Kilidini açana, parçasına bakana, hatta parçalayana sessizce uyar, söz dinler. Bir tür sessiz geyşadır, bakarsan bağ da olur. Ah, kara kamyonum parlak gelin olunca gözlere gelmiş, gözlere yaramış da evinden kaçırılmıştı.
Bisiklet fazlasıyla içedönük bir spor ya da eylem. Bakmayın bisiklet takımlarının ortak taktikler geliştirerek yarışmalarına. O planlar bireysel düşler-kabuslar arası iletişim gibi bir şey. İzlenecek bir spor değildir, yapılacak ve olunacak bir spordur. Öyleyken, biziklet arzum beni bisiklet yarışlarına, Tour de France’a da iyi izleyici yaptı. İşim gücüm olmasa at yarışı keşi gibi bisikletçi kartları tutar tüm sezonu onlarla birlik yaşardım. Bisiklet tarihini bilirdim. Efsane bisikletçi trajedilerini, zaaflarını birebir yaşıyor olurdum. Alıp sakladıkları dopingler benim utancım olurdu. Bisiklet kapitalizminin yarışları izlenir, eğlenilir hale getirme tekniklerinin başarısını yadsımıyorum. Bendeki bu sevda olmasa o kapital numaralar neye yarardı? Şimdi motosiklet derecesinde pahalı bisikletlere ağzımın sulanması, sunucuların başarısı kadar bisikletimin önünde arkasında tamircilerle teknik ilerleme çabalarımın anısı. Tel maşa bi bisiklet hala 5 lira şişirme, 15 lira iç lastik değiştirme fiyatıyla yoksul bir sokak çocuğunun erişebileceği Amerikan düşü.
Çocuk diliyle bislet neredeyse ölüm kadar kapsayıcı bir demokratik nesne. Hadi yaşam kadar demokratik olduğunda anlaşalım.
Mehmet’ciğim ne güzel yazmışsın. Sayende ben de o günlerdeki bisiklet sevgimi tekrar anımsamış oldum. Evvelki gün Decathlon’da bisikletere bakıp, incecik tekerlekli ama büyük pembe kız bisikletimi düşünmüş ve oradaki bisikletlerle kıyaslayıp canım bisikletimi nasıl terk ettim diye hüzünlenmiştim. Benimki aniden bırakmak olmuştu, boynu bükük bırakıp gitmiştim. Bıraktım ama bisikletime karşı gerçek duygum sevmekten öte tutku idi. Şİmdi Mercedes’im olsa o hissin binde birini hissetmem. Cahit Külebi’nin “kamyonlar kavun taşır ve ben boyuna onu düşünürdüm” diye başlayan şiirindeki gibi sonunda ” içimdeki şarkı bitti”. Ama gençlik yadigarım Mehmet temiz kalpli iyi insan seninle biz o bisikletleri maviliklere sürer gibi değil miydik? İnanırdık, umut ederdik, meraklıydık, öğrenirdik. Şimdi ise gayret edersek o zamanki kadar olmasa da yine olur diyorum. “Yeter ki kararmasın sol memenin altındaki cevahir”. “Yeter ki gün eksilmesin penceremizden “Hiç öyle işlemez ama nedense bugün hep dizeler geldi zihnime bugün hayrolsun…Sevgi ve sevincimiz daim olsun…
BeğenBeğen